Orhan Pamuk *
Her edebiyatçının gençlik rüyası 69’uncu Cannes Film Festivali geçen hafta bitti. Festivalin 2007’de jürisindeydim. O yıl en büyük ödül Altın Palmiye’yi Romen yönetmen Cristian Mungiu’nun ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ü, Büyük Ödül’ü Japon yönetmen Naomi Kawase’nin ‘Mogari Ormanı’ adlı filmi ve En İyi Yönetmen Ödülü’nü de Amerikalı yönetmen Julian Schnabel’in Fransızca çektiği ‘Kelebek ve Dalgıç’ı kazandı. Jüride aramızda önemli bir tartışma olmadı. Zaten bu yazı, jürinin kararları hakkında değil, bir romancının dünyanın en büyük ve etkili film festivalinde jüri üyeliği yapmasının nasıl bir duygu olduğu üzerine...
En İyi Yönetmen Ödülü’nü Werner Herzog’un ‘Fitzcarraldo’ filmiyle kazandığı 1982 yılında da Gabriel García Márquez’in jüri üyeliği yaptığını, jüride her sene bir romancı, edebiyatçı olduğunu gazetelerden biliyordum. Bu yüzden 2005 baharında Paris’ten bana telefon edip “Gelecek sene Cannes’da, on bir günde yirmi küsur filmseyreder misin?” diye sorduklarında şaşırmadım ve jüri üyeliğini kabul ettim.
Yirmili yaşlarımda, İstanbul’daki edebiyatçı pek çok arkadaşım gibi ben de arada bir kaşlarımı çatıp “İleride bir film çekeceğim” derdim umutla. Aslında yönetmen olmak için benim de, arkadaşlarımın çoğunun da bir hazırlık filan yaptığımız yoktu. Bu sözle, sinemanın, tıpkı edebiyat gibi hikâyelerle kendimizi ifade etmenin bir yolu olduğunu ve film seyretmeyi çok sevdiğimizi ifade ederdik yalnızca.
1970’li ve 80’li yıllarda tıpkı yayımlanmış Türkçe her kitabı şöyle bir görüp karıştırma kararım gibi, dünyadaki kayda değer her filmi de görmek gibi kendi kendime dayattığım aşırı hırslı bir kültür ve eğitim programım vardı. 1982 yılında, bir akrabamın evine gelip Paris’te otuz üç gün kalmış ve Pariscope dergisindeki programlardan bulduğum sinemalarda karımla kırk iki ‘sanat filmi’ seyretmiştim. Bu filmler hakkındaki düşüncelerimi, futbol maçları ve futbolcular hakkında defter tutan bir çocuk gibi bir deftere yazar, henüz görmediğim Buñuel ya da Hitchcock filmleri hangileri belirlerdim. O yıllarda İstanbul’da, Henri Langlois’ın Paris’teki Sinematek’ini kendine örnek almış zayıf ve parasız bir Sinematek vardı.
İstanbul’daki İngiliz, Alman, Fransız ve İtalyan kültür merkezleri ve konsolosluklarda film haftaları düzenlenirdi. Hep aynı insanlardan oluşan kırk elli kişilik filmsever bir kalabalık bazen birbirimizle bu küçük sinema salonlarında haftada iki - üç kere karşılaşırdık. Yirmili - otuzlu yaşlarımda İstanbul’da benim için sinema, tıpkı en iyi zamanlarında edebiyatın yaptığı gibi diğer şehirler ve âlemlerdeki insanların hayatları ve insanoğlunun durumu hakkında bilgi edinmenin ve her seferinde dünyayı yeniden ve bir başka türlü görmenin yollarının tartışıldığı bir yerdi. Bu filmleri görmek için sinema salonunda koltuğuma her oturuşumda, özgün ve yaratıcı yeni bir romanı okumaya başladığımda heyecan ve iyimserlik kaplardı içimi.
Cannes’ın büyük salonunda jüriye ayrılmış koltuklardan birine oturduğumda ve beyazperdede filmden önce sihirli bir ışık belirdiğinde, her filmi işte gençliğimdeki bu iyimserlikle seyretmeye başladım: Portekizli, Koreli, Roman bu yönetmen için acaba bugün insanoğlunun durumu neydi?
Filmleri günde çoğu zaman iki kere, öğleden sonra ve akşamları seyrediyorduk. Sabahları otel odasında, pencerenin önüne çektiğim masaya oturur, bir yandan bir türlü bitmeyen yeni romanım ‘Masumiyet Müzesi’ni yazar, bir yandan da Cannes’ın anacaddesindeki hareketi izlerdim. Önce çöpçüler geceden kalma artıkları temizler; derken önümdeki denize demirli yatlara motorlar gelip gitmeye, lokanta ve kahveler açılmaya, kaldırımlar kalabalıklaşmaya başlardı. Bazen Akdeniz’e, güneye doğru bakar, uzun uzun bir zamanlar Empresyonistlerin, Matisse’in, Picasso’nun bu palmiye ağaçlarını ve ışığı görüp mutlu olduklarını düşünürdüm. Saat on ikiden sonra gece yarısına kadar hiç dinmeyecek o uğultu, hareket, bağırıp çağırma, koşturma, trafik gürültüsü başlayınca odamdan çıkar, ilk filmi görmek için büyük salona yürürdüm.
Otelin kapısında beni bekleyen Martinikli bir korumam vardı. Benden kısa boylu ve ufak tefek bu adamla hiç konuşmazdık ama onun varlığı bana yalnız sokaklarda ve film seyrederken değil; eğlenceler, partiler, yemekler ve törenlerde de bu mutlu insanların tuhaf âlemine ait olmadığımı hatırlatırdı. Ben siyasal sorunlarla ve şiddetle yüklü mutsuz bir dünyadan geliyordum. En iyisi olup biteni sessizce seyretmekti.
Kırmızı halının üzerinden birkaç kere geçtim; bütün partilere, davetlere ve eğlencelere katılıp herkesin elini sıktım, herkesle iyi niyetle arkadaşlık ettim; çok şey gördüm, çok şey öğrendim ve çok da eğlendim. Çocukluk ve gençliğimde pek çok filmde hayranlıkla izlediğim Michel Piccoli ve ‘Aşk Zamanı’ndaki (In the Mood For Love) unutulmaz havasıyla büyülendiğim Maggie Cheung ile jüri arkadaşlığı ettim. Ama bunun gibi bir- iki özel anın dışında Cannes’da jüri üyeliğine ilişkin hatıralarımı yokladıkça; bunları ben mi yaşamıştım; yoksa gazetelerde, televizyonda mı görmüştüm demeden edemiyorum. Çünkü yaşadıklarımın çoğunu gazetelerde zaten çoktan görmüştüm.
Jürinin özel toplantıları için arabalara binip Cannes civarındaki eski villalardan birine gidince asıl merak ettiğim şeyi, bu güzel sahillerde, koylarda, tepelerde eskiden beri yaşayan zengin insanların evlerinin içlerinin nasıl olduğunu biraz görürdüm. (Picasso buralarda bir yerde mi yaşıyordu?) Bu toplantılara giderken, sekiz on polis motosikleti sirenlerini de çaldırarak bize eşlik eder, hepimiz kendimizi önemli hissederdik. Bazan Cannes sokaklarında (korumamı atlattığımı lütfen kimseye söylemeyin) tek başına gezerken, tanıdık bir gazeteci, yayıncı ya da bir Türk ile karşılaşırsam o kişinin bakışlarında sanki ben çok özel bir hayata bulaşmışım gibi bir hayret ifadesi görürdüm. Çok özel geceler için odamda smokinimi giyip bir an aynaya baktığımda da bazen“Burada ne işim var?” diye kendi kendime sorar ve hemen “Ne var?” diye cevaplardım sorumu telaşla: “Dünyayı tanıyor, bu sene çekilmiş en iyi yirmi filmi görüyor ve ne çok şey öğreniyorum!”
Sonuçlar açıklandıktan, İstanbul’a döndükten sonra, Cannes’ın şaşası, tantanası, meşhurları, partileri ve jürinin kararları hakkında bir şeyler söylememi bekleyenlere hep aynı cevabı verdim: “Asıl haber başka aslında. On dokuzuncu yüzyıl romanının merkezi ve kalbi ailedir, öyle değil mi? Yirminci yüzyıl romanında bu merkezin sorunlarını tartıştığı, kararlarını aldığı yer de ailenin yemek masasıdır. Balzac’tan Thomas Mann’a, Stendhal’den Proust’a, Flaubert’den Nabokov’a ailelerin yemek yiyip tartıştığı bütün o dramatik roman sahnelerini hatırlayalım...
Yirminci yüzyıl sineması da romanı izleyerek pek çok yemek ve davet sahnesi çekmiştir. Ama Cannes’daki jüri üyeliğim sırasında dünyanın dört bir yanından gelen yirmi iki filmi arka arkaya seyrettikten sonra sinemada artık durumun değiştiğini, aile sofrasının yerine ailenin arabasının geçtiğini gördüm. Artık günümüz filmlerinin çoğunda aile üyeleri ancak arabayla bir yere giderlerken yan yana geliyorlar.Seyirci de –benim Cannes’da yaptığım gibi– anne, baba ve çocuklar arasındaki tartışmayı zevkle dinlerken o ülkenin manzaralarını seyrediyor. Bu, odaların içlerini seyretmek kadar güzel. Zaten Cannes’da jüri üyeliği yaptıktan sonra acaba ben de bir film yapabilir miyim diye yeniden düşünmeye başladım.”
* Bu yazı ilk olarak Hürriyet'te yayımlanmıştır