Kültür-Sanat

Orhan Pamuk The Guardian'a yazdı: Dayanita Singh'in fotoğraflarında hafızanın ışığı ve dokusu

"Kısa sürede en sağlıklı kişiyi bile astımlı yapan Hindistan arşivlerine kendi özel kokusunu veren diğer şey Muson yağmurlarından sonraki sel baskınlarıdır."

22 Haziran 2022 15:02

* Orhan Pamuk

Dayanita Singh ile 2011 de Hindistan’da tanıştım. Fotoğraflarından daha önce de haberdardım. O ilk tanışmamızda Dayanita eserlerinin bazılarını dikkatle gösterdi bana. Goa’da bir dönem Ocak ve Şubat aylarında yazı yazmak için kiraladığım evimden arabayla bir saat uzaklıktaki, onun “benim Goa’daki köyüm” dediği evindeki atölyedeydik. Dayanita arşiv işleri (archive work) dediği şeyin henüz başlarındaydı. Bir atölye gibi hatırladığım yarı karanlık odada biz siyah beyaz fotoğraflara bakarken, arkadaki bir terastan devam etmekte olan küçük bir partinin, Dayanita’nın evinde verdiği yemekli davetin kalabalığının uğultusu geliyordu (Kiran Desai, Amitav Gosh). Az önce evin yakınlarındaki bir bataklıkta gezinen timsahtan söz edilmişti. Karanlık ve lacivert bir gece vardı dışarıda. İçeride yarı karanlıkta siyah beyaz fotoğraflara baktıkça çok eski ve çok tanıdık bazı hatıralar canlanıyordu içimde... Hayır, “hatıralar” kelimesi yetersiz. İçimde canlanan şey hatıraların verdiği bir duyguydu ve fotoğraflar sanki bu duyguyu saptamak için çekilmişlerdi.

Bu duyguyu tarif etmek için yazdığım bu yazıda Dayanita Singh’in bazı fotoğraflarının bende uyandırdığı “hatıra” izleniminin nedenlerini araştırmak istiyorum ilk. Bu aynı zamanda bu fotoğrafçının duyarlığıyla benim ilgilerimden bahsetmek demek.

Beni Singh’in fotoğraflarına en çok bağlayan şey Dosya Odası (File Room) ve Talih Müzesi (Museum of Chance) adlı kitaplarında topladıklarıdır. Bu kitaplarda, Hindistan’ın büyük devlet arşivlerinin, depolarının, evrak odalarının ve bu yerlerin uyandırdığı hayallerle uyum halinde bazı kişilerin, yerlerin ve anların siyah beyaz fotoğraflarını görürüz. Sayfaları çevirirken içimizde şiirsel bir eskimişlik fikri ve derinlik duygusu uyanır: İnsanlar bir zamanlar çok uğraşmışlar, çok çalışmışlar, pek çok şey istedikleri, dilekçeler verdikleri, davalar açtıkları gibi, birbirleri hakkında pek çok şeyi yazmışlar, sınıflamışlar, yaptıklarını devletin de desteğiyle ve zoruyla sürekli kayda geçirmişlerdir. Bütün bu yoğun faaliyet sona ermiş, geriye bu belgeler, dosyalar, torbalar ve onları tutan, saklayan demir raflarla, demir dolaplar kalmıştır.

Tozlu olmasalar da tozlu gibi gözüken bu kurşuni karton, demir, eskimiş, solmuş kâğıt yığınlarının siyah beyaz fotoğrafları bana “hafızanın dokusu” (texture of memory) diyebileceğim bir şeyin varlığını hissettiriyor.

Hafızanın dokusu” ile neyi hayal ediyorum? İster eski eşyaları, taşları, kap kacağı muhafaza edelim, ister kalıcı olacaklarını sandığımız renkli resimler yaptırıp bir kenara koyalım, ister üzerine yazı yazdığımız her kâğıt parçasını özenle biriktirelim (ben öyle biriyim, mesela), ister fotoğrafın ve dijital hafızaların sonsuzluğuna saflıkla inanalım, geçmişi korumak ve muhafaza etmek imkânsız bir çabadır. Ama buna rağmen Dayanita Singh’in fotoğraflarının gösterdiği gibi “geçmişi koruma çabamızı” gösteren şeyleri yani eski eserleri, belgeleri, dosyaları bugün bize göründükleri gibi saptamak, hatırlamak çabamızın ne kadar candan ve ne kadar “kutsal” olduğunu hissettirir bize. (Dini konu ve yapılarla çok az ilgilenmesine rağmen Singh’in kamerasının bize sunduklarında dini ve mistik bir yan vardır.) Hafızalarımızdan pek bir şey kalmaz geriye; belki bizler bile hatıraların ayrıntısından değil, onların bugünkü şeylerin içlerinde sıkışmış havasından-halesinden- (aura) hoşlanırız. Hatıraların şeylerden biriktirdiği hale/aura elbette bizde bir hüzün/melankoli uyandırır. Tıpkı eski Yunan, Roma kalıntılarına, terkedilmiş anıtlara bakmak gibi. Bu kirli, tozlu, renksiz dosyaları “güzel” bulmamızın nedeni, Singh’in hünerli kamerası sayesinde onların içlerimizde birikmiş melankoliyi ortaya çıkarmasıdır.

Bu melankoli ile eski depolarda, mahzenlerde, arşiv odalarında kâtiplik eden kişilerin yüzleri, gölgeleri aynı karede saptandığında arşiv odalarının bizde uyandırdığı hüznün aslında bir hayat tarzı ile ilgili olduğunu da sezeriz. Dayanita Singh’in fotoğraflarından saptamaya çalıştığım duygu gibi, bir de hayata karşı alçakgönüllü bir tavır, bir geriye çekiliş, zaman karşısında herşeyin boşluğuna karşı vakarlı (dignified) bir direniş sezilir.

Dosya Odası adlı kitaptan aldığım fotoğraftaki dosyalarla çevrili memur kadının duruşu mesela. Çevresindeki eskimiş kâğıt yığınları, iple sarılı dosya tomarları, raflar dolusu kâğıtlar içinde yaşayan memurenin iyimser gülümseyişinde, yaptığı Kafkaesk işin aslında makul ve gerekli olduğunu bize hissettiren bir yan var. Eğer Kafka’nın romanları, (Dava, Şato) öncelikle erişilmez ve anlaşılmaz bir devlet ve iktidar ile insanın ilişkisini araştıran birer alegori iseler, Dayanita Singh’in eserinde de devlet ve bürokrasiyle ilgili Kafkaesk bir yan vardır.

Öte yandan Singh’in fotoğraflarında bu şiirsel ve alegorik duyarlık kadar “gerçekçi” (realist) bir vurgu da görüyorum ben. Bu fotoğraflara benim gibi büyülenerek bakanlar, arşiv odalarında, demir dolapların içlerinde ve üstlerinde yığınlar halinde görülen sararmış eski kâğıtların kokusunu da alırlar.(

Çürüyen, eskiyen arşivler ve Singh’in fotoğrafları konusunda bir yazısında Aveek Sen Hindistan devlet arşivlerine kendi özel kokusunu veren ilk şeyin kâğıt yapımında kullanılan pirinç hamuru (rice-paste) olduğunu hatırlatır bize. “Ev tozu akarı” (house dust mites) dediğimiz görünmez böcekler pirinç hamurunu iştahla yiyip üzerlerinde delikler açar ve zamanla arşiv odalarını görünmez kâğıt taneciklerinden yapılmış bir kâğıt tozu bulutu ile doldururlar. Singh’in arşiv fotoğraflarının üst kısımlarında gördüğümüz devlet dairelerinin şaşmaz işareti pervanelerin serin esintisi ya da öksüren birisi bile (arşivlerde öksürmemek imkânsızdır), böcekler ve zamanla toz haline gelmiş bu eski kâğıtları paramparça etmeye yeter.

Kısa sürede en sağlıklı kişiyi bile astımlı yapan Hindistan arşivlerine kendi özel kokusunu veren diğer şey Muson yağmurlarından sonraki sel baskınlarıdır. Islanmış dosyalar kendi hallerine bırakılırsa tuhaf bir mantar ve nem kokusu sarar evrak odalarını. Belgeler, tek tek dışarı çıkarılıp (neredeyse imkânsız bir iştir bu) güneşte kurutulursa, nehirlerin gübreli çamuru ile yapış yapış balık balçığı diyebileceğimiz bir şeyin kokusu (smell of river-muck and fish slime) çıkar ortaya.

Bu konuları Benim Adım Kırmızı adlı romanımda nakkaşlara tartıştırdığım (pirinç hamurunun İstanbul’daki karşılığı farelerin bayıldığı yumurtalı Arap zamkıdır/ Arabic gum) için değil yalnızca, çocukluğumda annem ve ağabeyimle gittiğim devlet dairelerinde benzeri kokuları kokladığım için de seviyorum.

Annem ve ağabeyimle 1960’lı yıllarda Ankara ve İstanbul’da aşı kâğıdı veya tapu belgesi almak ya da nüfus kütüğüne kayıt yaptırmak için gittiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet dairelerinde de aynı dolapları, aynı büyük defterleri, zarf ve dosya yığınlarını görürdüm. Buralarda “devlet” denen canavarımsı ve muazzam varlığın sihrini, okulda, askeri törenlerde ya da Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında hissettiğimden çok daha derin bir şekilde çocuk aklımla hissederdim. Devleti devlet yapan şey öncelikle asker ve polis değil, bu dosyalar, bu kayıtlar, bu eski kâğıtlar ve belgelerdi. Eski binalarda çürüyen bütün bu kayıtlar ve dosyalar ile bizlerin istenildiği gibi uyumlu bir hayatımız yoksa, mesela benim aşı kâğıdım ya da daha sonra olacağı gibi askerlik dairesindeki kayıdımda bir eksik-bir yanlış varsa, işte o zaman polisler ve askerler beni cezalandırmaya geleceklerdi. Yani devletin gücünün ilk kaynağı yüzyıllardır tutulan bu kayıtlardı, askerler ve polisler değil. Devlet dairelerindeki kâtiplerin çoğu zaman bizlere sert bir üslupla emir verir gibi konuşmaları, işlerin hep ters gitmesi, her zaman belgelerde bir eksiğimiz ve bir hatamız olması da devletin güçlü, bizlerin zayıf olduğu duygusunu beslerdi. Bu kâğıtlar, belgeler yığını, tıpkı asitli kâğıda basılmış eski gazeteler gibi altmış yetmiş yılda bir kâğıt tozuna dönüşse bile bizlerden daha güçlüydü. Belki de bu yüzden bu fotoğraflar bende bir hatıra izlenimi uyandırıyordu.

Dayanita Singh’in arşiv işleri (archive work) dediği fotoğraflarının halesi onun diğer fotoğraflarına da bulaşır. Bunu en iyi Singh’in Bhavan Müzesi (Museum Bhavan) adını verdiği ve bir kutuda topladığı küçük kitapçıklardaki fotoğraflara bakarken anlayabiliriz. Bütün bu eski makinalar, kazanlar, depolar, fırınlar, eski baskı makinaları (printing press), ne iş gördüğü kolay anlaşılmaz aletler de devlet arşivlerinden yayılan aynı haleyle sarılmışlardır sanki. Elbiseci, eczacı veya şapkacı dükkânlarında, ev içlerinde, mobilyalar, eşyalar, fotoğraflar, portreler, duvarlar arasında, masaların üzerinde, pencereden görülen manzarada da aynı haleyi hissederiz. Bu hale Dayanita Singh’in fotoğraflarının bir çeşit imzası olan yumuşak ve tatlı bir ışıkla birleşince, objektifin gördüğü dünyanın mantığı daha güçle ortaya çıkar.

Dayanita Singh de çerçevelenmiş şeyleri, camlar arkasından gözüken eşyaları, müzeleri, vitrinleri seviyor.

Bhavan Müzesi’nde yer alan küçük bir kitapçıktaki, konuları, müzeler, vitrinler, camekânlar ve çerçevelenmiş şeyler olan yirmi altı fotoğrafa (Vitrinler Müzesi - Museum of Vitrines) bakarken Dayanita Singh’in dünyasında müzelerden çıkma (museum like) bir şey olduğunu açık bir şekilde görüyorum.

Evrak odaları ve arşivlerden gelen bir ışık ve çerçeveleme zevki ve üslubu, Singh’in, Hindistan’ın yukarı sınıflarının evlerinde “Küçük Hanımlar Müzesi” (Little Ladies Museum) adını verdiği portrelerde ve Erkekler Müzesi (Museum of Men) adını verdiği kitapçıktaki fotoğraflarla da uyum halindedir.

Sanki Hindistan’ın sınırsız kalabalıklarını, bitmez tükenmez trafiğini ve gürültüsünü, güçlü güneşi ve kendi özel tarihini derinden hissedebilmek için, havası bunların tam tersi olan mekânlara, buzlu camlarla, tülller ve perdelerle, kapalı , yarı açık pencerelerle, gece, sis ve gölgelerle korunmuş iç mekânlara çekilmesi gerekir kişinin. Buralarda, tıpkı bütün bir ülkenin tarihinin, siyasetinin, hafızasının dokusunu gösteren eski evrak odaları gibi, dışardaki gürültünün, hayatın karmaşasının ve çatışmaların kendisi değil, onlardan kopuk ama tuhaf bir ışık altında onları hatırlatan bazı eşyalar-bazı kişiler görürüz. Şeylerden sanki bir sessizlik sızar. Ama bize hem bütün Hindistan’ı hem de bütün geçmişi ve evrak odalarının halesini-aurasını hatırlatan şey, Dayanita Singh’in kamerasının hünerle gördüğü ve bu büyük fotoğrafçının imzası olan o özel ışıktır.

* Bu yazı The Guardian'da yayınlanmıştır...