Çevre

Prof. Dr. Levent Kurnaz: Dünya'yı eski haline getirmek binlerce yıl alacak; iklim krizinin geldiği noktadan geriye dönmek zor

"Artık eylem vakti geldi, söyleminizi iş yapmaya dökmek gerekiyor. Bize iklim değişikliğini durdurmak istiyoruz diyorsanız, gerçekten nasıl yapacağınızı gösterin"

14 Ağustos 2021 00:00

İklim değişikliğinin korkunç gerçekliği Türkiye'yi de etkileyen Avrupa'nın güneyindeki orman yangınlarıyla yüzümüze vurulurken, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), dönülmez noktanın artık ne kadar yakın olduğunu tüm gerçekliğiyle gözler önüne serdi.

IPCC raporunun yayımlanmasının ardından, Boğaziçi Üniversitesi İklim Politikaları Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Levent Kurnaz ile iklim değişikliği, orman yangınları, iklim krizine karşı bireysel önlemler ve bireylerin farkındalığı hakkında konuştuk.

Levent Kurnaz’ın, iklim meselesindeki "son söz" olan IPCC raporu hakkındaki ilk yorumu “Bu raporun üzerine geceleri uyuyabilmek kolay olmayacak. Korkunç şeyler söylüyor” olmuştu.

Kurnaz, uyutmayan gerçeklerden bir tanesini de şu şekilde açıkladı: “Bu işten geri dönmenize imkan yok, yani dünyayı eskisi gibi bir dünya yapabilmek, binlerce yıl alacak. Biz hata yapmayı bırakacak olursak, dünya zaman içerisinde kendi kendini tamir edecek”

İklim krizi karşısında Ankara’nın duruşunu da değerlendiren Kurnaz, krizin getireceği sorunlara uyum sağlamak için gerekli adımların atılması gerektiğini söyledi ve artık eylem vaktinin geldiğini anlattı.

“İklim krizinin kesinlikle insan kaynaklı olduğuna eminiz”

Bu rapor, daha önce görmediğimiz biçimde dünya basınında geniş yer buldu ve başkentlerde yankı uyandırdı. Bu rapor, dünyayı alarma geçiren neler anlatıyor?

Öncelikle bu rapor 6-8 senede bir yayımlanır ve her yayımlandığında buna benzer bir gürültü koparır. Raporun basında geniş yer bulması, bu sefere özel bir şey değil. Arada, basında raporların, düşüncelerin, makalelerin yayımlandığını duyarsınız. Ama IPCC raporu daha özeldir. Çok seyrek yayımlanır ve çıktığı zaman, bu bilimsel görüş demektir. Yani bundan sonra biri kalıp “Ama benim görüşüme göre…” diye bir cümle kuramaz. Ya da başka bir örgüt çıkıp “Tamam onlar o raporu yayımladılar ama bizim elimizde de bu rapor var” diyemez. Bu son sözdür bu işteki.

IPCC raporu, 1990’dan bu yana 30 yıldır yayımlanıyor, her seferinde iklim krizinin geldiği nokta ve bu konuda ne kadar bilgi sahibi olduğumuz açıklanır. İklim meselesinin, “yüzde 80 eminiz, yüzde 90 eminiz” gibi laflarla insan kaynaklı olmasını ifade edilir. Bu raporun söylediği şey, artık yüzde şu yüzde bu değil, kesinlikle bunun insan kaynaklı olduğuna eminiz. Bundan önceki 5 rapordan farklı olarak, kesinlikle eminiz ifadesi var.

İkincisi, bundan önceki rapor Paris Anlaşması’ndan önce çıkmıştı. Dolayısıyla Paris Anlaşması’ndan sonra çıkan ilk rapor bu. Onun için de dünyanın gözü bu rapor üzerindeydi. Biraz gecikmeli çıktı Covid’den dolayı ama içerisinde bilim insanlarının bakıp da “Aa işte bunu hiç duymamıştık” dedikleri hiçbir şey yok. Yalnız, bu rapor, Summary for Policymakers yani “yönetici özeti” denen kısım, esasında tüm devletler tarafından tek tek onaylanır. Eğer 195  hükümet onay vermezse rapor yayımlanamaz. O nedenle de bunun içindeki sözlerin birazcık sertleşmiş olması, dünya devletlerinin de bu işin ciddiyetinin yavaş yavaş farkına vardıkları anlamına geliyor. O yönden çok kıymetli.

“Devletler ve iş dünyası bu olabilecek çok kötü şeyleri hesaba katarak hazırlık yapmak zorundadır”

Daha önceki IPCC raporları, dünyada olumlu bir değişiklik yaratabildi mi?

Hayır, bu raporların hiçbiri olumlu bir değişiklik yaratma kapasitesine sahip değil. 3 değişik ciltten oluşan IPCC raporunun, 1. cildi çıktı. Büyük ihtimalle mart ve nisan ayları gibi 2. ve 3. ciltleri de çıkacak. Bundan sonra çıkacak olan raporların biri “nasıl önlemler almamız gerektiği”, bir diğeri de “durdurmak için neler yapmamız gerekiyor” konularına değinir.

Seneler boyu bu şekilde çıkmasına rağmen, insanlar hiçbir zaman gerekli adımları atıp bu yönde bir değişikliğe gidilmedi. Bu raporda da çok büyük bir farklılık olacağını sanmıyorum. Ancak, bu raporun içinde şimdiye kadar çok rastlanmayan ilginç bir cümle var, o da şu: “Bu rapor esasında iyimser bir rapordur, her ne kadar çok kötümser gibi konuşuyor olsak da. Ancak, düşük ihtimalli çok kötü şeylerin olması da mümkündür. Devletler ve iş dünyası bu olabilecek çok kötü şeyleri hesaba katarak hazırlık yapmak zorundadır”. Bana göre bu raporun en can alıcı cümlesi burada.

Bu rapor, ilk defa “2 derece artar, 3 derece artar”dan çok daha kötü duruma gelebileceğimizi ve buna hazırlıklı olmamız gerektiğini söylüyor. Çok büyük ihtimalle hükümet temsilcilerinin bir kulağından girer bir kulağından çıkar bu uyarı. İş dünyası öyle değil, iş dünyası biraz daha ciddiye almak zorunda kalacak.

Bir tweetinizde “Bu raporun üzerine bu gece uyuyabilmek kolay olmayacak. Korkunç şeyler söylüyor” dediniz, neyi kastettiniz?

İşte bu dediğim laf benim için çok korkutucu. Çünkü ilk defa hükümetler de dünyanın durumunu kabul ettiler. Yani bir Grönland eridiği zaman deniz seviyesi, 6-7 metre artabilir. Deniz seviyesinin 6-7 metre artması demek, dünyanın kaosa sürüklenmesi demek. Ya da Pakistan’da 20-30 milyon kişinin öldüğü sıcak hava dalgası olabilir. Bu tür şeyler çok tehlikelidir. Ama bu rapor, artık bunlara hazırlıklı olun diyor bize. Ha uyuyabilmiş de değilim, gece en son kafam düşene kadar çalıştım anca kafam düştüğünde gittim yattım, anca o şekilde uyuyabildim akşam.

“Gerçekten bundan etkilenen kişiler, iklim krizinin nereye gitmekte olduğunu gayet iyi biliyorlar”

Türkiye’de orman yangınlarının çıkmasıyla hemen bir grup insanın aklına sabotaj ihtimali geldi. Türkiye, nasıl insanlarda iklim değişikliği konusunda farkındalık yaratmakta bu kadar geri kaldı; nasıl bu bilgisizlik aşılabilir?

Bu iki tane ayrı bir soru. Birincisinde, bir sabotaj ihtimali var mı? Sabotaj ihtimali her zaman var. Ona karşı söyleyebileceğimiz hiçbir şey yok. Sabotajın yalnız ihtimali vardır ama buna sabotaj diyebilmek için kanıtının da olması gerekir. Çünkü hiç sabotaj olmadan da sadece bizim hatalarımızdan da bu yangınlar çıkmış olabilir. Bu sabotaj olmaz demek değil, sadece ona bağlamaya gerek yok.

Öbür taraftan, dünyanın düz olduğunu iddia eden insanlar var. Gerek ülkemizde gerek dünyanın geri kalanında, aşı olmamak için türlü sebepler söyleyen, nüfusumuzun yaklaşık 3’te 1’i var. Bütün bunlara bakıldığında iklim krizinin, kişilerin bilgi alanına çok girmemiş olması, çok şaşırılacak bir şey değil. Yani diğer konuları nasıl eğitime bağlayıp durmadan anlatmamız gerekiyorsa, iklim krizini de anlatmamız gerekiyor.

Ancak, şehirlerde evde oturan insanlar bu iklim krizinden son derece uzaklar. Onun için de biraz daha az bilgiyle yorum yapmaları doğal. Yalnız gerçekten tarlaya ve ormana gittiğinizde, balıkçılarla konuştuğunuzda göreceksiniz, onlar bu krizin büyüklüğünün farkındalar. Ve neler yapılmadığının da farkındalar. Yani burada bilinçsiz konuşanların çoğu bizim "klavye silahşörleri" dediğimiz kesim oluyor. Gerçekten bundan etkilenen kişiler, iklim krizinin nereye gitmekte olduğunu gayet iyi biliyorlar.

“ ‘Gelişmiş ülkeler şunu yapıyor ama gelişmekte olan ülkeler şunu yapmıyor’ tarafı değil, onlar yapmıyor, çünkü paraları yok. Öbür tarafta para var, yapabilirler, ama yapmak istemiyorlar"

Gelişmiş ülkelerin iklim meselesine karşı, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek gibi önlemler almaya başlaması, ancak gelişmekte olan ülkelerin enerji kaynakları kullanımı açısından bir farklılık yaratamaması dünyayı nasıl etkiliyor?

Bu sorunun da iki tarafı var. Birinci tarafı şu: Gelişmekte olan ülkeler esasında, gelişmiş ülkelerden çok daha az enerji tüketiyor. Dolayısıyla da büyük bir zararları yok. Bir de tükettikleri enerji genelde daha yenilenebilir enerji. Gelişmiş ülkelere baktığımızda, onların tüketmiş olduğu kömür, petrol, doğalgaz ve atmosfere saldıkları karbondioksit inanılmaz boyutta.

Bir de şunu hesaba katmak lazım, gelişmiş ülkelerin atmosfere salınmasına neden oldukları karbondioksit de var. Yani ABD ve AB fabrikalarını Çin’e taşıdıklarında, bu Çin’in emisyonu ya da salınımı olmuyor. Bu, ABD ya da AB’deki şirketlerin salınımı oluyor. Onun için, bu işi gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkeler olarak ikiye ayırmak kolay değil.

İkincisi, şu andaki hayatlarında yenilenebilir enerjiye geçmek, gelişmekte olan ülkeler için kolay değil. Önemli bir yatırım gerekiyor. Hatta bu yatırımların karşılıksız finansal olarak gelişmiş ülkeler tarafından finanse edilmesi gerekiyor ki, biz bir problemde bir çözüm bulabilelim. Ama bunu da yapmak çok zor değil. Çünkü burada kullanılacak rüzgar türbinlerini, güneş santrallerinin çoğunu gelişmiş ülkeler üretiyor. Dolayısıyla kendileri üretsinler, kendileri götürüp kursunlar oraya ve oradaki insanların çalışmasına bıraksınlar. Çünkü başka türlü bu problemi toparlama şansımız yok. Yani herkes bu olayın içerisinde. “Gelişmiş ülkeler şunu yapıyor ama gelişmekte olan ülkeler şunu yapmıyor” tarafı değil, onlar yapmıyor, çünkü paraları yok. Öbür tarafta para var, yapabilirler, ama yapmak istemiyorlar. Onun için iki taraf da benzer şekilde sorumlu bu işten.

“Buradaki problem, Paris Anlaşması’ndan kaynaklanıyor. Çünkü Paris Anlaşması’nın dönüp bize ‘Sen çok fazla salıyorsun, bunu azaltmak zorundasın’ demesi gerekir, ancak Paris Anlaşması böyle bir anlaşma değil”

Türkiye, iklim kriziyle mücadelenin neresinde? Paris Anlaşması’nın hala onaylanmaması bize ne anlatıyor?

Paris Anlaşması’nın imzalanmamış olması bize hiçbir şey anlatmıyor. Çünkü ben her zaman şunu söylüyorum “Biz gerekiyorsa bir uluslararası anlaşmanın, bütün yükümlülüklerini yerine getirelim ama anlaşmayı imzalamayalım”. Yani eğer politik bir sebep varsa imzalamamamız için, biz yerine getirelim ama imzalamayalım. Aynı şey Avrupa Birliği’ne girmek için AB kriterlerinde de geçerli. Biz AB kriterlerini yerine getirelim, sonra girip girmeme kararı karar bize kalsın, onlara değil.

Aynı şekilde biz şu anda dünyada Paris Anlaşması’nın şartlarını yerine getiren, çok az sayıda ülkeden biriyiz. Yani biz Paris Anlaşmasının şartlarına uyuyoruz. Meclisten geçirmiyoruz sadece, bu tamamen politik bir şey. Bunun iklim değişikliğine engel olup olmamakla hiçbir bağlantısı yok. Tamamen bir politika kararı. Yoksa Paris Anlaşması kapsamında üzerimizde düşeni yapıyoruz.

Bir seviye üste çıkalım: “Paris Anlaşması işe yarıyor mu?” Paris Anlaşması işe yaramıyor, çünkü tamamen saçma sapan bir anlaşma. Tamamen saçma sapan bir anlaşma olduğu için biz kılımızı kıpırdatmadan o anlaşmanın şartlarını yerine getirmiş oluyoruz. Yani burada esas düzeltilmesi gereken, Paris Anlaşması’nın kendisi. Çünkü Paris Anlaşması diyor ki “Ey Türkiye ne yapmak istiyorsun?”, biz de diyoruz ki “Şu kadar karbondioksit salmak istiyoruz” Paris Anlaşması da diyor ki “Tamam, o kadar sal ama daha fazla salma”, biz de diyoruz ki “Tamam o kadar saldık hatta daha az saldık”. Şartları yerine getirdik mi? Getirdik. Ama Paris Anlaşması’nın dönüp bize “Sen çok fazla salıyorsun, bunu azaltmak zorundasın” demesi gerekiyor. Paris Anlaşması böyle bir anlaşma değil. Çünkü öyle bir anlaşma olacak olsa ne ABD’ye kabul ettirebileceklerdi ne Çin’e ettirebileceklerdi. Ne şiş yansınsın ne kebap türü bir anlaşma bu. Biz yerine getiriyor muyuz? Getiriyoruz. İmzaladık mı? İmzaladık. Onayladık mı? Hayır. 

 

“Ne zaman iklim değişikliğinden gelebilecek problemleri, bir ekonomi ya da milli güvenlik seviyesine taşırız, o zaman çözüm bulmaya başlarız”

Yalnız Türkiye açısından daha kritik olan bu ilkim değişikliğinin iki yüzü var. Bir tanesi karbondioksit salınımlarını azaltmak ama çok daha büyük bir yüzü, başımıza gelecek belalara uyum sağlamak. Bu başımıza gelecek belalara uyum sağlamak konusunda gerekli adımları atıyor muyuz? Orada çok kötü durumdayız. Çünkü o adımları atabilmek alt politika konusu kabul ediliyor Türkiye’de, bunu üst politikaya taşımamız gerekiyor.

Bugüne kadar geçtiğimiz on beş günün öncesinde ben söylüyordum, Doğanay Hoca (Doğanay Tolunay) söylüyordu ama gerçekten politika içerisinden insanlar “Ya bakın başımıza bir orman yangını gelebilir, onun için gerekli önlemleri almalıyız. Yangın söndürme ekipmanlarına para yatırmalıyız. Orman işçilerine biraz daha fazla maaş vermeliyiz. Onları sendikalı yapmalıyız. Sigortalamalıyız” bunlar konuşulmadı. Ne zaman ki bir orman yangını çıktı, o tarafa yöneldik. Benzer şekilde seller olduğu zaman, “Aman buraya ev yapmayalım, şuraya ağaç dikelim, buraya köprü yapalım”, ondan sonra o bittiği an biz onu unutuyoruz. Önemli üst konularımız ekonomi, milli güvenlik, bu tür şeyler. Ne zaman iklim değişikliğinden gelebilecek problemleri, bir ekonomi ya da milli güvenlik seviyesine taşırız, o zaman çözüm bulmaya başlarız. Yalnız bu Türkiye’nin de problemi değil. Gerçekten canı çok yanan Tuvalu, Bangladeş gibi birkaç ülkeyi çıkartırsak, iklim krizi neredeyse tüm ülkelerin önem sırasında ekonomi, milli güvenlik, iç güvenlik falan bunların altında geliyor. Ne zamanki bu yukarı taşınır bütün dünyada, o zaman çözüm bulmaya başlarız.

“ Bu işten geri dönmenize imkan yok, yani dünyayı eskisi gibi bir dünya yapabilmek, binlerce yıl alacak. Hiçbir şansınız yok. Yapabileceğimiz tek şey, daha da kötüye gitmesini engellemek olur bu noktadan sonra”

İklim meselesi dünya üzerinde herkesin hissedebileceği boyutlara ulaştı. Şu anda iklim krizinde geri dönülebilecek boyutlarda mıyız? Dünyayı iyileştirebilmek için sunulacak çözümler nereden gelmeli ve nasıl uygulanmalı?

Maalesef bu sorunun cevabı çok kötü, işte uyutmayan şeylerden bir tanesi o. Rapor diyor ki “Bu işten geri dönmenize imkan yok”, yani dünyayı eskisi gibi bir dünya yapabilmek, binlerce yıl alacak. Hiçbir şansınız yok. Yapabileceğimiz tek şey, daha da kötüye gitmesini engellemek olur bu noktadan sonra. Sonra biz hata yapmayı bırakacak olursak, dünya zaman içerisinde kendi kendini tamir edecek. Yalnız bunun için bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Dünya kendisini tamir edecek. Onun için de bunun cevabı çok kötü maalesef.

“İklim krizinin basında daha çok yer bulması lazım”

İklim krizinin varlığı bu yaz Türkiye’de dahil olmak üzere bir çok yerde hissedildi. Somut felaketleri gözlemlemek yerine, iklim krizinin nasıl farkında olabiliriz?

Bundan 10 sene önce falan ben T24’te yazıyordum. Ama ondan sonra T24 benden hiç yazı istememeye başladı. Anlatabiliyor muyum, yani bunu devamlı birilerinin gündemde tutması lazım. “Bu önemli, bunu yapmalıyız” şeklinde manşet verilmesi lazım. Bu konuda da bir numaralı görev basına düşüyor.

Ben hem yazılı hem sözlü basında diyorum ki “Bakın lütfen bana bir köşe verin, ben yazayım devamlı” bunu kabul eden bir tek Yeşil Gazete var. Ben düzenli olarak Yeşil Gazete’de yazıyorum ama sayılar çok küçük. Siz de kaç kişinin T24 takipçisi olduğunu biliyorsunuz. Bu sayıları çok artırmamız lazım. Yani demiyorum ki akşamları saat 8-10 arasını iklim değişikliğine ayırın. Ama biraz daha çok konuşuyor olmamız gerekiyor, televizyon kanallarında, yazılı basında. Bunun gündem olması lazım devamlı.

Şimdi yangınlar bitiyor diyoruz, bir hafta sonra biz yine yangın konusunu konuşmayı bırakacağız. Başka büyük bir problem konuşuyor olacağız. Bunun devamlı gündemde kalması gerekiyor. Onun dışında gençlere ihtiyacımız var. Olabildiğince onların seslerinin yüksek çıkmasına ihtiyacımız var. Ve sizin bunu haber yapmanıza ihtiyacımız var ki gündemde olsun bu iş.

“Dev şirketler, devletler falan esasında bizlerden farklı ayrı bir düzlemde yaşıyor değiller. Biz onlara ayrı bir takım hakları verdiğimiz için onlar bunu yapabiliyor”

Hükümetlerin ya da dev şirketlerin bu krize katkı sunmaya devam ettiği noktada, insanların bireysel farkındalığı ve çözümleri ne anlam ifade ediyor?

Ben bugüne kadar ki hayatımda, ki epey yaşadım sanıyorum, vatandaşı olmayan bir devlet görmedim. Tüketicisi olmayan bir üretici görmedim, alıcısı olmayan bir satıcı görmedim. Yani bu bahsettiğimiz dev şirketler, devletler falan esasında bizlerden farklı ayrı bir düzlemde yaşıyor değiller. Biz onlara ayrı bir takım hakları verdiğimiz için onlar bunu yapabiliyor. Biz her dört yılda beş yılda bir sandığa gidiyoruz ve o devleti, hükümeti yönetecek kişileri seçiyoruz. O kişiler de biliyoruz ki kömürlü termik santral yapacak. Ama biz oy verirken onların kömürlü termik santral yapacak olmasını biliyor olmamıza rağmen, en büyük önemi ona atfetmiyoruz. Ondan sonra tabii ki gidip kömürlü termik santral yapılıyor. Kömürlü termik santral yapacak şirketlerle çalışıyor. Bu gayet doğal. Ama onun yanında “Ben hiç kömürlü termik santral yapmayacağım, sadece yeşil şirketlerle çalışacağım” diyen bir lidere, bir partiye oy vermiyoruz. Çünkü diyoruz ki “Aa bu benim politik görüşüme uymuyor. Bu benim dini görüşüme uymuyor. Ekonomik görüşüme uymuyor. Milli güvenliğe uymuyor” . Bu konuyu en üst seviyeye taşımamız lazım ki devletler de bizim sözümüzü dinlemeye başlasın.

Şirketlere geldiğimiz zaman, hangi şirketin ürününü beğenmiyorsunuz? Mesela en basit olanını söyleyeyim. Bir ürün alırken, şirketlerin üretim sırasında ne kadar fazla karbondioksit saldığına kıyaslamalı olarak hiçbir zaman bakmıyoruz. Hangi üründen bahsedersek bahsedelim. Cep telefonu alırken bunun üretiminde ne kadar karbondioksit salındı diye hiç kimse sormuyor. Modelini soruyor, işletim sistemini soruyor, kamerasının özelliklerini soruyor, içinde ne yazılım olduğunu soruyor ama hiçbir zaman ne kadar karbondioksit salındı diye sormuyor. Biz sormayınca onlar da üretiyorlar serbestçe. Ne zamanki biz sorarız, onlar da bizim istediğimizi üretmeye başlar.

“Dünyanın ekonomisini temelden değiştirebilecek üç tane maddeyi değiştirmemiz gerekiyor. Kolay şeyler değil bunların hiçbiri anlıyorum, ama çözecek olan biziz, bizim yerimize hiç kimse çözmeyecek”

İklim krizinin etkilerini azaltmak için alınan bireysel önlemler ve sürdürülebilirlik planları gerçekten işe yarıyor mu? Yoksa daha geniş önlemlerin, önemli aktörler tarafından alınması mı sorunu çözecek?

Ben genelde üç şey söylerim. Bu üç şeyi dünya üzerindeki tüm insanlar takip edecek olurlarsa, anında iklim krizi problemini çözeriz.

Bir, aşırı tüketime son vereceksiniz. Gerekli değilse satın almayın, kullanmayın. Ama çoğumuzda bu “gerekli” çok gri bir yere gidebiliyor. Kesinlikle yeni bir telefon almaya ihtiyacım var. Niye? Çünkü arkadaşımda daha yenisi var. Değil. Ben telefonumu yaklaşık üç buçuk senedir kullanıyorum ve hissettiğim kadarıyla, kırılmazsa, başka bir şey olmazsa en az bir yıl daha kullanabilirim. Değiştirmek için sebebim yok. Daha iyi fotoğraf çekebilir, üst modeli çıkabilir ama ihtiyaç değil. Benzer bir şekilde, alışveriş yapmaya gidiyoruz. “Bir tişört alana ikincisi bedava” ikinciye ihtiyacın var mı? Yok. O zaman o tişörtü bana yarı fiyatına satın. Bir tane alayım ben iki tane değil. Bu gibi şeylere karar verdiğimiz zaman, bu bir bu en kıymetlisi.

İki, elimizden geldiğince et ve süt ürünü tüketmeyi azaltmamız gerekiyor. Şimdi tabii, bunu konuştuğumuzda T24’ü okuyan kişilere baktığımız zaman, bunlar belirli bir kitleyi temsil ediyorlar. Ve bu kitle evine, hiçbir şart altında et sokamayan kitle değil. Ama gene de şöyle itiraz geliyor: “Hocam sen biliyor musun Türkiye’de insanların ne kadar et yiyebildiğini?” Tamam, biliyorum insanların ne kadar et yiyebildiğini. Onlar zaten sorunun bir parçası değiller. Onlar çözümün bir parçasılar. Bunu dinlemesi gereken, sorunun bir parçası olanlar. Günde üç öğün et yiyen, günde şu kadar yoğurt ve peynir yiyen, büyün bunları tüketenler sorunun bir parçası. Bunu azaltmak zorundayız. Olabildiğince azaltmak zorundayız.

Üçüncüsü de taşımada yaptığımız her türlü hataya dikkat etmemiz lazım. Uçak yok. Kesinlikle yok. Uçak anca şu şekilde var: Ben üniversite okumaya Almanya’ya gidiyorum, Amerika’ya gidiyorum ya da 6 ay kalmaya bir yere gidiyorum, iki sene kalmaya şuraya gidiyorum. “O zaman var. Ama arkadaşlarla Paris’te akşam yemeğine buluşacağız bu cumartesi”, yok öyle bir şey. Günah o. Aynı şekilde "Bugün Ankara’da toplantım var, uçakla Ankara’ya uçuyorum" , yok. Toplantıları Zoom üstünden yapın. Sonra, kendi arabanızla çıkmayın bir yere. Servisle, toplu taşımayla gidin.

Bu üç madde çok önemli. Bunları sağlayacak olursak, geri kalan her şeyi esasında halledebiliriz. Ama tabii dünyanın ekonomisini temelden değiştirebilecek üç tane madde bu. Kolay şeyler değil bunların hiçbiri anlıyorum, ama çözecek olan biziz, bizim yerimize hiç kimse çözmeyecek.

“Hemen değiştirmek zorundayız, çünkü bu yolun sonu iyi değil”

26. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’ndan (COP26) ne beklemeliyiz?

Hiçbir şey. Bunun cevabı çok basit, işte demin konuştuk. Paris Anlaşması, bundan 6 önceki konferansın bir çıktısıdır. Dolayısıyla devletler bir araya geldikleri zaman konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar… Ondan sonra hiçbir şey olmuyor. Önemli olan konuşmak değil, artık eylem vakti geldi. Eylemden de kastım, söyleminizi iş yapmaya dökmek gerekiyor. Bize iklim değişikliğini durdurmak istiyoruz diyorsanız, gerçekten nasıl yapacağınızı gösterin. “Şunları yaparak durduruyoruz bunu” Termik santral çalıştırıp, ondan sonra da “biz çok yeşil bir devletiz” diyemezsiniz. Hemen değiştirmek zorundayız, çünkü bu yolun sonu iyi değil.