Kültür-Sanat

Murakami kitapları üzerine okuma notları

Murakami, bar işletmecisi iken bir gün aniden kitap yazmaya başlayan ve gerçek anlamda hayatı değişen bir yazar olarak hepimize ilham veriyor...

08 Eylül 2018 03:00

Meltem Sağlam

Bu yıl Haruki Murakami’nin Türkçe’deki 18 kitabını yaklaşık üç ay içerisinde okudum. MURAKAMİ kitaplarını okumaya başladığımda, yazarı Japon edebiyatı alt başlığında gruplandırıp gruplandıramayacağımı düşünüyordum. Çünkü bir Japon yazarın kitabını okurken, tipik Japonya’yı tanımak gibi ikincil bir arzum da olduğundan, karakter ve yer isimleri dışında, mekânı Japonya olarak düşünemiyordum.

Şimdi ise yazarın, kimono ve çay seramonisi gibi kültürlerine özgü simgesel öğeleri olmasa da, aslında Japon kültürü ve bakış açısına ilişkin birçok öğeyi kitaplarında hünerli bir şekilde yansıtmış olduğunu fark ediyorum. Üstelik bunu kendine özgü tarzı ile gözümüze sokmadan, rahatsız etmeden, fark ettirmeden yapıyor.

Ayrıca, Murakami hakkındaki; “Amerikan etkisinde fazla kalmış bir Japon yazar” söylemlerinden fazlasıyla etkilenip, biraz da gereken önemi vermeden okumaya başlamış olduğumu da anlıyorum.

Tüm baş karakterlerinin, klasik müzik ya da jazz dinlemesi, iyi şaraptan, içkiden ve yemekten anlaması, yazarın Amerika istilası altındaki bir dönemde yaşamış olmasının etkisi; ancak, O’nun tamamen Japon kültüründen kesinlikle uzaklaşmadığını, Yakuza, miso çorbası ve sake kültüründen, düzensiz ve aşırı kentleşmenin sıkıntılarından, Japonya coğrafyasından ve günlük yaşamdan kesitler veren eserlerinde (Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında, Uyku, Kadınsız Erkekler, Rüzgârın Sesini Dinle, İmkânsızın Şarkısı, Koşmasaydım Yazamazdım, Renksiz Tsukuru’nun Haç Yılları gibi) açık bir şekilde görebiliyoruz.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde emperyalist Japonya’nın Çin/Mançurya istilası, Japonlar üzerinde en az İkinci Dünya Savaşı kadar etkili olmuş (Yaban Koyununun İzinde, Zemberek Kuşunun Güncesi, 1Q84). Savaşı yaşamış Japon toplumunun, savaştan sonraki nesil ile çok farklı bir benlik algısı içerisinde olduğunu, savaş sonrası Japon politikalarının toplumu derinden etkilediğini (Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu gibi), Amerika etkisinin tüm Japon kültürünü dönüştürdüğünü (Sahilde Kafka/Hoşino karakteri), arka planda gözlemleyebiliyoruz. Gerçi çeviri üzerinden okuduğum için, isimlerin ve kelimelerin içerisine gizlenmiş sembolleri kaçırmış olabileceğimi de hissediyorum.

"İyileşmek için kalpleri açmak gerek..."

Japonların ve Japon toplumunun öfkesini, acılarını, hayal kırıklıklarını, çaresizliklerini, umutlarını ve umutsuzluklarını, derin yalnızlıklarını, boşluk algılarını, dışlanma ve soyutlanmarını, Japon üniversitelerini ve üniversite gençliğinin eğitim sistemine, Amerika’ya ve Amerikan kültürüne karşı duruşlarını (İmkânsızın Şarkısı, Sahilde Kafka, Renksiz Tsukuru’nun Haç Yılları) ve günlük yaşamlarındaki Amerikan etkisini de kitaplarında bulabiliyorum. Bunlar bazen gençliğin bakış açısından, bazen de, savaşı ve savaş öncesi dönemi yaşayanların bakış açısından anlatılmış.

Her ne kadar Japon kültüründe derinleşmiş bir öğe olsa da, kitaplarındaki intihar eğilimi; bir özeleştiri bağlamında değil, kültürel değişimden kaynaklanan ruhsal çelişkiler bağlamında incelenmekte (Karanlıktan Sonra, Rüzgârın Şarkısını Dinle, Renksiz Tsukuru’nun Haç Yılları gibi). İnsanların iyileşmek için kalplerini açması gerek (İmkânsızın Şarkısı, syf. 134), çünkü hepimiz kusurlu insanlarız (İmkânsızın Şarkısı, syf. 130) ve bu kusurlar bazı zamanlarda yürüdüğümüz ince çizginin karanlık tarafına daha çok meyletmemize neden oluyor. Özellikle ergenlik çağında olanların, bu karanlığa bu kadar yakın olduğunu okumak acı verici. Hepimizin hissettiği gibi, karanlık tarafa düşmemek için yaşamamız gereken; -karmaşadan ve kalabalıktan uzak hayat kolay ve tatlı olsa da- insan olmanın ve hissetmenin gereği, her türlü karmaşanın içerisinde yaşamak, çekilmesi gereken acılara karşı güçlü olmak ve her şeyi olduğu gibi kabul ederek, mutlu olmaya çalışmak.

Dolayısıyla Murakami’nin kitaplarında da Japonya’yı yazarın merceğinden görebiliyor, soluyabiliyoruz. Elbette Kavabata ya da Mişima'da olduğu gibi samuraylar, kimono veya çay seremonileri vasıtasıyla değil, ama savaş sonrası Japonya kültürünü ve toplumsal algıyı, sürrealist anlatımın arkasında duyumsayabiliyorum.

Murakami, postmodern, büyülü gerçeklik ve sürrealist kurgu yazarı olarak adlandırılıyor. Hemen hemen tüm kitaplarındaki sürrealist kurgu; karakterlerin yaşam-ölüm, hayal-gerçek arasında gidiş gelişleri; kuyu, duvar, labirent, karanlık, rüya gibi öğelerle sağlanıyor. Kitaplarında zaman ve mekân algısıyla oynuyor. Bazen uzun uzun -bana fazlasıyla uzun ve bunaltıcı gelen bölümlerde- bu zaman ve mekân burulmasını anlatma çabası içerisine giriyor.

Murakami'nin kadınları ve erkekleri

Murakami’nin, olayları; hem kadın, hem erkek, hem de çocuk bakışından anlatışını da çok başarılı buluyorum. Fakat sanki hep aynı erkek karakter üzerine, birbirinin devamı romanlar yazıyor gibi de hissediyorum okurken.

Hemen hemen tüm kitaplarında, -zaman zaman rahatsız edici derecede olsa da- naif, yemek yemeyi ve içmeyi seven bir gurme, ruhsal açıdan sağlıklı, güçlü, adalet duygusu ve vicdan taşıyan, hassas ve entelektüel, sağlam karakterli ve genellikle doğru kararlar verebilen bir karakter var. Bu karakter genellikle erkek ve ben bu karakterde kendisini buldum.

Kadın karakterleri de genellikle güçlü, başarılı, fakat zaman zaman kafaları karışık ve erkek karakter kadar sağlıklı bir yapıda değil. Özellikle Uyku hikâyesindeki kadın karakteri çok başarılı. İnsanın günlük rutininde kayboluşunu, monotonluğun fark ettirmeden insanı başka bir insana dönüştürme gücünü, güçlü bir şekilde anlatan bir öykü. Ruh hâli bana Virginia Wolf’u hatırlattı. Monoton hayatın uyuşturduğu beynimizin düşünme gücünü bir an durup harekete geçirmek, farkındalığımızı arttırabilir. Ayrıca, uykuya ayrılan zamanı, sadece kendine ait bir zaman parçası olarak değerlendirmenin, yaşamı gerçekten nasıl muhteşem bir şekilde genişlettiğini ben de hissediyorum, yaşıyorum.
MURAKAMİ’nin Gregor Samsa hikâyesinde ise, Kafka’ya saygı duruşunda bulunduğunu görüyoruz. Bu hikayede karakter, Kafka’nın Dönüşüm’ündeki Gregor Samsa’nın tersine, bir sabah uyandığında kendisini böcekten insana dönüşmüş buluyor. Ayrıca kitaplarındaki, fiziksel ve duygusal açıdan değişime uğrayan karakterlerin yanında, ilk kez bir fiziksel dönüşüme uğrayan karaktere rastlıyoruz Gregor Samsa ile.

Tuhaf Kütüphane öyküsündeki çocuk karakterin, çaresizliği ve savunmasızlığı, içimi acıttı.

Murakami’nin birçok kitabını okurken, akıcı, heyecanlı ve merak uyandıran anlatımı nedeniyle elimden bırakamadım. Ancak bir kitabı var ki, çok zor bitirdim. Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu adlı romanında, bence ana fikir ve derinlik güzel, fakat kurgu ve anlatım, gereksiz detaylı, uzun ve sıkıcıydı. Fakat kitap bittikten bir süre sonra, kitaptaki -bence- gereksiz detaylar kayboldu, hikâyeyi net olarak görebildim ve bu noktadan sonra gün içerisinde, hatta uyurken bile beni meşgul etmeye başladı. Böylelikle bu kitabı da beğendiğim kitapları arasına girdi. Yazar kitapta; her şeyin  mükemmel tasarlandığı, huzurlu, hiçbir karmaşanın yaşanmadığı, herkesin tüm ihtiyaçlarının sağlandığı, kavganın ve savaşın olmadığı bir dünyanın, adeta bir ütopyanın, ancak o dünyada yaşayanların gölgelerinden ve kalplerinden vazgeçmeleri sayesinde sağlanabileceğini ifade ediyor. Ancak böylesi tasarım, yani arzu, istek ve ihtirasın olmadığı bir dünya, ütopya olarak ifade edilebilir mi?
 

İlk aşk, çocukluk, ergenlik...
 

Murakami kitaplarında, zaman zaman aşırı diyebileceğim derecede detaylı tanımlamalar ve anlatımlarla yer alan cinsellik de önemli bir unsur. Karakterler, kendi fiziksel özelliklerinin değişimini sancılı bir şekilde fark eder ve yaşarlarken, aynı zamanda cinsellikleriyle ilgili de sıkıntı yaşamaktadırlar. Erkek baş karakter, genellikle barlarda tanışılan bir gecelik veya kendinden “yaşça büyük” evli kadınlarla uzun süreli ilişkilere girmekte ve bu ilişkiler sadece fiziksel ihtiyaç giderme amaçlı, duygu içermeyen geçici olma özelliği taşımakta (1Q84, İmkânsızın Şarkısı gibi). Murakami’nin Japonya’nın demokratikleşme sonrası değişiminin bu yönde de yarattığı sancıları vurgulamak istediğini düşünüyorum. Çünkü Tanizaki, Mişima ve Kavabata’nın eserlerini okuduğumda da; Japon geleneksel aile yapısının ve evlilik dışı kadın-erkek ilişkilerine yaklaşımlarının, bizimkine benzer özellikler taşıdığını görüyorum.

Dikkatimi çeken bir diğer nokta da Murakami’nin tek çocuk travmasını, ergenler ve ergenlik sorunlarını, gençlere özgü aile içi çatışmalar ya da uyumsuzlukları, ilk aşkı etkileyici bir şekilde anlatan bir yazar olması (Sahilde Kafka, Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında, Renksiz Tsukuru’nun Haç Yılları gibi).

Genelde romanlarının ve hikâyelerinin ucunun açık olması; okurun hayal gücünün yazarla birlikte çalışmasını arzuladığını hissettiriyor ve hikâyeye genişlik kazandırıyor. Tüm kitaplarında çok çok başarılı bir kurgu, akıcı bir anlatım, gittikçe artan bir gerilim ve merak duygusu yaratan akış var.

Ve kediler

Murakami’nin vazgeçemedikleri arasında kedileri de saymak gerek. Birçok kitabında kedilerin yer almasının yanı sıra, yazarlık serüveninin başlamasından önce açmış olduğu barının adı da; Peter Cat. Önce kedi sonra müşteriler gider...

Murakami, bar işletmecisi iken bir gün aniden kitap yazmaya başlayan ve gerçek anlamda hayatı değişen bir yazar olarak hepimize ilham veriyor. Nobel ödülünü hak ediyor mu? Bence evet...