Prof. Murat Belge, Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök'ün Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç'in sözlerini hatırlatarak, “İnsanlığı ancak birbirimizi sevmek kurtaracak” sözlerine yanıt verdi. "Birbirimizi sevmeliyiz, diyebilmek için, insanların da sevilebilir olması gerek" diyen Belge, Birikim Haftalık için kaleme aldığı yazısında, "Ortalıkta küçük çaplı Adolf Hitler’ler, Benito Mussolini’ler kaynarken, nasıl seversiniz bu kişileri?" diye sordu.
Belge'nin Birikim'de "Nasıl bir muhalefet?" başlığıyla yayımlanan (21 Aralık 2015) yazısı şöyle:
Geçen hafta bir ara Ertuğrul Özkök son Nobel töreninden izlenimlerini anlatırken edebiyat ödülünü alan Belarus hanımın sevgi üstüne söylediklerini aktarmıştı. İnsanlığı ancak birbirimizi sevmenin kurtaracağını söylemiş, Özkök de buna katılmış ve çok duygulanmış. “Sevgi” talep etmek bana biraz aşırı geliyor. “Birbirimizi sevmeliyiz” diyebilmek için, insanların da sevilebilir olması gerek. Ortalıkta küçük çaplı Adolf Hitler’ler, Benito Mussolini’ler kaynarken, nasıl seversiniz bu kişileri? Daha az duygusal, daha nesnel, daha tanımlanabilir ölçülere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Hitler’ler ve Mussolini’lerle bu da güç ama “birbirimizin varlığına saygılı olmak” diyeyim. Ancak bunları başardıktan sonra, “sevgi” gibi şeylerin sırası gelir.
Ertuğrul Özkök’ün sevgi talebi, bugünkü gergin düşmanlık ortamından ileri geliyor. Doğru. Kin ve nefret söyleminin ardı arkası kesilmiyor. Bunun egemen olduğu bir iklimi devamlı kılmak üzere kurulmuş mekanizmalar var.
Yalnız, unutmamak gerekir ki 2002’de AKP’nin seçim kazanmasından sonra da böyle bir ortam oluşmuştu. Ama “kin, nefret, öfke” o zaman AKP’ye yönelikti, AKP’nin temsil ettiklerine yönelikti. Muhtıraların uçuştuğu, parti kapatma davalarının açıldığı günleri kastediyorum. O tarihlerde Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’i de AKP’ye karşı kurulmuş cephede stratejik önemi olan bir rol oynuyordu.
AKP daha “merhaba” demeden suçlu ilan ediliyordu. Ordu göreve çağırılıyordu. Tek bir politika, tek bir tutum vardı: AKP hükümetine karşı olmak, her tasarrufunu eleştirmek ve mahkûm etmek. Her şeyin tek ölçüsü buydu.
Bütün bunlar yeni bir 28 Şubat’a göre ayarlanmıştı. Öncelikle uluslararası ortam nedeniyle bu yeni 28 Şubat gelemedi. Gelemeyince AKP zaten çok zayıf olan sistemi kendi eline geçirmeye başladı. Bu sistem iktidarda olanı her bakımdan güçlü ve yetkili kılıyor, iktidar olmayana da kendini savunma mekanizmaları vermiyordu. AKP ve Erdoğan bunu devraldılar.
Devralınca da kendi kin, nefret programlarını yürürlüğe koydular. Bir anlamda her şey değişmiş oldu; daha genel bir anlamda hiçbir şey değişmedi.
“Beyaz Türk” deyimiyle anılan kesimin, AKP hükümetlerine karşı gösterdiği tahammülsüzlüğün özellikle Tayyip Erdoğan’daki tahammülsüzlüğü “yarattığını” söylemiyorum. Öyle düşünmüyorum. Benim görebildiğim ve anlayabildiğim kadar, Tayyip Erdoğan Gezi direnişinden bu yana gerçek kişiliğini ve gerçek düşüncelerini ortaya koymakta. Onun bugün düşmanca ve nefret dolu söylemlerle üzerine vardığı kesimlere karşı bu düşmanlığını 2002’den sonra edindiğini de düşünemeyiz. Bunlar ideolojisinin temel taşlarıydı ve 2002’den itibaren toplumda ona gösterilen tepkiler öyle de olsa, böyle de olsa, bugünkü davranışları bundan farklı olmayacaktı.
Aklımda Erdoğan, Doğmayan, Ali, Veli yok. Bütün bir kesimi düşünüyorum. 2002’den beri AKP’ye verilen oy oranları (zaten yüksek başlayıp) habire yükseldi. Sonunda Türkiye Cumhuriyeti halkının yarısı AKP’ye oy verdi. Bu insanlar, kendi oy verdikleri kişilere 2002 sonrası edilmiş hakaretleri ve gösterilen muameleyi gözlemledikçe ne düşünür, ne hissederler? Seçtiklerine hakareti herhalde kendilerine hakaret olarak da alırlar. “Bunlar bizim soluduğumuz oksijeni bile bize çok görüyorlar!” diye düşünmezler mi?
Tabii bu hikâye 2002’de yapılan seçimle, AKP’nin hükümet kurmasıyla filan başlamıyor. 28 Şubat var, ama 27 Mayıs da var. Adam 27 Mayıs’a düşman, ama zaten Serbest Fırka’nın kapatılmasını hazmedememiş. Babası, dedesi İttihat-Terakki’ye karşı Ahrar’da ya da benzerlerinde mücadele vermiş. Bu filmi istediğin kadar geriye sarmak mümkün. Bunun içinde etnik sorunlar da var, sınıf sorunları da. Tabii ideolojik sorunlar da. Ama bütün bu sorunlar, bu şekilde paketlenmiş, karşımıza böyle çıkıyor.
2002 sonrası alınan düşmanca tavır, daha önce alınanlar gibi, sadece sorunun sertleşmesine katkıda bulundu. Böyle olunca, AKP’ye oy vermiş kitlelerin gözünde, AKP’nin bugün yürüttüğü politika meşruiyet kazanıyor. 2002’den sonra gösterilen topyekûn hoşgörüsüz tavır, o kesimde insanların monolitik bir cephe gibi davranmasına yol açıyor.
Geldiğimiz şu aşamada işler gerçekten ciddileşti. Bu dozlarda bir gerilimi, dokusu bizimkinden çok daha sağlam, siyasi anlayışı bizimkinden çok daha olgun toplumlar da, kolay kolay kaldıramaz.
Dediğim o saygı, yani “birbirimizin olduğu gibi varlığına saygı”, bugün de geçerli ve etkili bir adım, bir başlangıç olur. Bunu herhalde Tayyip Erdoğan’dan bekleyemeyiz. Ama Tayyip Erdoğan’ın otokratik tavırlarına muhalefet eden kesim kendisi başkalarının “kendileri olarak varlığına” saygılı olamıyorsa, neye muhalefet ettiği de belli değildir.