25 Ocak 2014 19:49
Federal Almanya'da Künstlerhaus Stuttgart'ın direktörlüğünü yürüten küratör Misal Adnan Yıldız, sanat yazılarıyla her hafta cumartesi günü T24'te olacak.
Sanatatak.com sitesinde Ayşegül Sönmez'in bir süre Taraf gazetesinde "Güncel Sanat Defteri" başlığı altında haftalık bir sayfa yazan Yıldız'la yaptığı söyleşiyi paylaşıyoruz. Sanatatak.com'da “Almanya'daki gururumuz Künstlerhaus Stuttgart direktörü küratör Adnan Yıldız, evrensele inanıyor. Hakikati talep ediyor. Adalet istiyor. Gerçek olmaya çabalıyor” sunumuyla yayımlanan söyleşi şöyle:
- Vahim bir alıntıyla başlamak istiyorum; ama manidar elbette. Senin pozisyonunla da ilgili... Gülsün Karamustafa sergisinin genç küratörü, Metropol programına şöyle anlatıyordu sergiyi: "İki pratiğini görüyoruz. Biri 70’lerden beri olan resim pratiği daha çok lokal izleyici için yapılmış, bir taraftan da yurtdışı için yaptığı videoları, enstalasyonları..." Böyle bir şey var mı Adnan Yıldız? Lokale ayrı, ecnebiye ayrı üretim?
Serginin iki küratörü olduğunu biliyorum, ama bu talihsiz lafı kim, nerede etmiş; Gülsün hakikaten böyle bir strateji içinde çalıştı mı bilemiyorum. Ama hep, trajik bir tarafımız var sanki; göbek atmaktan utanan, bienalden bienale ödev yapar gibi bir araya gelen bir çevre… Türkiye’yi en çok kim temsil edecek iddiası, -mış gibi yapanlar hep var... Ama bu soru, başka bir şeye de dokunmak isteği yarattı bende: “Bağlam” önemli, hem sanatçı hem de küratör için belirleyici bir karar dinamiği. Ürettiklerin, siyasal, çevresel, sosyal ve kültürel koşulların birlikte oluşturduğu bir anlamsal düzlemde yansıyacaksa, bazı kararlar verilirken, bağlam denen sihirli sözcük devreye giriyor. Groys’u hatırlamak lazım; bugün sanatta “yeni” demek, gösterildiği ve kurgulandığı düzlemde anlamı kırıyor, yeni ilişkiler ortaya çıkarıyor, ezber bozuyor, ters açı yaratıyor demek. Ama senin dediğin, bağlamdan çok; pazar stratejisi gibi duyuluyor. Türkiye, içeride ve dışarıda aynı fındığı mı satıyor; yoksa her şey ambalaj mı? O nedenle bilemedim. Gülsün’ü sadece genç küratörün heyecanı üzerinden okuyamam; sonuçta ortada tarihselleşmiş bir pratik var. O sergi, benim ilgimi, siyasi bellek üzerinden zamanlamasıyla çekmişti: 80 darbesi sonrası fışkıran kitsch motifler, Serpil Çakmaklı dünyası ve post-Yeşilçam, bugün Gezi sonrası post-traumatic disorderımızı tarif ediyor sanki. Kenan Evren ile Zeki Müren posteri nasıl yan yanaysa, RTE ve Diva el ele, göz göze.
- Sen dışarıdan buraya bakarken bu anlamda neler yaşıyorsun?
2006 yılından beri Stockholm, Berlin, Stuttgart derken, seyrek, sık sık, kısa ve uzun süreli kalışlarla amma gezmişim; Orta Doğu, Uzak Doğu, İskandinavya ve New York’ta, hem iş hem de serserilik. Türkiye’den uzakta yaşamaya karar vereli yedi yıl olmuş. Ben kaçar gibi gittim. İç dünyam yıkılmıştı. Reklamcı olamıyordum. Sanatçı da değildim. Henüz küratör de olmamıştım. Bir olma sorunum vardı. Büyümekle ilgili sorunlarım vardı. Bir nevi gönüllü sürgün. O nedenle, hep bitmemiş bir ilişki kırgınlığı oluyor İstanbul ile aramda, hep bir veda eksikliği. Diğer yandan, İstanbul’a çok da dışarıdan bakmıyorum, bakamıyorum aslında; çünkü sık sık düşüyorum içine. Profesyonel anlamda bakıldığında, yıllar içinde burada yaşamasam da hep sergiler üzerinden yeniden kurulan bir ilişkim olmuş. İstanbul’da amma çok sergi yapmışım. Bakıyorum, sadece son üç yılda bile, Non’daki (Aykan Safoğlu ile birlikte) “Ah Oh” (2010), giderek her şeye sinen siyasal-ahlaki muhafazakar yapıya kişisel bir tavır olarak ortaya çıkmıştı. Rodeo’daki “Aksak Ritim” (2011), müziğin, sesin ve şiirin metodik kaygılarla kırıldığı bir gramerdi. 2012’deki “Seyahatler Sergisi”nde, Evliya Çelebi eşliğinde şehirde residans yapmış Almanya’dan sanatçıların defterlerini, notlarını karıştırmıştım. Daha da vardır. Şehirle kurulan ilişkilerin en güzeli, son İstanbul Bienali sırasında kuruldu. Fulya’nın bienalinde, başka projeler arasında Dragset ve Elmgreen’in İstanbul Günlükleri’ni üretme sürecinde bulundum. Orada günlük tutanları okurken, şehirle ilişkimi de –bir anlamda– kafamda temize çektim; kırgınlıklarım geçmiş. Elbette bir gün döneceğim. Hatta şöyle desek, dönüşüm muhteşem olacak.
- Dışarıdan nasıl görünüyoruz? Çağdaş sanatı soruyorum bilhassa... Nasıl görünüyor? Patlamış gibi mi?
Mesela şöyle bir galeri, Pop-corn-ist di mi asıl bize gerekli olan [Gülüyor]. Her şeyin sonuna bir “–ist” attık mı güncellemiş olduk şehri. Aslında bizim dışarıdan nasıl göründüğümüzden çok; kendimizi nereye konumlandırdığımızı düşünmek gerek. Kendimizi nasıl tarif ediyor, nasıl anlatıyoruz ki nasıl algılanıyoruz? İstanbul’un son yıllarda bir hype yarattığı malum. Şehrin büyüsü, iyi-kötü tartışılır; ama keskinliği su götürmez… Hatta vahşi dönüşümü… Hele Gezi sonrası ılımlı İslam’ın kaotik kalesinde kırılan bir algı oldu; Diktatör Demokrat Erdoğan’ın ülkesinde Latin kafasında bir isyan çıktı. O nedenle patlasak da çatlasak da, Perihan’ın dediği gibi, fonda Leonard Cohen çalar; çirkiniz ama müziğimiz var ve güzel de... Ama illa güncel sanat üretimi dersen, panoramaya bakınca, bugün uluslararası sanat dolaşımında olan ve hem İstanbul hem de dünyayla ilişkili o kadar iyi ve güçlü isim pratikleriyle hafızada kalan etkiler oluşturmaya başladı ki... Şehrin içinde bu kaydın nasıl tutulduğu ve hafızanın nasıl korunduğuyla ilgili araştırma ve üretimin kamusal olana nasıl sızdığına da bakmak gerek. Cevdet Erek, Ahmet Öğüt, Nevin Aladağ ya da Nilbar Güreş ile bence oralı ya da buralı oldukları için değil; gerçekten dünyalı olabildikleri için çalışıyoruz... Programımın başında, “Hep Türk sanatçılar mı göstereceksin” diye soran Alman basınına, sergide Şener Özmen’in (Our Village, video 2008) şiddete maruz kalmış iki Kürt kızının söylediği şarkıyı kesen İstiklal Marşı teaserını öne çıkararak ses ve metin ilişkisiyle cevap verdim. BİJİ ŞENER. Sergilere gelenler zaten içeriklerin evrensel temellere dayalı kavramsal zeminini hemen yakaladıkları için orada bu sorular artık bana gelmiyor. Ama İstanbul’a dönersek, şehrin haritası beni biraz üzüyor. İkili seçeneklere sıkışmışız: FB vs. GS ya da laik-Müslüman ya da “Arter’e mi, Salt’a mı?” programlarından aklımda kalanlarla ironik bir içerik analizi yapsak... Endişeli modern izleyici, vitrindeki Ayşe Erkmen şapkalarında nostaljik bir burukluk hissediyor olabilir. Emek yok; İnci taşındı; demokrasi, kaygılarında haklı. Liberal aydınsa Hassan Khan’ın davuluyla coşuyor; nihayet hem İstanbullu hem Ortadoğulu olabildi; ama karşılığında, inandırıcılık kartını mecburen bankamatiğe kaptırdı. Biraz daha seçeneğimiz olamaz mı? Aynı sertlikte, güçte ve kalitede. İsmail-Modern demeyin. Kayıp Cennet, Hayal ile Hakikat filan derken, nerede Allah korkusu, ahret inancı ve iman gücü? Yok. Tersine hep dünyalık! Başlıktaki iddiayı sergilerde göremiyoruz. Hep aynı formal-mimari ve kavramsal yaklaşımlar. Kurucu ilk ekip çoktan gitti; ama dil, araştırma ve kurumsal tasarım hâlâ aynı. En azından algı aynı. Üstüne sansür sicili eklendi. Kuşkusuz daha çok sanatçı atölyeleri olan, farklı alanlarda farklı izleyicilerle çalışan kurumların olduğu, okuması daha renkli bir sanat haritası gerekli; daha çok renk. Geçen sene Polistar’da (Kristina Kramer ve Övül Durmuşoğlu ile beraber) yaptığımız Metodik Çalışmalar, içinden stüdyo ziyareti geçen, tek işe/projeye odaklı tartışma üretmeye çalışan, atölye ile galeriyi, inisiyatif ile scenei bir araya getirmeye çalıştı. Kuyuya taş...
- Orada, buraya ilişkin bir sergi yaparken kriterlerin nedir? Burada Nejad Devrim için bir Fransız eleştirmenin yazdıklarını sana söylemeliyim, kapı açacaktır: "Bu sarışın Türk", "ne istediğini ve bizim ondan ne beklediğimizi biliyor... " Bir başka cümle: "...kendisini Türklükten ve sevimsiz oryantalizmden kurtarıp Batı ekolü disiplinine girdiğini gösteriyor..." Sorum, bir esmer ve bir Türk küratör olarak Almanya'da ne istediğini biliyor musun? İki, onların ne istediğini biliyor musun?
Kendim ne hissediyorum, ne seziyorum ve ne görüyorum bir tek onu biliyorum. Aslında kendi seçimimle yalnız ve tekil bir hayat seçtim. Bu işime de yansıyor. Yıllardır dilini doğru dürüst konuşamadığım ülkelerde yabancı olarak geziyorum. Günlük hayatın şiddetinden çok, şiirini yaşıyorum. Büyük lüks. Orada, asla buraya dair bir şeyi alıp satmıyorum. Burada oranın havasını atmaktan ya da buraya yabancılaşmaktan imtina ediyorum. Sergileri de projeleri de izleyicisi-katılımcısı tasavvur edilerek, lokasyonlarıyla birlikte –dedik ya– bağlam, koşul ve kurum ilişkisi içinde tasarlamak lazım... Ama günün sonunda evrenin şemasıdır benim ilham kaynağım; Levh-i Mahfuz’dur. Aslında alacağım ilk büyük sergi, şansının başlığıdır, konusudur. Pratikler arasında kurduğum bağlar, kavramsal, anlamsal, metodik ve eleştirel; yani öyle pek coğrafya üzerinden çalışmıyorum. Belki ben başladığımda, mobilite önümüze zaten jimnastik olarak konmuştu. O nedenle ben, o kültürel değişim çukurlarına pek düşmedim. Gittiğim yerlerde “migration” dediler, “integration” dediler, üstüme alınmadım; kavramsal olarak izleyiciden, meraktan, hayal gücünden bahsettim.
- Bütün bu konuşmaların doğrultusunda Doğu/Batı çelişkisinin hâlâ sıcak olduğuna ne dersin? Bu çelişkinin seni de beslediğini düşünüyorum. Bunu hep düşündüm...
Burjuva merkez üssümüzün buyurduğu üzere, evet, ben taşralıyım; Karamanlıyım. Şimdi de Stuttgart’ta yaşıyorum. Doğduğum memleketimi de doyduğum şehri de çok seviyorum. Hoşuma da gidiyor; “Adnan kötü yazıyor” ya da “Sergi fikirleri berbat; hatta sözünü tutmaz” diyemiyorlar. “Taşralı” diyorlar. Ne güzel. Ben bu tür lakırdıları, ne doğulu ne batılı, sadece yersiz ve yönsüz buluyorum. Ama o da öyle bir yaman çelişki ki çocukluğuma bakıyorum. Taşra burjuvazisi, internet öncesi, TRT değil; ama Star-Show-TGRT! AKP’nin bir konsensus olarak gelişi, Bir Başka Gece’nin bitişinden belliymiş. O nedenle safkan doğulu-batılı kaldı mı pek bilemiyorum. Hepimiz biraz her şey olduk. İnsanın aslında kendi doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi de oluyor. Eğer aradığın bir çelişkiyse, çelişki dediğin şey, beni bazen öyle baştan çıkarıyor ki kendi çaresiz halime bakıp etraftaki diğer çoğunluğa imreniyorum: Ne kadar tasasız ve mutlular... Sudoku, bulmaca ya da havuz problemi çözer gibi, kavramları birbirine bulayarak, patchwork yapar gibi sergi yapan; kılçıklı bir dille, ne dediği anlaşılmadan yazan, aslında kötü sosyoloji, felsefe ya da siyaset yapan; ama sergi, sanat, yayın yaptığını sananlarla aynı kartviziti paylaşıyorum. Aslını sorarsan asıl ben mutsuzum. Halkı arayan sarayından çıksın... Evrensele inanıyorum, hakikati talep ediyorum, adalet istiyorum, gerçek olmaya çabalıyorum ve tek derdim kendi merkezimde durabilmek.
- Kadın sanatçılarla ilgili çok önemli işlere imza attın. Sololar düzenledin... Senden, kim kimin annesi klişesini tekrarlamanı, bir soyağacı tasarlamanı istesem...
Kessen yapmam öyle bir terbiyesizlik. O, “anneler versus babasız çocuklar”, sert söylersek, “piçler” ya da ah bizim haylazlar lafları post-feodal kafalardı, herhalde highdılar… O okumalar zaten artık enkaz ve onların altında kalan pratikler de oldu. Benim bir şey söylememe ne gerek var? Ama kadın sanatçılarla çalışmak konusundaki gözlemin için sağ ol. Kassel’de bir seminerde sekiz genç kadınla beraber tek erkek olarak podyumdayken, –küratörlük eğitimi ile ilgili bir sunum üzerinden– izleyicilerden gelen Hassan Khan’ın sorusunun muhatabı oldum: “Neden küratör okullarında ve sınıflarında katılımcıların neredeyse yüzde 99’u kadın? Gelecekte bütün küratörler kadın mı olacak?” Ben psikoloji sınıflarından alışkın olduğumdan, bu konuda hep rahattım. Zaten hayatta, arkadaş ya da iş; hatta eşle olan ilişki, benim için cinsiyetin ayıramayacağı bir kimyayla kuruluyor; kuşkusuz cinselliğin, bireyselden toplumsala farklı katmanları var. Ama dağıtmayalım; Hassan’ın gözlemi şahane. Ben cevabı –hatırladığım kadarıyla– şu matematiğe vurmuştum: İyi de bu kadınlar neden sürekli “established” erkek sanatçıların peşinde? Acaba pozitif ayrımcılık lafını duymuşlar mı? Hassan o soruyu sorduğunda, o zaman açık olan (KW’nin programında görmek ve bakmanın epistemolojisine adanmış) bir sergi vardı aklımda ve tek kadın yoktu listede. Serginin küratörü de kadındı.
- Pozitif ayrımcılığı nasıl tarifleriz?
Sadece cinsiyet değil; başka değerler de devreye giriyor. Durum odaklı bakmak lazım. Bakıyorum, hetero mu hetero; erkek mi erkek; ama içeriği sağlam. Şu anda en çok onun pratiğinin ihtiyacı var yatırıma; bizim de “zeitgeist”dan kelli onun işlerine... Dürtü bunlar. Hayatını ölçüye adamış, işinde o kadar net, tavır tam bağımsız; ama yıllarca işlerinden komisyon alan galerisinin aklına bir kere bile gelmemiş bir kitap yapmak. Ya da her gün çizmiş, düşünmüş, boyamış; her an. Genç nesil gibi sergiden sergiye üretmiyor; ressam, resimle yaşıyor. CV’sini kendi yazmamış; ama on yıldır da solo sergi yapmamış. Daha az uyuyorum; ama bu sergi çıkıyor. Velhasıl, ben daha çok kendim yapmazsam, başka kimsenin yapmayacağı işlerin ucundan tutuyorum. Çok sergi yapanlarla da çalışıyorsun, dersen; bir bakalım benimle giriştikleri mücadeleye. Bunlar kuyumcu titizliğinde verilmesi gereken kararlar. Elimizdeki şartlar, kurumlar, fonlar emanet bize. Babamızın çiftliği değil. En güzeli de, ortaya çıkan matematikte, ekonomide hemen herkesin kendi pratiğinden yansıyan bir memnuniyet duyması. Kaynakları iyi kullanmak gerek. Keyfi kararlarla onları tüketmemek gerek. Sanatta sürdürülebilirlik, süreklilik sadece kurumların derdi olmasa gerek. Artık insanlar sürekli olarak, şehir, sevgili, kafa ve profil değiştirerek yaşıyorlar. Kendini temize çekmek gerek. Anlatabildim mi? Ben iş odaklı bir muhasebenin peşindeyim... Neyse; sana soyağacı yerine yıldız haritası önersem, başımızı kaldırıp yukarı, gökyüzüne baksak... Sevim Burak, Emine Sevgi Özdamar, Lale Müldür okuruyum. Bizden Füsun Onur, Nilbar Güreş, Nevin Aladağ ve Leyla Gediz, benim için evin, ailenin, sokağın ve pencerenin kurulduğu bir kavramsal-resimsel düzlem. Aslını sorarsan, kalben çıkmam pek oradan. Annika Eriksson, Bouchra Khalili ve Hito Steyerl’in filmik dilini çok seviyorum; bence iyi de anlıyorum, anlamaya başladım diyelim. Mariechen Danz, Pilvi Takala ve Emily Roydson’un işlerine bitiyorum. Kadın aklı bizden üstün. Laurie Anderson, Yoko Ono, Sanja Ivekovic burada desen şuraya düşer bayılırım. Maria Lind’in kurum aklı, Chus Martinez’in gramer tutkusu, Fulya Erdemci’nin resim gözü.
- Şu günlerde en çok ihtiyacımız olan şeyin özgürlük olduğunu fark ettiğimiz –daha doğrusu idrak ettiğimiz– günlerden geçiyoruz. Hiç bu kadar net olmamıştı sanki derdimiz... Ne dersin?
“Bugünden bugünü okumak” kaybetmek üzere oynanan ikramiyeler gibi. Oynamasan olmaz. Çıkmaz demeyin, şansınızı deneyin. Ben daha derinden, daha pratik bir yerden konuşmak isterim. Özgürlük, ihtiyaçtan ziyade atmosferdeki basınç oranı. Bir sürü başka şeyin sonunda havada oluşan, solunan, içinde yaşanılan biyo-politik bir iklim. Önümüzde internetin giderek daha çabuk ve tek elden kontrol edileceği, sinemacıların propagandaya zorlandığı, klasik eserlerin bile sansüre uğradığı bir liste var. Güncel sanat kırsa artık kabuğunu, çıksa çadırından da haykırsa: “BİZ DE VARIZ, BİRAZ TUHAFIZ VE ÇOK GÜZEL KAFA KARIŞTIRIRIZ” dese, belki öyle bir sosyolojik kaliteden dolayı –niceliğe direnen nitelik– olarak var olunabilir. Mabel Matiz dinle; bence iyi yazıyor, “yaşım çocuk” diye imzalamış; “krallar utanmaz ve huzur isyanda” diyor.
Misal Adnan Yıldız'ın gurbetteyken dinlediği şarkılardan oluşan "Hasret (Heimat) Şarkıları" başlıklı şarkı listesi:
1. Ahmet Kaya / Nereden Bileceksiniz?
5. Müslüm Gürses / Hangimiz...
6. Hafız Burhan / Söyleyin Güneşe Bugün Doğmasın
10. Nebahat Çehre / Büklüm Büklüm
Bonus: Tahribat-i İsyan / Getto Machines
© Tüm hakları saklıdır.