Kültür-Sanat

“Müstakbel İstanbullular”dan cesur yeni İstanbul

"Beyoğlu bir alemdir. İnsanlar yarına burada hızlanır"

03 Şubat 2019 11:25

*Likya Bademci

“Boğaz’ın kendisi de sanatkârhane, hatta müzikaldir. Amiel ‘manzara bir ruh halidir’ der. Fakat bazı manzaralar vardır ki bizi Amiel’in iddia ettiği kadar serbest bırakmaz. Hülya ve düşüncelerimize kendiliğinden bir istikamet verirler… Bu esrarlı dehliz öyle teşekkül etmiştir ki, bir tarafında yaşanan şey, öbür tarafında bir hatıra gibi tadılır…” Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’inde böyle anlatır İstanbul’u. Çoğu vakit sabah ezanıyla kendini İstanbul sokaklarına bırakan Sait Faik için; “Beyoğlu bir alemdir. İnsanlar yarına burada hızlanır. Uyuyan koca şehrin ortasında iki üç yüz metre içinde geceleri atan tek bir yüreği vardır İstanbul’un.”

İstanbul şairi Orhan Veli pek meşhur şiirinde gözlerini yummuş kenti dinlerken, “Başımda eski alemlerin sarhoşluğu/loş kayıkhaneleriyle bir yalı/dinmiş lodosların uğultusu içinde” dizelerini sıralar. İstanbul ki Bizans zamanından günümüze, ondan da öncesinden bugünden çok sonraya her daim farklı medeniyetlerin, dillerin, kültürlerin, hatta bunların hepsinden bağımsız şekilde insanların uğrak noktası olmakla malul dört başı mamur bir kent olarak kendi başına bir masal anlatıcısı gibidir. Her sokağında, her duvarında, her binasında, her ağacında ayrı bir tarih yazılıdır. Diğer yandan kentinden sökülüp alınan neyi varsa hepsinin sırrını içinde taşıyan devasa bir sandık gibidir. Uğruna yazılmış şarkılardan şiirlere, bir kahraman olarak karşımıza çıktığı yüzlerce romandan, öyküye her bir semtinin ayrı bir sesi, rengi, bakışı vardır.

Yıllar geçse de ayak bastığınız anda size bunu hissettirmeyi başarması esvabı mucizesi olan kent hakkında yazılmış bir derleme öykü kitabı, geçtiğimiz haftalarda Doğan Kitap’tan yayınlandı. Bir İstanbul güzellemesinden ziyade İstanbul’a yazılmış bir ağıt gibi okunabilecek kitaptaki öykülerin tümü 2099 senesinde geçiyor. Neden böyle bir yıl tercih edilmiş noktasında sözü kitabın derleyenleri Kutlukhan Kutlu ve Aslı Tohumcu’ya bırakırsak “Yılın çok da bir önemi yok aslında. Nihayetinde değil seksen, sekiz yıl sonra dahi tam olarak nasıl bir şehirde, nasıl bir dünyada yaşayacağımızı bilmemiz zor. Onun için basit bir şekilde, yaşadığımız asrın içinde mümkün mertebe uzak bir tarihte karar kıldık.” İşin kalanını ise sezgileriyle her daim ilham olmuş, ışık tutmuş edebiyatın geleceğe dönük kent düşlerine bırakmışlar. Ağıt dememin sebebi ise 16 ismi bir araya getiren bu derlemede ortaya çıkan öykülerin pek de ümitvari olmayan distopik düşler olması. Daha iyi bir dünya mümkün söyleminin yerini daha kötü bir dünya da mümkün cümlesine bıraktığı günümüz dünyasında gitgide daha da ilgi çekici hale gelen distopya türünün kadim İstanbul kenti üzerinden bu anlatısı sırf bu yüzden bile çok yere dokunuyor. Mümkünsüz değil, muhtemel geleceğin karanlık bir portresini çizen kitaba dair Kutlu ve Perker “geleceğe dair öyküler aslında geçtiği zamanı değil, yazıldıkları zamanı anlattığı” eklemesini yapıyor. Yani, bu antolojideki öyküleri “İstanbul 2099’dan ziyade İstanbul 2019 gibi okumalı” diyorlar. 

Gelelim kitaptaki öykü ve öykücülere. Aslı Perker boğazın ve tüm denizin kuruduğu İstanbul’u bir çocuğun gözünden anlatıyor. Tayfun Pirselimoğlu’nun öyküsünde ülkeyi demir yumrukla yöneten bir başkanın berberi olmakla görevli bir gencin hikâyesine, Barış Müstecaplıoğlu’nda uzaylıların istilasından kurtulmak için Beşiktaş’ta gizlenen yurttaşların macerasına tanıklık ediyoruz. Binalardan artık gökyüzünün görünmez hale geldiği İstanbul portresinde Deniz Tarsus hayatın ağırlığına dayanmaya çalışan iki çocuğun dünyasına götürüyor bizi. Denizi hiç görmeden yaşayan karakteriyle Engin Türkgeldi sur içine sıkışmış yaşamları resmediyor. Yapay zekanın hakim olduğu dünyada Beşiktaş’ta bir kafede buluşan baba oğul hikayesiyle Afşin Kum, ibadethanelerin ortadan kalktığı sanal versiyonlu bir İstanbul’da geçen öyküsüyle Sabri Gürses, yaklaşan siyasi seçim ortamında gökdelenlere hapsolmuş insanların duygu durumuna odaklanan Mehmet Açar’ın hikâyeleri sistemli kaos içinde var olmaya çalışan insana bir bakış sunuyor. Doğu Yücel’de Doğu-Batu savaşında tampon bölgeye dönüşmüş bir İstanbul bizi bekliyor. Cem Akaş’ın öyküsünde İstanbul’un imamı olan bir kadın karşımıza çıkıyor. Gülayşe Koçak ile beraber artık adı İstanbistan olan yeni İstanbul’da müziğin bile zapturapt altına alındığına şahit oluyoruz. Altay Öktem ise ciddi bir susuzluk ve radyasyon tehdidi ile uğraşan bir kent koyuyor önümüze. Murat Uyurkulak okurunu çok yoğun bir sansür ve medya kontrolünde hala yayımlanmaya devam eden bir gazetenin toplantı masasına oturtuyor. Elif Türkölmez çocukluğu Kınalıada’da geçmiş yaşlı bir kadının seneler sonra döndüğü İstanbul’una odaklanıyor. Depremler ve radyoaktif sızıntılarla bir felaket coğrafyasına dönmüş kentte endüstri öncesi hayatlar yaşayan insanları merkezine alan Mehmet Berk Yaltuk ve son olarak sadece bir simülasyona dönüşmüş, ıssız totaliter bir kabustan ibaret İstanbul tasviriyle Hakan Bıçakçı karşımıza çıkıyor.

İstanbul 2099’daki öykülerin her biri duymaya pek de aşina olmadığımız bir İstanbul kılığında karşımıza çıkıyor. Fakat tahayyül etmekte çok da zorlanılmayan bir İstanbul olması, işin trajedisi burada sanırım. Bir yandan çok uzak gibi görünen 80 yıl bir yandan yarın sabah gözünüzü açıp camdan baktığınızda karşınıza çıkabilecek bir kent gibi. Yine de ruhu karartmayıp, her şeye rağmen ve hâlâ daha iyi bir dünya mümkün diye bitirelim bu yazıyı.