21 Eylül 2014 17:18
Türkiye’nin en önemli kadın oyuncularından Perran Kutman, “Birlikte çalıştığımız dönem öyle fazla vakit geçiriyorduk ki Müjdat’ı kocam sananlar bile vardı” dedi.
Hürriyet gazetesinden İzzet Çapa’ya konuşan Perran Kutman çocukluğundan tiyatro hayatına girişini ve evlilik hayatını anlattı. Çapa’nın Perran Kutman ile yaptığı “Yıllarca Müjdat’ı benim kocam sandılar” başlığıyla yayımlanan (21 Eylül 2014) söyleşisi şöyle:
Sabahat, Müstesna, Şehnaz, Perihan, Neriman... Hayatımıza daha pek çok değişik karakterle girdi Perran Kutman... Her birini evimize misafir ederken onlara hayat veren kadını tanımayı unuttuk adeta. Yeni dizisinin setinde Kutman’ı ziyaret ettiğimde eski bir dostla karşılaşmışçasına heyecanlıydım. Oysa hiç tanışmamıştık. Tatlı tatlı anlatmaya başladı yaşamının “mihenk taşlarını”... Öylesine keyifliydi ki hikayeleri, sorularla bölmek bile istemedim muhabbeti. Çocukken hayalini kurduğu minibüsçü sevgilisi Enver oldum onun için. Birer birer mola verdik hayatının “duraklarında”. Buyrun siz de katılın yolculuğumuza...
Ailemizden biri gibi gördüğümüz, kimimizin çocukluğu, kimimizin ilk gençliği, hep çok iyi tanıdığımızı zannettiğimiz ama aslında pek de tanımadığımız bir kadın Perran Kutman...
Vay vay vay... Meğer ne kadar esrarengizmişim (gülüyor)...
Şaka bir yana galiba canlandırdığınız karakterleri benimserken sanki biraz Perran’la tanışmayı unutmuşuz.
Eh hadi tanışalım bari.
Çocukluğunuzdan başlayalım o halde...
Babaannemin Aksaray Küçük Langa’daki konağında bütün ailenin ilk çocuğu olarak doğmuşum.
“Bütün ailenin ilk çocuğu” derken?
Kuzenlerimden de önce gelmişim anlayacağın. Haliyle çok sevilen bir çocukmuşum. Hatta güzelmişim de (gülüyor)...
Bunda gülünecek ne var şimdi?
Aklının alamayacağı kadar güzel bir bebekmişim çünkü. Babamın arkadaşlarından birine “Mutlaka gidip Rıdvan’ın çocuğunu görmen lazım” demişler, adamcağız da “Ne olabilir? Altı üstü bebek işte” diye cevap vermiş. Sonra gelip beni görünce de “Bu hakikaten başka bir şey” demiş. Düşün o kadar güzelmişim...
Üzerinize titriyorlardı herhalde...
Hem de nasıl! Zaten bu yüzden güzel ama yalnız bir çocukluk geçirdim. Terbiyem bozulmasın diye yanıma kimseyi yaklaştırmazlardı. Evdeki ceviz masanın bacakları ve bahçedeki tavuktan başka arkadaşım yoktu.
Masanın bacakları mı?
Tabii... Onlar benim komşularımdı. Her biriyle ayrı ayrı konuşurdum. Tavuğu da çocuğum sanıyordum. Üstünü örter, öğle uykusuna yatırırdım. Uyanınca da akasya yapraklarını rulo yapıp, zorla gagasından aşağı iterdim. Akasyalar bitince de bu sefer mısırları doldururdum ağzına. Sonra hooop yine üstünü örter, zorla uykuya yatırırdım.
Bildiğimiz işkence bu yahu...
Sorma, etmişim vallahi. Tavuk, bir çocuğu görünce “gıdak gıdak” diye feryat figan kaçar mı? Benimki kaçıyordu işte. Ah bir de zavallı kuzum vardı.
Eyvah “Kuzuların Sessizliği” başlıyor!
Yok, o kadar da değil. Kuzuların burunları nemli olurmuş. Ben çocuğum, bunu bilmiyorum tabii. Kumaş mendilleri alır hayvancağızın burnunu silerdim sürekli. E o da ne yapıyordu? Beni gördüğü yerde “Mee mee mee” diye kaçıyordu...
En hayırlısı masa bacaklarıyla arkadaşlık etmek galiba...
En güvenlisi olduğu kesin. Arada mahalledeki çocuklarla iletişim kurmaya teşebbüs ettiğim de oldu. Babaanneme üçüncü kocasından bir bakkal dükkanı kalmıştı. Mahalleli ona “Kadın Bakkal” ya da “Anne” derdi. Neyse, dükkandan eve çikolatalar, kuruyemişler falan gönderdiğinde mahalleden de 2-3 çocuk gelirdi. Çikolataları yedikten sonra da “Haydi biz gidiyoruz” diye adeta kaçarlardı. Ben de yine kalırdım tavuk ve kuzuyla baş başa.
Onların yaptığı da ayıp ama...
Çocukların günahını almamak lazım. Ben de huysuzluk yapardım doğrusu. Oyun oynamayı bilmiyordum. Babam bir keresinde Beyoğlu’ndaki Japon mağazasından oyuncak salon takımı almıştı. Fakat takımı bir görsen, tek kelimeyle şahane. Bir aylık maaşını vermişti.
Bir maaşa bedelse, şahane olduğuna hiç şüphe yok...
Ah hem de nasıl. Gri ipekten Louis tarzı koltuklar, maun dolaplar... Neyse oyun oynamak için yine bir gün mahalleden çocuklar geldi. Bir köşeye kendi takımlarını kurdular. Anneleri şeker kutusunun üstüne örtü dikmiş, 2 tane de küçük yastık yapmış.
Sizin havanızdan geçilmiyor tabii...
Yok yahu ne havası. Bayılıyorum onların köşesine, hatta kıskançlıktan çatlıyorum. Tabii yine huysuzluk yaptım, kerameti köşede zannedip “Bozun orayı, ben geleceğim” dedim. Gittim kurdum benim takımı oraya ama yine olmadı. Perran ağlamaklı, onlar mutlu!
Mutsuz bir çocuk muydunuz peki?
Hayır gayet mutluydum. Düşünsene herkes etrafımda pervane. Ama annemle babam ben 8 yaşındayken boşandılar. O zaman bile travma yaşamadım. Çünkü dostça ayrıldılar ve hep arkadaş kaldılar.
Ne işle iştigal ederdi Peder Bey?
Peder Bey de, Valide Hanım da Milliyet’in basımevinde çalışıyorlardı. Babam müdürdü, annem de tashihleri yapıyordu. Orhan Veli çok yakın arkadaşlarıydı. Hatta anneme aşık olduğu söylenirdi. Bir gün yeğenlerime “Çocuklar Orhan Veli anneme Asya Güneşi dermiş” dedim, bir tanesi dönüp “Kız yoksa sen Orhan Veli’nin çocuğu musun?” diye sordu bana (gülüyor)...
Boşanmanın ardından kiminle kaldınız?
Babaannemde kaldım çünkü annem de babam da çok çalışıyorlardı. Zaten doğduğumdan beri düşkündüm ona. 15 yaşına kadar koynunda yattım. Vefatından sonra da uzun yıllar hep elim göğsümde uyudum sanki o yanımdaymış gibi.
Tiyatro nasıl girdi hayatınıza?
Çok güzel taklit yapıyordum. Fakat öyle sanatçı taklidi falan değil. Kafamda kendi yarattığım karakterlere bürünürdüm. Bir gün yine annemin evindeyim, o da arkadaşıyla dışarıda oturuyor. Ben içeride güya temizlikçi kadınla konuşuyorum, bunlar da bizi dinliyor.
Güya konuşmak ne demek Allah aşkına?
Temizlikçi kadın falan yok ki içeride. Ben kendi kendime konuşuyordum iki farklı karakter olarak. Neyse annemin arkadaşı “Konservatuvara yolla bu kızı, harcanmasın” demiş. Böylece zorla konservatuvara yollandım.
Neden gitmek istemiyordunuz ki?
Tek amacım Enver’le evlenmekti.
Enver de kim?
Öyle biri yok canım. Enver adında bir minibüs şoförüyle evlenmek en büyük hayalimdi. Adamın ismi niye Enver, o da belli değil. Evlenelim, bir gecekonduya yerleşelim, bir divanımız olsun, ben o divanı fırfırlı örtülerle süsleyeyim istiyordum.
Ee insanın komşuları masa bacakları olunca, bunlar da normal haliyle...
Kardeşim Berna “Sen ne diye divan istiyorsun? Koskoca konakta büyüdün cibilliyetsiz. Bunlar hayal değil yıkıklık” diye dalga geçerdi benimle. Bir sobam olsun isterdim. Ama öyle çini falan değil ha, bildiğin odun sobası. Kapının önünde de bir çingene mangalı, üzerinde balık kızaracak. Ben de balıkları Enver’e böyle civil civil taşıyacağım (kahkahalar)...
Hayal değil bildiğin Yeşilçam melodramı mübarek..
Sorma! Ayrıca sakın ipekten falan bahsetme bana. Basmada gözüm basmada! Annem zaten “Eğer seni evde doğurmasaydım, kesin hastanede bebekleri karıştırdılar derdim” diye söylenir hep (gülüyor)...
Bulamadınız mı kendinize bir Enver?
Neredeeee? Bir gün İbrahim Tatlıses eşim Koral’a “Ne biçim adamsın be! Almadın bir minibüs! Al bir tane, yap çantanı, koy bozuk paraları, bindir şu kadını, şöyle bir tur atsın” demişti.
Neyse biz turumuza konservatuvarla devam edelim.
Annem beni konservatuvara göndermeye karar verdiğinde babam ona “Sen ileri görüşlüsün, ne istiyorsan yap” dedi. Hakikaten de ileri görüşlü bir hanımefendi kendisi. Allah uzun ömürler versin, çok da esprilidir. Düşün 89 yaşında, “Kim Milyoner Olmak İster”i seyredip “Ben 250 bine kadar jokersiz gelebilirim” diyor. Nasıl bir zeka artık sen anla. Daha çocukluk yıllarımda Kadın mecmuasını çıkarıyordu.
Hele o zamanlar için çok önemli bir şey...
Tabii ki. Ayrıca Beyoğlu Yardımseverler Derneği’nin kurucusudur. Uzun yıllar da Kadıköy Musiki Derneği’nin başkanlığını yaptı. Zaten o yüzden Türk Müziği’ne özel bir ilgim var. Pek çok eseri bilirim, nerede duysam hemen mırıldanırım.
Eşiniz müzisyen... Evde mikrofonu kapıp şarkıcılık denemeleri yapıyor musunuz?
Yok canım. Koral bateri materi çalıyor. Benim ne işim olur bateriyle (kahkahalar)...
Eskiden aileler çocuklarının konservatuvara gitmelerine kolay kolay izin vermezlerdi. Sizinkiler de maşallah zorla yollamışlar...
Aynen öyle oldu. Okuldan kaçmayayım diye yengem aşağıda kantinde beklerdi. Sen onu bırak, konservatuvar imtihanına öyle isteksiz gittim ki, adımı bile unuttum.
Hoppala! Yine hayal alemine mi dalıyoruz Perran Hanım?
Ne hayali, gerçekten oldu bu. Ankara’da imtihan sırasında o koca sahneye tek başıma çıktım. Hastaydım, ateşim vardı. “Adınız?” dediler... Ulan neydi benim adım? Bir kez daha sordular, benden tık yok. Üçüncü defa “Adınız?” diye bağırdılar, yine cevap alamayınca “Buyrun çıkın” dediler. Adını bilmeyenden hayır mı gelir?
Ee peki sonra nasıl girdiniz?
İstanbul Devlet Konservatuvarı’nın imtihanına girdim. Ne çalışacağımı da bilmiyorum. Cahit Atay’ın “Sultan Gelin”ini seçtim. Gidip hem kadın hem de erkek karakterlerin rollerini ezberledim.
İmtihanda her ikisini de mi bilmenizi istiyorlar?
Yok canım. Benim işgüzarlığım. Bir tirad, bir parça, bir de şiir sunman lazım. Ben hangi şiiri seçtim dersin?
Orhan Veli’den mi?
Keşkeee. Faruk Nafiz’den “Han Duvarları”! Kaç sayfa o şiir biliyor musun? Tam 35!
Tavuk gibi kendinize de işkence etmişsiniz anlaşılan...
Sorma! Ben yine çıktım sahneye. Yıldız (Kenter) Hanım “Haydi!” dedi. Antigone’nin “Evet çirkinim” diye başlayan bir tiradı var.
Adınızı söyleyebildiniz mi bari bu sefer?
Söyledim söyledim. Neyse “Evet çirkinim” diye başladım... Gerisi yok! Bir daha “Evet çirkinim”... Ardından bir daha... Takıldım kaldım.
Deja vu durumları...
Aynen öyle. “Bundan vazgeçelim” dediler ve sıra “Sultan Gelin”e geldi. Hem gelini hem de damadı oynayacağım. Kafama şifon bir eşarp takıyorum “Beni buralarda bırakıp gidemezsin Ahmet” diye hüngür hüngür ağlıyorum, ardından hooop “Gitmem lazım, Gölbaşı’nda sevgilim bekliyor” diye Ahmet oluyorum. Bir tarafta salya sümük bir kadın, diğer tarafta gayet ciddi ve endişeli bir adam...
Vallahi bravo!
Bravo ama hocaların hepsi ayaklarını yerlere vura vura gülüyorlar. Yıldız Hanım’a gülmekten kramp girmiş, “Ayyy yeter” diye bağırdı. Bu çok gücüme gitti tabii. Sonuçta dram oynuyorum, kahkaha atacak bir durum yok. Neyse “Bir de şiir var” dedim. Han Duvarları’nı duyunca beni sahneden indirdiler. “Herhalde kazanamadım” diye düşündüm ama bir baktım ki konservatuvara birincilikle girmişim.
İstemeye istemeye gittiniz sonuçta...
Sonraları isteksizliğim geçti. Çok iyi bir öğrenciydim. “Perran’a sorun, Perran bilir” lafı meşhur olmuştu o zamanlar. Eskrim dışında her derste çok başarılıydım.
Konservatuvarda kimlerle aynı dönemde okudunuz, aralarında tanıdıklarımız var mı?
Erdal-Güzin Özyağcılar ve Ali Poyrazoğlu bir üst sınıftaydı. Mustafa Alabora da abimizdi. Ah bak aklıma ne geldi! O zamanlarda aldığım “aşırı” terbiyeden dolayı “be” bile demiyorum diye Mustafa Alabora beni karşısına alır, terbiyesiz laflar temrini yaptırırdı (gülüyor).
Kabuğunuzu kırıyorsunuz yavaş yavaş...
Eh öyle oldu haliyle. Konservatuvara girdiğimde Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’dan teklif geldi. Daha 16 yaşındaydım ve çok büyük bir kadını oynamam gerekiyordu. Bana öyle kocaman bir topuz yaptılar ki görenler “Madam Pompadur, ben geliyorum, sen soyunadur” diye dalga geçmeye başladı. Aman ya Rabbim. Ne kadar ayıptı benim için böyle şeyler (gülüyor)
Sonra rotasını nereye çevirdi Madam Pompadur?
Ulvi Uraz Tiyatrosu’na geçtim. Çok güzel şeyler öğrendim Ulvi Hoca’dan. Ardından da Nisa Serezli-Tolga Aşkıner’in kadrosuna girdim. Orada çok mutlu günlerim oldu. Hüseyin Kutman’la da o ara evlendik.
Evlenmek için çok genç değil miydiniz?
Zaten aramızda da çok yaş farkı vardı. Sevgi, aşk ve kadın-erkek ilişkileri adına çok şey öğrendim Hüseyin’den. Fakat devam ettiremedik ve ayrıldık.
Yaş farkından dolayı mı?
Vallahi o bana yaşlı gelmedi ama galiba ben ona fazla genç geldim. Kendi akranı birini bulup o gitti, ben değil (gülüyor).
Kısa bir süre sonra da Koral Bey’le tanıştınız...
Müjdat (Gezen) ile birlikte tiyatro kurmuştuk. Koral’ın orkestrası da müzikleri yapıyordu. O vesileyle tanıştık ve dile kolay 34 senedir hiç ayrılmadık.
Nedir bu gerçekten de uzun ömürlü beraberliğin sırrı?
Nereden başlasam bilmem ki. En başta Koral’ın rahmetli anne ve babası beni müthiş güzel sarıp sarmaladılar. Kayınpederimin cenazesinde yakın bir arkadaşı yanıma gelip “Sizi kendi çocuklarından bile daha çok sevdi” dedi.
Vay be!
Vay ki ne vay! İkinci evliliğim olduğu için gelinlik giymek istememiştim. “Olmaz sen bizim ilk gelinimizsin” dediler ve gelinliğimi, evimizi, kısaca her şeyimizi elleriyle yaptılar.
Mutlu evliliğinizin tek sebebi eşinizin ailesi değil herhalde...
Çok güzel eğleniriz Koral’la ikimiz. Beraber seyahat etmeye bayılırız. Eğer Koral seyahate tek başına gidiyorsa ona fark ettirmeden valizine, ceplerine, tıraş takımın içine minik sevgi sözcükleri yazarım. Yani nereye elini atsa ben varımdır yanında. Birbirimize yemekler pişiririz. Evi bile keyifle toplarız.
Keyifle ev toplayan erkeği de ilk defa duydum...
Aaa benim bazı özel cilvelerim vardır. Mesela pazar günü yardımcımız izinli, evde yatakları toplayacak kimse yok. Ee ben niye tek başıma toplayayım? “Koral farzet biz seninle otelde çalışıyormuşuz ve flört ediyormuşuz”... “140 numaranın yatağı toplandı mı?”... “Haydi gel toplayalım!”... Ve beraberce toplarız yatakları (gülüyor).
Koral Bey’in de var mı böyle romantik “numaraları”?
Var tabii ama öyle bildiğin klasik jestlerden değil. Mesela çiçek almayı bilmez benim kocam. Senelerce ona kadınların çiçek almaktan hoşlandığını anlattım. Bir gün geldi “O kadar şanssızsın ki” dedi bana. “Niye?” diye sordum. “Tam sana çiçek alıyordum, çingeneyle pazarlıkta anlaşamadık” demesin mi! Kırk yılda bir çiçek alacak, onun için de çingeneye gidiyor, pazarlık ediyor, anlaşamıyor ve getirmiyor (kahkahalar)
Sizinle konuşup Müjdat Gezen’den bahsetmemek olmaz...
(Gülüyor) Haklısın olmaz. Birlikte çalıştığımız dönem öyle fazla vakit geçiriyorduk ki Müjdat’ı kocam sananlar bile vardı.
Yok artık!
Aaa tabii dinle bak. Koral’ın askerliği için birlikte Sarıkamış’a gidiyoruz. Bir geceliğine Ankara’da mola verdik. Arıyoruz arıyoruz bir türlü otellerde yer bulamıyoruz. Neyse sonunda bir tanesine girdik. Resepsiyondaki görevli “Sizi o kadar çok seviyorum ki bir tane rezervasyonlu odamı size vereyim, orada kalın” dedi.
Şöhretin faydaları...
Ah nasıl sevindik anlatamam. Fakat adam “Tek size verebilirim” diye ekledi. Koral’ı gösterip “O olmaz” dedi ve “Müjdat Bey nasıllar?” diye sordu. O zaman anladım durumu. “Beyefendi kocamla aynı odada kalabilir miyim? Asker olacak, birlikte gidiyoruz” dediğimde resepsiyonistin suratını görmen lazımdı (gülüyor).
Ne yaptı peki talihsiz adam?
Ne yapsın? Bin kere özür diledi. “Ben sizi yıllardır Müjdat Gezen’le evli biliyordum” dedi (kahkahalar).
Uzun seneler birlikte çalıştınız değil mi?
Çalışmanın dışında da sürekli görüşürdük. Fenerbahçe’de otururken komşuyduk hatta. Az kahrını çekmedim ben o hastalık hastasının (gülüyor).
Aaa tabii meşhurdur Müjdat Bey’in hastalıklara olan “meyili”...
Sen ne diyorsun. Maksim Gazinosu’nda çalışıyoruz. Dükkana gitmeden birkaç saat önce ilk telefon gelir Müjdat’tan; “Perruş ben çok hastayım, bu gece gitmeyelim”... “Peki” deyip kapatıyorum ama telefonun başından ayrılmıyorum, biliyorum daha 13 kere arayacak.
Eee bir dahakinde ne diyor?
“Peruş ben hastayım ama gitmezsek ayıp olacak, o yüzden gidelim” diyor ne desin. Neyse sonunda beni alıyor, tutuyoruz gazinonun yolunu. Tam köprünün üzerindeyken “Peruş çabuk direksiyona geç, beni Haydarpaşa Numune’ye götür” demeye başlıyor.
Eyvah trafik karıştı!
Hem de ne karışmak. Bir değil iki değil belki 20 sefer köprünün aynı noktasında aynı olayı yaşadık. Neyse biz korna çala çala hastaneye varıyoruz. Artık tanıyordu bizi oradakiler. Tam acilden içeriye girerken Müjdat, hemşireye dönüp ona verilmesi gereken ilaçları söylüyor.
Hemşire “geldi yine bizim deliler” demiştir...
Daha kim bilir neler geçirmiştir içinden... Yine böyle hastaneye gittiğimiz bir gün doktor geldi. Adamı görsen yay gibi kaşlar, dikdörtgen çerçeveli gözlükler, üzerinde kayınvalidesinin ördüğü bir süveter... Müjdat bunu gördü “Perruş bana şunun branşını öğrensene” dedi. Ben de gittim sordum, iç hastalıkları uzmanıymış. Müjdat dönüp “Yalan ya bu doktor falan değil, bildiğin hademe” demez mi?
Bence der...
(Gülüyor) Haydi bu sefer Başhekim Seyfi Basa’ya haber gitti. Seyfi Bey geldi, Müjdat’ı gördü “Git ulan boşu boşuna hastaneyi işgal etme” deyip bizimkini kovdu. Bir de meşhur check up’ları vardır beyefendinin.
Haftada bir mi yaptırıyor yoksa?
Neredeyse (kahkahalar). Şişli’deki Osmanoğlu Kliniği’ne gidiyordu hep. Sahibi, sayesinde üç klinik daha açmıştır. Ha bu arada bizimki bir gece öncesinden hastaneye yatıp yaptırır check up’ını... Bir gün yine yerleşmiş odasına, ben de gittim ziyaretine.
Siz de hastalık senaryosuna uyuyorsunuz...
Tabii canım... Havaya girsin diye bir de çiçek alıp gittim. İçeri girdim, Müjdat her zamanki kısa bilekli pijamasını giymiş, yatakta uzanıyor. “Ah Perruş gördün mü başımıza gelenleri” dedi bana. Ne gördün mü ulan daha tahlil yapılmadı (kahkahalar)...
Belli ki o kafasında tahlil sonuçlarını çoktan kurmuş bile...
Sorma tam nasılsın diyeceğim, bizimki “Bir dakika Perruş, bana bir cildiyeci yollayın” dedi. Kadın geldi, Müjdat kolunda bir nokta gösterip “Bu ne?” diye sordu. Doktor “Ben Müjdat Bey” deyip çekti gitti. Bunun bir de rahmetli Selahattin Hoca’sı vardı. Onun verdiği ilacı içtikten sonra “Bomba gibiyim” der hastaneden çıkardı. Adam yıllar sonra “Ah be Müjdat, yıllarca sana verdiğim ilaç Aspirin’di, sen de yedin” diye itiraf etmişti.
Nasıl tahammül ediyordunuz her seferinde bu keşmekeşe?
Derdini veren Allah, sabrını da verir (kahkahalar)...
Kavga ettiğiniz zamanlar olmadı mı hiç?
O beni zaman zaman çıldırtmaya çalışır. Böyle durumlarda kocam beni arabaya atıp Belgrad Ormanları’na götürür. Hemen camı açıp, o hafta içinde Müjdat dahil kime sinirlendiysem çığlık çığlığa bir güzel saydırırım. Ardından yaşadığım sakinliği sorma gitsin. Zannedersin sinirlerim alınmış.
Genelde insanlar Perran Kutman’a bizden biri diye bakıyor. Fakat ben etrafınızda camdan bir duvar olduğunu seziyorum. Sanki fazla yaklaşırsam çarpacakmışım gibi...
Doğru, dikkat et çarparsın...
Peki neden bu kadar seviyorlar sizi?
Çünkü hep göz hizasındaki kadınları oynadım. İnsanların sokağa çıktıklarında, çarşıya pazara gittiklerinde karşılaşabilecekleri karakterlerdi benim canlandırdıklarım. İşte bu yüzden kolay benimsediler Perran Kutman’ı...
Perran Kutman’ı mı yoksa onun rollerini mi benimsediler?
Güzel bir noktaya değindin. Zamanında bir Mercedes aldım. Bir gün benzin istasyonundayım. Orada çalışan adam yanıma geldi, arabayı işaret edip “Sende olmadı bu” dedi. Neden? Çünkü sadece onun da yapabileceği şeyleri yapmamı bekliyor benden.
Siz Miami’yi ilk keşfedenlerdensiniz...
Bir arkadaşımızın orada evi vardı, bize de aldırdı. Miami’ye nefes almaya gidiyorum yılın belli aylarında. Burada gözlemlenen biriyken, orada rahat rahat insanları gözlemleyebilmek hoşuma gidiyor. Eskiden Bodrum’a giderdim.
Artık sevmiyor musunuz Bodrum’u?
Büyüdü ve çok kalabalıklaştı artık oralar. O zamanlar Ahmet Kaya sazıyla gelir, sabaha kadar türküler söylerdik bizim evde. Fikret Kızılok’la sessiz sinema oynardık.
Yeni diziniz “Ah Neriman”dan bahsedelim biraz... Nasıl bir karaktersiniz bu sefer?
Şevket’ciğimin (Altuğ) “Süper Baba”sı misali süper bir anneyi oynuyorum bu dizide. Evlatlarına düşkün, bir para kaybından dolayı eski mahallesine dönmek zorunda kalan bir kadın Neriman.
Perran Kutman’ın tacını devredeceği biri var mı?
Kimse kimsenin yerine dolduramaz aslında. Ben ilk çıktığımda Suna Pekuysal’la karşılaştırmışlardı. Fakat illa ki bir isim vermem gerekirse, Binnur Kaya’nın oyunculuğuna bayılıyorum
© Tüm hakları saklıdır.