”Allah evlat acısı yaşatmasın”, diye son derece haklı bir temenni / laf var ya.
Acıların en dehşetlisi.
Başka hiç bir acıyla karşılaştırılması mümkün olmayan, tüm diğer acıların yanında afaki pireler gibi kalacağı bir acı ‘çeşidi‘ evlat acısı.
‘Çeşidi‘ kelimesini dahi, içime sinmediği için tırnaklıyorum.
Hiç bir acıyla kabili kıyas olmayan bu acıyı, nasıl da bol keseden dağıtıyor analara, babalara Bizim Cumhuriyetimiz: Türkiye Cumhuriyeti!
Bunları yazmak da, yasaktı. Suçtu.
Türk milletini aşağılamaya girerdi, halkı askerlikten soğutmaya girerdi.
(Şimdi neye girdiğini, göreceğiz. )
Halkı askerlikten soğutmaktan yargılanmış, mahkemesi faşist Ergenekon insanları tarafından basılmış, bilmem kaç saat kuşatma altında tutulup her nevi hakaret, küfür ve tehditi yemiş biri olarak: Elime sağlık! diyorum.
”Vicdani red bir insan hakkıdır!” yazım için.
Bir çocuğu, bir tek Türk gencini dahi askerlikten soğutabildiysem; ne mutlu bana!
Bir çocuk dahi askere gitmeyip de, sağ kaldıysa ; helal olsun.
Vatan bir kavram, hakiki çocuklar mühim olan. Onlar sağ olsun.
İngilizce’ye çevirirken benim burda yargılandığım maddeyi, nasıl diyeceklerini bilemediler;
”Halkı askerlikten soğutmak?”
Evet, absürd diyordum onlara.
Evet nasıl çevireceğinizi, tanımlayacağınızı bilemezsiniz böylesine zırva bir ”kanun maddesini” Rasyonalite Topraklarında.
Ama bizim Kabusland’de öldür Allah kurtulamadığımız Evren Anayasası böylesi saçmalıklar, zırvalıklarla bezelidir!
Mayın tarlası, don lastiği, çamur çukuru mantığıyla.
Don lastiği gibi çektikçe uzayan maddelerden biri çekilir, çekiştirilir; şak diye yüzünüzün ortasına indirilir.
Hrant’ı ölüme götüren yolun taşlarını, Türklüğe Hakaret metafizik maddesinin, yoruma her tarafından açıkta maddesi üstüne döşediler.
Sonra da, ”tutamadılar” işte Trabzon’dan yola çıkan birkaç beyaz bereliyi!
(Bereliler nasıl da devşirildiklerini, kandırıldıklarını, kafalandıklarını anlatıp duruyorlar.
Ama dinleyen yok. İşlerine gelmiyor.
Hrant’ın HAKİKİ katillerini bulmak, o çocuklara bu işi yaptıranları ortaya çıkarmak hiç birinin işine gelmiyor.
Çıkar ortaklığının bağlayıcılığıyla kenetlenmiş, düğümü çözdürmüyorlar.)
Ermeni, Türklüklerine hakaret etmişmiş!
Aramızdaki en Türk adamı, Ermeni diye, Türklüğe dil uzattı yalanı/ bahanesiyle kaldırıma seriverdiler!
Şimdi kendi beyaz berelilerini yaratmaya çalışıyor Başkan.
Ona evinde tutamayacağı milisler, vurucu timler lazım.
AK Parti Gençlik Kollarında aradığı kimyayı bulamadı.
Gezi esnasında ‘‘Evde tutmakta zorlanıyorum!” diye attı, tuttu.
Çok şükür kimse palasını,kamasını,sopasını kapıp Taksim’e akın etmedi.
Öylece kala kaldı tehdidiyle.
E şimdi, ona evinde tutamadığı Yıldırma Timleri lazım!
Savaş yetmez, bi de iç savaşın bu çeşidi eklensin.
Korku Cumhuriyetinin Başkanı olabilmek için, korkunun / dehşetin dozunu habire arttırmak lazım.
Maksat, gündem şenlensin! Kanlansın. Kararsın. Karışsın.
Kendi öz evladı için bir suikast düzenleniyor kurgusu yaratıklandıran birinden söz ediyoruz burada.
Bizi esir alanın ruhsal vaziyeti, o denli vahim.
Korkunç zamanlardan geçiyoruz.
Ama bu defa umutsuzluğumuz, altından kalkamayacağımız boyutlarda.
”Bitti, kurtulduk!” dememize kalmıyor.
Kendimizi yeniden ve sil baştan aynı döngünün içinde buluyoruz.
Umutsuzluğumuz, uyanıp da kabusun bittiğini göremeyecek olma ihtimalimiz yüzünden katlanıyor.
Kabus görüyor olsak, sabah olup da uyandığımızda her şey yoluna girmiş olur.
Ama biz Kabusiye Cumhuriyetinde yaşatılıyoruz.
Dün bi arkadaşım YouTube’dan kardeşinin cenazesinde acıyla haykıran bir vatandaşımızın görüntüsünü gönderdi.
”Cumhurbaşkanı bu terörle gurur duysun. Ben onu bu yaşa getirinceye kadar ne çektim, biliyor mu?” diye bağırıyor acıdan düğümlenmiş sesiyle adam.
”Kardeşi kardeşe kırdırıyor. Genç kardeşimi gönderdim, cesedini alıyorum” diyor. Kürt aksanıyla.
Kürtler hem o taraftan, hem bu taraftan çocuklarını kaybediyor.
”Hakkımı helal etmiyorum”, diyor.
Neden etsin?
Başka bir kayıtta, oğlu halen askerde olan bir ana; acıdan gözü dönmüş, endişeden bağrı dağlanmış ”Böyle vatan sağolmasın!” diye bağırıyor.
”Göndersinler, sıkıyorsa, kendi çocuklarını göndersinler. Benim çocuğuma bi şey olursa, bu vatana vatan demem.
Çocuğumun kanını feda etmem!”
Bu hissiyat; pisi pisine gencecik çocukları, biricik ana kuzularını savaşa, ölüme gönderdiğimiz, kimsenin bir haltına yaramayan, sonu gelmek bilmeyen bir kör dövüşüne kurban verdiğimiz hissiyatı giderek kartopulanıyor.
”Artık bu duygular dillendirildi. Herkes vatan – millet kuru edebiyatı yerine, hakiki, yakıcı hislerini haykırmaya başladı” diyorum arkadaşıma.
”Ne biliyorsun? Belki eskiden de böyleydi, ama sansürlüyorlardı” diyor.
”Duyurmuyorlardı, göstermiyorlardı bize.”
Artık YouTube çağına girdik hanımlar , beyler ; kendini saraylara layık bulanlar!
Çamur havuzlarınızdan o gün çıkardığınız komplo menülerini, kaç kişiye servis edip yedirebilirsiniz ki?
Kaç kişi biteviye palavralarınıza, saçmalamalarınıza, Yavuz , Arsız, Katil Hırsız taktiklerinize inanır ?
Suratını görmeye tahammülümüz kalmadı.
Her muhtar vesaire fason fırsatıyla, ekranların ablukaya alınmasının, hükmü yok.
Göz ucumuzu dahi değdirmiyoruz, ben yıllardır bakmıyorum suretine.
Anında topukluyorum, hangi ekranı işgal etmişse.
Tahammülümüz kalmadı.
Öfkemiz ve nefretimiz, acımızla harmanlanıyor şimdi.
Çocuk cesetleri üstünden yükselen bir sarayda oturamazsın.
Kanlarla yıkanmış bir handa soluklanamazsın.
Gemini çekemezsin, silme ölüyle kaplı limana.
Onca ceset, onca kan, onca gözyaşı..
Ana baba ahı. Kardeş, sevgili, eş ahı.
Babasını pisi pisine kaybetmiş çocukların ahı.
Yüzünde biteviye ve pişkin bir sırıtışla, bir yere kaçamazsın.
Herkes tanıyor, biliyor kim olduğunu.
Bilmezden gelenler, çıkar ortakların. Yancıların, yanaşmaların.
Bu acı arkandan gelecektir.
Acıları insanlarımızın, çığ gibi büyüyor.
Ölüleri gerekçelendiremezsin.
Hangi deliğe girersen gir, hangi yalandan şatoya sığınırsan sığın.
Aldığın bu ah!lar, seni bulacaktır.
Bu yazı Nokta dergisinde yayımlanmıştır.