11 Temmuz 2018 03:00
Türkiye basınının “amiral gemisi” olarak da telaffuz edilen Hürriyet, ilk çok partili seçimin açtığı siyasi rekabet ortamında, 1948 yılında kurulurken gazetenin sahibi Sedat Simavi ilk günkü başyazısında, misyonlarını şu ifadeyle vurguladı:
“Memleketimizde gelişmeye başlayan demokrasi zihniyetini kökleştirmek ve müdafaa etmek için ortaya atılıyoruz.”
Yıl 2018’e geldiğinde Aydın Doğan, Hürriyet başta olmak üzere 4 gazete, aralarında Kanal D ve CNN Türk’ün olduğu 5 televizyon kanalı, Doğan Haber Ajansı (DHA), dağıtım şirketi YAYSAT, pek çok dergi ve radyo kanalı bulunduran Doğan Medya Grubu’nu Mart 2018’de 1,1 milyar dolara sattı. Nisan ayında imzalanan satış sözleşmesinde 82 yaşındaki Aydın Doğan’ın el sıkıştığı isim, yedi yıl önce, Nisan 2011’de Milliyet ve Vatan gazetelerini de sattığı Erdoğan Demirören’di.
Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan ile internete düşen telefon konuşmasında ağlarken “Nasıl girdim bu işe, kim için” diyen Demirören’in devlet bankası Ziraat’tan sağlanan kredinin de desteğiyle Doğan Medya Grubu’nu alımı, Demirören’in yanı sıra siyasal iktidarı da medyanın en büyük patronu yaptı. Böylece, Türkiye tarihindeki bu en büyük medya el değiştirmesi, demokrasinin otokrasiye evriminin de en önemli kayıtlarından birini oluşturdu. Zira, icraatı tartışmalı da olsa “demokrasi zihniyetini müdafaa etmek için” yola çıkan gazetenin diğer tüm yayınlarla devri, adil siyasi rekabetin de kayda değer ölçüde yok olmasına işaret.
Peki, bu sürece nasıl gelindi?
Bu sorunun tek yanıtı yok. 1979 yılında Milliyet’i alarak basın sektörüne giren Aydın Doğan’ın kendi serüveni, 2002’de iktidara gelmesinin ardından Erdoğan’ın AK Parti eliyle rejimi tek parti iktidarına sürükleyişi, bu topraklarda basın tarihinin devletin resmi yayını olarak kurulan gazetelerde başlaması, 1980’lerle birlikte başlayan neoliberal politikalara paralel bir şekilde başka alanlarda faaliyet gösteren iş adamlarının hakimiyetine giren medyada sahiplik yapısı... Olası yanıtları pek çok kalkış noktası barındıran soruyu, gazeteciliği odağa koyarak tartışmak için Mehmet Y. Yılmaz ile konuştuk.
Hürriyet gazetesinin iktidara yönelik olarak düzenli eleştirel yazılar kaleme alan son yazarı olan Yılmaz, Doğan Medya Grubu’nda uzun yıllar pek çok sıfatla görev yaptı. Radikal ve Milliyet gazetelerinde on yılı aşkın yayın yönetmeni, ülkenin en büyük dergi grubu olan Doğan Burda’da İcra Kurulu Başkanı, aralarında grubun bayi tirajı en yüksek gazetesi Posta da olan 30’a yakın gazete ve derginin yaratıcısı oldu. Eyüp Can’ın yönetimindeyken kapanan Radikal’in kuruluş sürecini Haziran 2014’te T24’e verdiği söyleşide anlatan Yılmaz’a sorularımızı, mümkün mertebe tekrarlardan kaçınmak ve bir önceki söyleşide değinmediğimiz alanlarda kazı yapmak için yönelttik.
Yılmaz’a göre, Doğan Medya’nın satışının asıl müsebbibi AKP iktidarı. “Siyasi iktidarın niyeti rejim değişikliği ise bunun önünde durabilecek bir gazeteci gücü yok” diyen Mehmet Y. Yılmaz, ‘suçlu listesi’nde ikinci sıraya Türkiye burjuvazisini yerleştiriyor. Sebep olarak, aralarında Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı’nın da bulunduğu Türkiye’nin önde gelen ailelerinin Deniz Feneri davasına ilişkin yolsuzluk haberlerinin ardından gelen vergi cezası sürecinde Aydın Doğan’ı yalnız bırakmalarını gösteren Yılmaz şu kaydı düşüyor:
“Türkiye burjuvazisi içten pazarlıklı ve sadece kendi şahsi çıkarlarını gözeten, ülkenin nereye gitmekte olduğunu değerlendirmekten aciz bir tablo çizdi.”
Yılmaz, iktidar ve iş insanlarından sonra, üçüncü sıraya meslektaşlarını koyuyor ve şunu ekliyor:
“Gazete yöneticileri kendilerini gazete sahibi dediğimiz kişinin kişisel hırsları ve ticari beklentilerine bu kadar kolay kaptırmamış olsalardı başka bir tablo olurdu.”
Mehmet Y. Yılmaz ile telefon üzerinden yaptığımız söyleşi; Doğan Medya Grubu’nun satışının yanı sıra gazete sahiplerinin değişen konumları, Hürriyet’in pozisyonu, asker dâhil iktidar odaklarına yakınlıklar ve patronun iş insanlarıyla ilişkilerinin gazeteciliğe yansımalarına da uzandı. Aydın Doğan için “Doğan Medya Grubu’nu sattı ve kurtuldu” diyen Yılmaz’a göre satışın ardından başta kadına yönelik şiddet, Kürt sorunu, çocuk istismarı, hayat tarzına yönelik sınırlamalar olmak üzere birçok alana ilişkin haberlerin artık basına yansımayacağını savunuyor. Ve gazeteciliğin operasyon kısmına ilişkin tecrübelerinden yola çıkarak yeni bir gazetenin çıkarılma ihtimali için “Yarın 2-3 milyon dolarlık bir bütçe harcayarak bir gazete çıkartabilirim” diyor ve ‘ama’sını ekliyor:
“Bunu kim basacak, kim dağıtacak, hangi tezgâha konulduğundan nasıl emin olabileceğim?”
Doğan Medya Grubu’nun hikâyesi üzerine konuşurken, kendi yayın yönetmenliği sürecini ilgilendiren iddiaları da sorduğumuz Mehmet Y. Yılmaz’a yönelttiğimiz sorulara verdiği yanıtlar için buyrun.
- Doğan Medya’nın satışı size sürpriz oldu mu?
Sürpriz oldu.
- Daha önce konuşmamış mıydınız?
Aydın Doğan üzerinde bir baskı olduğunu, bazı yazarların yazılarından, gazetenin bazı haberlerinden iktidarın haz etmediğini biliyoruz. Ama Aydın Doğan’ın ve kızlarının medya işinden çıkmak gibi verilmiş peşin bir kararları olmadığını şahsen biliyorum. Onun için bu herkes gibi benim için de sürprizdi.
- “Peşin kararları yoktu” derken?
“Satalım da kurtulalım” gibi bir düşünceleri hiç olmadı, böyle bir konu gündeme daha önce gelmemişti.
Şu bir ihtimal mi: Aydın Doğan karar verdi, kızlarına bile sürpriz oldu?
Bence kızlarına da sürpriz oldu, evet.
Sizce neden satıldı Doğan Medya, “Biliyoruz” dediğiniz siyasi baskılar mı sebep?
Evet, Doğan Medla’nın satılmasının nedeni siyasi baskılardır. Aydın Doğan bugünkü koşullar altında bu işi daha fazla sürdürmesinin giderek zorlaşmakta olduğunu gördü, yalnız bırakıldı.
Kim tarafından?
Türkiye burjuvazisi Aydın Doğan’ı basın özgürlüğü meselesinde yalnız bıraktı. İlk vergi cezaları getirildiğinde, ki vergi cezalarının getirilmesinin sebebi Almanya’daki Deniz Feneri skandalının Türkiye’ye uzanmasıyla ilgili haberlerdi, Türkiye’nin büyük burjuvazisi Aydın Doğan’ın arkasında durmadı.
Ne yapabilirlerdi?
Her şeyi yapabilirlerdi. Koç Holding’in de, Sabancı’nın da normal olarak Aydın Doğan’ın ceza aldığı konuda hepsinin işlemleri vardı. Bu tür silahları kullanmanın ekonomik açıdan geri tepebileceğini hükümete hissettirmeleri bile tabloyu değiştirebilirdi. Gidip miting yapsalardı demiyorum ama en azından TÜSİAD ya da iş aleminin beş – altı büyük ismi bu konuda hükümet nezdinde bir girişimde bulunabilirdi, bunu yapmaktan kaçındılar.
Siz bu yalnız bırakmayı Türkiye burjuvazisinin hangi özelliklerine yoruyorsunuz? Korkaklık bunda sizce ne kadar rol oynuyor?
Türkiye burjuvazisi bence içten pazarlıklı ve sadece kendi şahsi çıkarlarını gözeten, ülkenin nereye gitmekte olduğunu değerlendirmekten aciz bir tablo çizdi. Aydın Doğan yalnız kalarak o günden bugüne kadar direndi ve dayanma gücünün sonuna geldiğini düşünüyorum.
Bu eleştirilerinizin hedefinde Koç, Eczacıbaşı, Boynerler, Sabancılar gibi aileler mi var?
Boynerleri belki ayırabiliriz, onlar kendi çaplarında bir şeyler yapmaya çalıştılar. Ama diğer büyük ailelerin hiçbiri bu konuda kıllarını kıpırdatmadı. Venezüella burjuvazisine bakarsan dönüp, orada basın özgürlüğünün korunmasına yönelik Chavez’e de, onun halefine de direndiler.
Basın özgürlüğü konuşurken gazeteciler, medya patronu, medya patronunun iş adamı niteliği veya otoriterliğinden değil, burjuvaziden bahsi açtınız. Sizin birinci suçlunuz onlar mı?
Evet, büyük Türk burjuvazisi. Ama asıl suçlu hiç kuşkusuz ki özgür basın faaliyetinden hazzetmeyen AKP iktidarıdır.
Türk burjuvazisinden sonra sırayı kime veriyorsunuz?
Gazeteciler ve gazete sahipleri. Onları birbirinden ayırmıyorum.
Ayrılması gereken türler değiller mi?
Hayır, çünkü gazete sahibi dediğimiz insan, gazeteden soyut bir insan değil. Gazetecinin yöneticileriyle o işi yapan bir insan. Gazetelerin yöneticileri, kendilerini gazete sahibinin kişisel hırslarına, kişisel ticari beklentilerine bu kadar kolay kaptırmamış olsalardı başka bir tablo olabilirdi.
Cümleniz aklımıza Hürriyet’in 20 yıl yayın yönetmenliğini yapmış Ertuğrul Özkök’ün “Ben TÜSİAD üyesiyim” cümlesini getirdi. Dönemin bakanı Güneş Taner’le Doğan grubu için yaptığı iş takibi kaydı kamuoyuna yansıdıktan sonra söylediklerini böyle de gerekçelendirmişti.
Bir karton fabrikası meselesi vardı yanlış hatırlamıyorsam, onun dışında bir işi takip ettiğini şahsen zannetmiyorum. Ama sonuçta bir gazete yöneticisinin TÜSİAD üyesi olması da yeterince tuhaf. Dünyada bir ikinci örneği olduğunu zannetmiyorum.
Bu ‘eşsiz’ durumun nasıl bir sürecin sonucunda ortaya çıktığını sizden dinlemek için birkaç adım geri atsak ve Aydın Doğan’ın medya alanındaki evrimini sorsak: Siz Doğan Medya Grubu’nun hikâyesini kaça bölerek anlatırsınız? Başlangıcı nasıl oldu, yükselişi ve çöküşü ne zaman başladı ve bu dönemeçlerde gazete patronu ve gazetecilerin suçları nasıl şekiller aldı?
Aydın Doğan’ın Milliyet’i satın alarak medyaya girdiği dönemde ona veya o dönemin gazetecilerine yönelik bir eleştiri getirmemiz çok kolay değil. Çünkü o dönem gazeteler, gazetecilik yapmaya gayret eden kurumlardı. Aydın Doğan da geldiği o düzene uydu, hatta o düzeni savundu. Ne zamanki Turgut Özal’ın, Asil Nadir’i oyuna sokma çabası, siyasi iktidarın medyayı dizayn etme çabası başladı, o zaman gazete sahipleri de kendi pozisyonlarını tekrar değerlendirdiler. Bağımsız gazetecilik yapmanın giderek imkânsız hâle geldiği bir dönemden bahsediyorum. Yandaş gazete - gazeteci sorunu bugünün sorunu değil, Adnan Menderes’ten, Süleyman Demirel’den beri gelen bir durum. O zaman daha çok kâğıt tahsisleri, ithalat izinleriyle yürütülen bir ilişkiydi. Sonra ekonomi, liberalize oldukça onların bir önemi kalmadı, bu sefer gazete sahibi olan iş adamlarının bankaları, devletle ilişkili işleriyle ilgili yöntemlere kaydı.
Doğan Medya için bu geçiş Hürriyet’in alımına mı rast geliyor, yoksa öncesine mi?
Aydın Doğan, Hürriyet gazetesi sahibi olduğu için büyümedi. Hürriyet’i aldığı dönemde zaten bankası, başka şirketleri vardı, o yüzden yükselişinin sadece Hürriyet’le olduğunu söyleyemeyiz.
Dolayısıyla sizce, Doğan, Milliyet döneminde bu ilişkilerin içine girmiş miydi?
Siyasi iktidarlar tarafından çekildiler, diyorum. Onların da hoşuna gitti tabii, oraya doğru çekilmeye gönüllü oldular da diyebiliriz.
Siz Aydın Doğan’a bu ‘çekilme’ için hak mı verirsiniz, direnmesini bekler miydiniz?
Buna direnmesi gereken iş adamı değil, gazetecilerdir. İş adamı müdebbir tüccar, kârını maksimize etmeye çalışır. Kapitalist düzende rasyonel olanı budur. Mesleği koruması gereken gazeteciler, gazetelerin yöneticileridir.
Aydın Doğan sizin rasyonel gördüğünüz yola girerken yayınları nasıl değişti? Gazeteciler buna nasıl izin verdiler?
Aydın Doğan’ın gazeteleri nispeten diğer gazetelere göre bağımsız gazetelerdi.
Yine de bir dönüşüm olmadı mı?
Ben Radikal ve Posta gazetelerinin yayın müdürü olduğum dönemde Tansu Çiller-Mesut Yılmaz kavgasında tam tersi taraftaydık. Ve Posta ile Radikal’in toplam tirajı Hürriyet’ten de, Milliyet’ten de fazlaydı ve herhangi bir müdahaleyle karşılaşmadım.
Radikal’i ilk söyleşimizde detaylı konuşmuştuk, ama tekrar pahasına: Siz ilk 1996’da Radikal’in başına geçtiğinizde editoryal bağımsızlık anlaşması yaptınız mı?
Radikal gazetesi benim projemdi ve baştan yaparken öyle bir bağımsızlık anlaşması olmadı. Sadece gazetenin çizgisinin ne olacağını konuştuk. Ondan sonra da Aydın Bey bana hiçbir müdahalede bulunmadı.
Denemede de bulunmadı mı?
Hayır. Sadece Susurluk olayı sırasında Tansu Çiller ve Mehmet Ağar’ın baskılarına karşı bir kere bana dedi ki “Bu yazdıklarımız doğru mu?” Ben de “Doğru” dedim. O da dedi ki “Yalan, uyduruk bir şey yazmadığınız sürece yazmaya devam edin ama her şey doğru olsun.”
Türkiye’de “iktidara yakınlık” konusunda bir alt başlık da askerler. Gazetenin geçmişinden gelen kuvveti nedeniyle de, 1994’te Aydın Doğan Hürriyet’i satın aldığında askerle bir anlaşma yapılıp yapılmadığına dair sorular sizin aklınızdan geçmiş miydi?
Komplo teorileri üretmek istersek böyle bin tane teori üretiriz, ama bunun doğruluğu yok. Hürriyet’in nasıl satıldığı çok açık: Erol Aksoy, Hürriyet’e bedava el koymaya çalışıyordu, Erol Simavi can havliyle bu gazeteyi satmak istedi. O arada Aydın Doğan talip oldu ve ona satıldı. Bu kadar basit. Öyle askerler, derin devlet gibi komploları düşünmeyin.
Dinç Bilgin, 2010’da Fatih Vural’a verdiği söyleşide Hürriyet’in satışı ertesinde askerden onay almak için TSK Güçlendirme Vakfı’na yüklü bir bağış yaptığını söyledi.
Dinç Bilgin saçmalamış. O dönemde biz oradaydık. Bu bir iddia bile değil, deli saçması. Ben o günlerde bu işin tam göbeğindeydim ve Hürriyet gazetesi nasıl satıldı biliyorum. Asker onay vermeseydi Simavi’nin Hürriyet’i satmayacağına inanabilir miyiz? Yine de satardı çünkü Hürriyet’in borçları nedeniyle Erol Aksoy’un gazeteye bedavaya konacağı paniğine kapıldı, oğluna güvenmiyordu. Etrafında bu paranoyayı besleyen yöneticiler vardı, onun sonucunda sattı. Bağışı da kendi ruh hâli yüzünden yaptı. O günleri hatırlayın; o günlerde PKK saldırıları artmış, şehit haberleri geliyor, rahmetli Erol Simavi’yi tanıyan biri olarak söyleyebilirim ki bunu sadece jest yapma duygusuyla yapmış bir insandır. Bu, Hürriyet’in tarihinde ilk kez yapılmış bir bağış değil, daha önce de Hürriyet’in tarihinde bir milyon liralık kampanyalar çok yapılmıştı.
“Milliyet biraz solda, Hürriyet ise daha çok devlet gazetesidir.” Aydın Doğan’ın Nuriye Akman’a verdiği söyleşideki bu cümleyi hatırlatarak soracağım; siz Radikal’de insan hakları temelli bir yayın yaparken Hürriyet’in yayınlarını nasıl izliyordunuz? Sizce yayının hangi özellikleri bu devlet yakıştırmasına sebep oluyordu?
Hürriyet devlet gazetesi olmaktan çok halk gazetesidir.
Nasıl halk?
Herkesin alabildiği, almaktan utanmadığı, alınca kendisinin etiketlenmediğini düşündüğü anlamda kullanıyorum halk gazetesi kavramını. Cumhuriyet gazetesi alırsan seni bir yere koyarım, cebinde Yeni Akit’le geziyorsan bir şey ifade ediyorsundur, Yeni Şafak, Radikal okuyorsan senin hakkında bir fikir verir. Ama Hürriyet’i herkes okur, Hürriyet’i Vehbi Koç da okur, Vehbi Koç’un şoförü de okur. Hürriyet bir halk gazetesi olarak da Türkiye’nin genel hassasiyetlerine uygun yayın yapar. Bu genel hassasiyetlerini belirleyen şey de cumhuriyeti kuran kurucu irade ve devlettir. O yüzden Hürriyet her zaman devletin yanındadır.
‘Genel hassasiyet’ tabirini örneklendirebilir misiniz?
“Türkiye Türklerindir”, “Kıbrıs terk edilemez” gibi temel politikaları vardır Türk devletinin. Hürriyet, herkese hitap etmeye çalıştığı için onun içinde kalır.
Saydığınız özellikler Türkiye’de ordunun sahipliğini yaptığı prensiplerdi.
Devletin genel politikasını uygulayan kurumlardan biri de ordudur.
Peki sizce Hürriyet dediğiniz gibi herkese hitap etmeye çalışırken 'herkesin' dışladıklarını da dışladı mı? Yılmaz Özdil'in Ahmet Türk'e atılan yumruk için yaptığı "adaletin tokmağı" benzetmesi, Ahmet Kaya için atılan "Vay şerefsiz" manşeti gibi öne çıkan örneklerle düşündüğünüzde örneğin, Kürtler sizce ne kadar bu yayınlar sebebiyle de kendilerini bu ülkede eşit hissetmedi?
Dediğim gibi Hürriyet, toplumun genel hassasiyetlerinin üzerine konumu gereği gitmez. Onun için insan hakları, Kürt meselesi gibi konularda bayraktarlık yapabilecek bir gazete değildir. Hatta genel eğilime uyar, geniş kitlenin yok saydığını yok sayar. Kürt meselesindeki durumu budur.
Özkök’ün yönetimdeki bazı manşetleri, bahsettiğiniz Kürt meselesindeki genel yaklaşımı düşündüğünüzde 1990’lardaki Hürriyet için ‘askeri kollayan bir gazete’ olarak da nitelemek ne kadar doğru, ne kadar yanlış olur?
1948 yılında kurulduğu günden bu yana Hürriyet zaten bu politikaları korur. Bu Ertuğrul Özkök’ün, Aydın Doğan’ın kişiselliklerinin dışında gelişen bir şeydir. Hürriyet askeri de kollar, polisi de kollar, devletin genel politikasının dışında olmaz.
Bunun gazeteciliğe eksileri neler oldu?
Gazeteciliğe artıları da oldu Hürriyet’in bağımsızlığının, eksileri de oldu. Türkiye’de önemli başkentlere kendi muhabirini gönderen ilk gazete Hürriyet’tir. Yurt dışındaki önemli olayları kendi muhabirleriyle takip eden ilk gazete de Hürriyet’tir. Bunları küçüksememek lazım. Ama öte yandan devletin politikaları ve Hürriyet de bunları savunuyordu, hâlâ da savunuyor.
Dolayısıyla sizce ilkeleri değişen devlete uyum sağlayamayan Aydın Doğan mı oldu? Başka bir ifadeyle, Hürriyet’in devlet politikalarından yana kimliği mi Aydın Doğan’ı sahipliğinden etti?
Sorunun temeli AKP iktidarının ve bizatihi Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrat olmamasıdır. AKP, AB üyeliği hedefinde koşarken Hürriyet onun yanındaydı. Ne zaman ki Deniz Feneri yolsuzluğu ile birlikte bağımsız gazetecilik de yapabileceğini gösterdi, iktidar da o zaman tırnaklarını çıkardı.
Aydın Doğan, Nuriye Akman’a verdiği söyleşide şunları söyledi: “AB standartları Türkiye’de getirilecekse öncelik asker meselesi değil. O standart da mutlaka getirilmelidir. Ama birinci standart olarak bunu alırsanız, şu çıkıyor ortaya. Bunların gayesi AB değil, askeri zayıflatmak. Topyekûn yapılırsa bu iş, tabii askerler de AB standardına geleceklerdir. Askerin siyasete müdahale etmesine ben hep karşı oldum. Zaten askerler de siyasete karışmak istemiyorlar. Askerlerin tek endişesi cumhuriyetin niteliklerini korumaktır.” Bu bakış açısında siz askere yakın bir pozisyon görmüyor musunuz? Özellikle son iki cümlede geçenler, sizce darbelerin gerekçeleriyle örtüşmüyor mu?
Cumhuriyetin kurucu niteliklerinden biri nedir? Laikliktir. Ve bu laiklik olmazsa zaten demokrasi diye bir şeyden bahsedemeyiz. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesi bunun dışında değildir. Dolayısıyla askerlerin bunu savunuyor olmasında tuhaflık yok, tuhaflık anayasalar yapılırken askerin bir vasi olarak bu meseleyi yönetiyor olması. Demokratların da değişmesi için çaba sarf ettiği şey de buydu. Asker kendi alanına geçsin ve siviller kendilerini yönetsinler.
Ve asker de bunu yapmadığı için biz bu soruları soruyoruz.
Askerlerle konuştuğun zaman hiçbiri “Asker müdahale eder” demez zaten. Aydın Doğan belki bunu kast ediyordur, bilemiyorum. Ona sormak lazım. Ama benim de tanıdığım hiçbir Genelkurmay Başkanı “Asker siyasete müdahale etsin, biz devlet yönetimine karışalım” demedi bugüne kadar, ama karıştılar o ayrı.
İsmet Berkan’ın kitabından, Yıldıray Oğur köşesinde rast geldiğimiz, bir alıntı: “Davetliler arasında Doğan Grubu’nun patronu Aydın Doğan da vardı ve Aydın Bey bu davete tek başına değil yanında iki gazeteciyle gitmişti: Milliyet’in o dönemki Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yılmaz ve Ankara Temsilcisi Fikret Bila. Görüşmeyi Mehmet Yılmaz’a sorduğumda, ‘Kafayı yemiş bunlar, bıraksan darbe yapacaklar ama cesaret edemiyorlar’ demişti edindiği izlenimleri aktarırken.” Dolayısıyla size bu izlenimi veren görüşmeler olmuş.
Görüşmeler olması başka bir kavram, bunun olması başka bir kavram. Biz oraya Jandarma Genel Komutanı’nın davetlisi olarak akşam yemeğine çağrıldık ve orada konuşulan konu buralara gelince Aydın Doğan “Paşam buraya yemek yemeğe geldik, siyaset konuşmaya gelmedik. Bunun yeri de değil” gibisinden bir şeyler söyledi, oradan askerlik anılarına dönüldü ve mesele kapandı. Orada bu konuyu tartışmadık.
Tartıştınız diye değil, ancak asker size bu hissi verecek açıklamalarda bulunmuş.
Çünkü normal olarak onları ilgilendirmemesi gereken şeylerde fikirleri var. Ve üstü örtülü ifadeleri var, “Yanımızda olur musunuz?” gibi.
Bu 2004’te oldu, değil mi?
Evet.
Siz bu görüşmeye yayınınızda yer verdiniz mi veya verilebilir miydi?
Hayır.
Neden?
Özel bir görüşmeydi çünkü. Yazmalı mıydım, “Bunlar darbe yapacak” diye?
Darbe Günlükleri yayımlandığında bunu bir gazetecilik başarısı olarak okuduk. İzlenimleriniz tabii ki Türkiye siyasetine dair bir şey söylediği ve siz de gazeteci olduğunuz için beklentim bu yönde olurdu. Eksikliğinde de bu soruyu sormama hak verirsiniz.
Sorabilirsin tabii, sormanda bir engel yok. Ben onu yazabilirdim evet, sonrasında yalanlanırdı yüzde 100, nasıl ispat edebilirdim?
Gazetece yöneticisi olarak bazı muhabirleri “Bu işin peşini kovalayın” diyerek görevlendirebilir miydiniz?
Neyi araştıracaklardı, darbeyi yapıp yapmayacaklarını mı?
Evet, askerler sonrasında yalanlasa da darbe eğilimine ilişkin daha elle tutulur alıntılar ve belgelere erişim başarılamaz mıydı? Böyle bir dosya hazırlanabilir miydi?
Hazırlanamazdı.
Neden?
Nasıl hazırlanır? Nasıl kanıtlanabilir ki? 6-7 askerin kendi aralarında konuştukları şeylerin, darbeye yönelik en azından bir eğilim olduğu nasıl kanıtlanabilirdi ki?
Özellikle 28 Şubat döneminde askerin isteğiyle kullanılan “İsmi açıklanamayan kaynaklar” janrı, bu kez gazetecilerin isteğiyle askere karşı kullanılamaz mıydı?
Somut şeyleri yaptık zaten, Andıç’ın yalan olduğu, bahsi geçen ifadelerin var olmadığı Radikal’de çıktı. Ama somut olarak elde edemediğim bir şeyi nasıl yazacaksın?
Burada sizin için somut eşittir “Ben darbe yapacağım” diyen bir asker mi? Başka bir açıdan sorsak: “Somutlaştıramayacağım için haber yapmadım ama benzer hislerle ayrıldım” dediğiniz çok görüşmeye katıldınız mı?
Hayır.
Bu tek miydi?
Böyle bir olay bir kez oldu.
Bir varsayım: O görüşmeyi haberleştirmek isteseniz Aydın Doğan katından itiraz gelir miydi?
Normal olarak gelirdi çünkü yemeğe davetli olan Aydın Doğan’dı, o da yanında bizi götürdü. Tanık olalım diye mi, yalnız gitmemek için mi götürdü kısmı başka.
Gazeteler ne kadar kontrolden geçerdi’yi öğrenmek için soracağız, yayın yönünde karar verseniz bundan haberi nasıl olurdu?
Hemen hemen hiç. Aydın Doğan gazeteyi ertesi sabah okur. Benim yönettiğim gazeteler açısından durum böyleydi. Ötekileri bilemem.
Hemen hemen’ dışında kalan örnekleriniz var mı?
Genel yayın müdürü arayıp da “Ben şöyle bir haber yapıyorum” demediği sürece haberinin olmasına imkân yoktu. Şimdiki gibi gazetelerinin sayfalarını yapıp siyasi komisere gönderme gibi bir uygulama yoktu o tarihlerde.
Yayın yönetmenleri kendisini hangi büyük haberler için, ne zaman arardı?
Başkası nasıl arardı hiç bilmiyorum, “Şu haberim var” diye hiç aramadım. Aydın Doğan tarafından da böyle bir soruyla hiç karşılaşmadım.
“Doğan Medya’da bu olduysa bu direkt o gazeteciyle alakalı bir durum” demiş oluyorsunuz değil mi?
Evet.
Kulağınıza gelen, sizin aksinizi yapan Doğan Medya’da çalışan meslektaşlarınız var mıydı?
Olmuştur. Somut olarak benim yönetici olduğum dönemdeki yöneticiler, Ertuğrul Özkök, Derya Sazak, Umur Talu, Yalçın Doğan’dı. “Bu isimler şu haber için aramışlardır” diyebileceğim bir bilgim yok.
Bu isimlerden bağımsız sorsak: Bazı gazetecilerin sınır aşımına izin vermesine sebep olan zaafları neler?
Güç, iktidar, para.
Güneş gazetesiyle birlikte Türkiye basınında önemli ölçüde artan yazar maaşları mı aklınızdaki? O artışın getirisi mi bu?
Güneş gazetesi ile başladı diyemeyiz, o sayede gazetecilerin maaşları arttı. Mesele gazete yöneticilerinin gazetelerinin idaresi konusunda patronlarla mesafesini koruyamamış olması. Sadece bir kurumu, bir kişiyi suçlayamayız.
Bir kişiyi suçlamaktan ziyade saydığınız güç, iktidar ve para üçlüsünün para ayağına dair bir soru daha soracağım. Doğan Medya’da yazarların ortalama maaşı ne kadardı?
Yazarına göre değişir.
Son dönem için bir aralık verebilir misiniz?
5 ila 15-20 bin lira arasında değişir.
Verdiğiniz bu rakamın sizce rejimin aldığı yolda payı var mı?
Yazar maaşlarıyla bunun ne alakası var, Recep Tayyip Erdoğan ve onun İslamcı ideolojisi yüzünden gidiyoruz.
Erdoğan’ın Aydın Doğan’ı zorlamasına yol açan Hilton Oteli veya Ceyhan’da rafineri ruhsatı için istekleriyle, eleştirdiğiniz bazı gazete yöneticilerinin peşine takıldıkları patronun iş çıkarlarının aynı çekirdekte olması nedeniyle soruyoruz.
Mesafe koyabilmiş olsalar, hükümetlerin gazete patronları üzerinde baskı kurmaları da daha zor olurdu. Ama siyasi iktidarın niyeti ideolojik olarak bir rejim değişikliği ise bunun önünde durabilecek bir gazeteci gücü yok zaten.
Sizin 2000’de Milliyet’e geçişiniz nasıl oldu?
Birincisi Milliyet ciddi zarar ediyordu. İkincisi tirajı düşüyordu. Milliyet’in promosyonlu tirajı 130-160 küsur bin olduğu ve geçmişimden kaynaklı, gazete patronu bu işi iyi bildiğimi düşündükleri için geçtim.
Gelişinizden önce Egebank’ı batıran Murat Demirel ile Nail Keçili’yi beraber eğlenirken gösteren, reddettikleri ilişkinin fotoğrafını bastıkları için Yayın Koordinatörü Umur Talu ve Genel Yayın Yönetmeni Yalçın Doğan Milliyet yönetiminden alınmamışlar mıydı?
Yalçın’la Umur böyle açıklıyor olabilir ama öyle değil.
Nasıldı?
Milliyet zarar ediyordu, kötü bir gazetecilik yapılıyordu, gazete satmıyordu. Sebep buydu. Eğer dediğiniz doğru olmuş olsaydı, ben gazeteyi devraldıktan sonra TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) tarafından el koyulan bankalarla ilgili haberlerin hiçbiri yapılamazdı. Nail Keçili ile ilgili de, Murat Demirel’le ilgili haberler de yayımlandı. Dinç Bilgin’in bankasını batırmasıyla da, Mehmet Emin Karamehmet ile ilgili haberler de yayımlandı. Dediğiniz gibi olsaydı, Milliyet gazetesine ben geldikten sonra bu yayınların hiçbirinin yapılmamış olması lazımdı. Ama siz dönüp dedikoduları dinleyeceğinize, arşive girip o günkü gazetelere, ben geldikten sonraki yayın çizgisine baksanız bu soruyu sormazdınız.
Umur Talu’nun yazdıkları...
Umur Talu veya Yalçın Doğan, bunu kim uydurdu bilmiyorum. Bunlardan hangisi kendisine bunu söylüyorsa kendi başarısızlığını örtmek için gerekçe üretmiş, başka hiçbir şey değil. Niye Nail Keçili’nin bankayı soyarken resminin yayınlanmış olması bunların işten atılmasına neden olsun? 1) Nail Keçili ile Aydın Doğan’ın arası zaten kötü, Dinç Bilgin’in adamı Nail Keçili. 2) Murat Demirel’le Aydın Doğan’ın bir iş ilişkisi yok. Onun bankasından bir beklentisi yok. Demirel’in bankasının batıp batmamasıyla Aydın Doğan’ın doğrudan ilgilendiren ticari bir ilişkisi yok. Niye yapmış olsun?
Bu isimler yayından önce telefonla aranıp engellenmeye çalışılmadı mı?
Kim etmiş, Aydın Doğan mı?
Benim duyduklarım Yalçındağ ve Özkök.
Mehmet Ali Yalçındağ ve Ertuğrul Özkök, Nail Keçili’yi savunmak için mi yapmış?
Hangi sebeplerle yaptıklarını bilmiyorum, fakat aktarılan şu: Bir yayın yapılacaktı, yapılmaması istendi, gazeteciler isteği reddetti, yayın yapıldı ve yönetimden alındılar.
Bunun doğru olup olmadığını anlamanın çok basit bir yolu var. Eğer bu olaydan arkadaşlar bu sebeple görevden alındıysa yayın çizgisinin değişmiş olması gerekir. O tarihteki arşive gidip Milliyet’e 6 ay, 3 yıl, 5 yıl ne kadar bir aralıktan bakmak isterseniz bakacaksınız bu iddia doğruysa ne tür haberlerle devam edilmiş bakacaksınız. Patron geri zekâlı mı, onları bu sebeple işten atıp yerine getirdiği adam yine aynı şeyi yapmaya devam etti. Bu size rasyonel geliyor mu?
O dönem yaşanan diğer değişikliklere hakim olmadığım için sorunun yanıtını bilmiyorum.
Bu soruları soruyorsan hakim olmasın. Bu soru beni de suçluyor, bankasını soyan adamların cezalandırılmamasına aracılık etmiş oluyorum.
Hikâyenin farklı veçhelerine hakim olmadığım ve bunun eksikliği konusunda haklısınız. Ama olayın tanıklarıyla konuşmamdan öğrendiğim şu; o fotoğrafın yayımlanacağı günün akşamı Milliyet yazı işleri yemekteymiş ve Yalçındağ ile Özkök, Yalçın Doğan ve Umur Talu'yu defalarca aramış. Yalçındağ'a "Biz şehir baskılarında fotoğrafı kaldırmayacağız, isterseniz siz kaldırın" cevabı verilmiş. Ertesi gün Doğan ve Talu görevden alınmış. Bu, söyleşi boyunca altını çizdiğiniz, editörün yayına patronajı karıştırmaması çabasına bir örnek değil mi? Hem sizin dile getirdiğiniz Milliyet'in rakamları, hem aynı konuda yayın yapabilmeniz, hem de bu olay birlikte doğru olamaz mı?
Basılmamış gazeteden Ertuğrul ve Mehmet Ali nasıl haberdar olmuş, bunu bilmiyorum. Ama bildiğim şu: Aydın Doğan ile Milliyet’in başına geçmem konusunda bir haftadır görüşüyorduk. O gün Tarabya’daki Kıyı lokantasında akşam üzeri yemek yemek için buluştuk ve ertesi gün Milliyet’in başına geçmem için anlaştık. O gün taşra baskıları lokantaya geldiğinde ben görevi kabul etmiştim ve gazetede neleri değiştirmeyi düşündüğümü anlatıyordum gazetenin patronuna.
Bu durumda Talu ve Doğan’ı yönetiminizdeyken Milliyet’ten neden çıkardınız?
Tekrar anlatıyorum, Milliyet gazetesinde ağır bir zarar vardı. Sayfa sayısı ortalama 44-48’di, satış düştüğü için ilan geliri çok düşüktü. 1) Ben Milliyet’i 24 sayfaya indirdim, sonucunda her sayfada 3 köşe yazarına yer yoktu. 2) Ya gazeteden 3-5 kuruş alan genç muhabirleri çıkaracaktım ya da maaşları yüksek 3-5 kişiyi çıkaracaktım. Ben ikinci yolu seçtim, meşhurları, maaşı yükek olanları işten çıkardım. Onların hatalarıyla batma noktasına gelen bir gazeteden çıkarılması gerekenler işin o noktaya gelmesinde en az sorumluluğu olanlar mı olmalıydı? Meşhur olmadıkları için onları mı işten çıkarmalıydım?
Diyorsunuz ki “İşten çıkarmayı ben yaptım, tamamen ekonomik sebeplerdi.”
Ben yaptım, Aydın Doğan’la hiçbir alakası yok. Hatta ben ona söyledim “Bunlar size gelirler, siz gidin, ben bu işi yapmak zorundayım” dedim, Aydın Doğan da İstanbul’u terk etti, Almanya ya da İngiltere’ye gitti. Şimdi bakınca da doğru yaptığımı görüyorum. Yönetimde olduğum 5 yılın ilk yılı dışında Milliyet gazetesi kâr etti, SPK kayıtlarından bulabilirsiniz. Reklam geliri, tirajı arttı, Hürriyet ve Sabah’la rekabet eder hale geldi. Bunu da dediklerimle yaptım.
Gazete sahiplerinin gazetecilik dışındaki işlerinin getirdikleri, diğer iş adamlarıyla ilişkileri Milliyet’e nasıl yansıdı?
Gazete sahiplerinin sadece gazetelerinin olması bir ütopya. Gazete sahipleri elbette girişim özgürlüğünün olduğu her ülkede farklı işler yapabilirler. Marifet, gazete sahibinin başka işinin olmaması değil, gazete sahibinin gazete yönetimiyle, yani gazetecilik işiyle kesin bir çizgi çizebilmesi, gazeteyi yönetenlerin gazete sahibinin diğer işlerinin takipçisi olmamasında. Türkiye’deki sorun budur. Kendi deneyimimde, ben en ufak bir iş talebiyle karşılaşmadım.
Bahsettiğiniz kesin çizgisinin çizilebildiğine tanık olmadık. Dediğiniz şuna mı geliyor, “Mehmet Yılmaz’lar olsa medya bugün bu duruma düşmezdi”?
Büyük konuşmayı sevmiyorum ve istemiyorum, ben şahsen böyle bir işin içinde olmadım. Başka arkadaşlar da olmayabilirlerdi, ama gazeteciler güç kullanmayı seviyorlar. Gazete sahipleri bu gücü ticari işleri için kullanmak istiyor olabilirler. Bunlara engel olacak olan şey gazetenin yöneticisidir. Gazete sahibi tabii ki bunu yapmak ister, o bir kapitalist.
Dolayısıyla yöneticilerini de ona göre seçmiyorlar mı?
E, beni de seçtiler mesela ve Doğan Grubu’nda 12-13 sene genel yayın müdürlüğü yaptım. Çünkü gazete sahibi kapitalist, işadamı. Her iş adamı iyi yöneticilerle çalışmak ister.
Daha özel sorulara geçmeden, patronların iş adamlarıyla ilişkilerine dair bir ek soru: Aydın Doğan'ı yalnız bıraktığını söylediğiniz ailelerden Koçlar ve Aydın Doğan’ın ilişkisi için Hıfzı Topuz “Türk Basın Tarihi” kitabında şunları yazmıştı: “Karacan Milliyet’i satılığa çıkardı. O dönemde herkes Milliyet’i Koç Grubu’nun satın alacağını düşünüyordu. Ama Koçlar gazeteyi Aydın Doğan’ın almasını uygun gördüler ve kendisini geniş ölçüde desteklediler. Koç Grubu geri planda kaldı. Bununla birlikte Aydın Doğan, Koçlar’a her zaman çok saygılı davrandı ve Koç Grubu, Aydın Doğan’ın yönettiği medyada hiçbir zaman eleştiri konusu olmadı. Bu bir vefa borcuydu.” Sebebinden bağımsız, sizce Topuz’un Koç Grubu’na dair olumsuz haberlerin yayınlarında yer almadığı değerlendirmesi sizce tamamen yersiz mi?
Koç ailesi ile Vehbi Koç ve çocuklarıyla Aydın Doğan’ın özel bir yakınlığı olduğu sır değil. Koç grubuna ilişkin olumsuz haberlerden neyi kast ettiğini bilmiyorum ama şunu söyleyeyim. Benim yönettiğim Milliyet’te, o zaman Koç ailesine ait olan Migros’ta zararlı ürünler satıldığı ile ilgili haber birinci sayfadan yayınlanmıştı.
Adınızın geçtiği bir sansür iddiası, ilk olarak MedyaKronik’te çıkmış, Fehmi Koru tarafından takip edilmişti: Sadettin Tantan’ın istifası ardından, RTÜK yasasının Meclis’ten geçeceği gün Milliyet’te Tantan’ı öven...
Hasan Cemal’in yazısının Kıbrıs baskısında çıkmaması mı?
Hasan Cemal dahil 5 yazarın köşesine müdahale edildiği iddiası.
Kim o yazarlar?
Gazetenin farklı versiyonlarında Cemal’in yazısının yayımlanmaması, Melih Aşık ve Meral Tamer’in yazılarında Tantan’a ilişkilerin bölümlerin tırtıklanması...
Hasan Cemal’in yazısı Kıbrıs baskısında yok, diğer bütün Türkiye baskılarında var. Niye Kıbrıs baskısını sansürlemiş olabilirim de Türkiye baskılarını sansürlememiş olabilirim? Kıbrıs’ta Aydın Doğan’ın işi var diye mi? Şimdi bu arkadaşların, Fehmi Koru’nun ve acayip internet siteleri kurup medya dedikodusu yazan arkadaşların işi bu.
Haberin sahibi MedyaKronik’in hakkını yemiyor musunuz?
Çıkaranları tanımıyorum, haklarını da yiyor muyum bilmiyorum, ben olanı söylüyorum: Niye Kıbrıs baskısında olmayan bir şey Türkiye baskısında var? Bence sen, benden bu yanıtı aldıktan sonra onlara da sormalısın ve bunu açıklamalılar; “Kıbrıs baskısında sansürlendi çünkü şu nedenle...” İki baskı arasındaki saat farkı bir. Saat 6 gibi Kıbrıs baskısı dönüyor, bitiyor, uçağa gidiyor, 7.30 gibi Türkiye taşra baskısı dönmeye başlıyor.
Yetişmedi mi diyorsunuz?
Hasan Cemal’in yazısının yetişmediğini söyleyebilirim ama ötekilerinin durumunu hatırlamıyorum doğrusunu istersen. Ama prensip olarak kimsenin yazısına ellemedim. Sadece Taha Akyol’la oldu, onlar da yazılarının uzunluğu ile tartışmalardı. Bunlar sorulabilir sorular, Melih Aşık, Meral Tamer biliyor olmalı, yazısının neresinden neyi atmışım. Dedikodu üzerinden gitmek yerine somut olaylar üzerinden gitmek gazeteciliğe daha uygun. Çünkü bunlar sorulup cevabı alınabilecek şeyler. Askere, “Genelkurmay Başkanı’na darbe yapıyor musun” diye sorarsak yanıtı alamayız ama bir gazeteciye bahsettiğim soruları sormak daha kolay. Gazetecilik de odur zaten. Onun için sen bu söyleşi bitince bu arkadaşları ara ve sor bakalım. Hangi yazılarından hangi bölümü atmışım? Hangi yazılarını yayınlamaktan imtina etmişim? Öte yandan şunu da söyleyeyim: Genel Yayın Müdürleri’nin böyle bir hakları vardır, kullanırlar, kullanmazlar orası ayrı. Gazetenin köşe yazarı da bu durumdan hoşlanmıyorsa gider başka yerde yazar. Dünyada bu işler böyle oluyor.
Hem darbe eğilimleri, hem bu durum için de geçerli söylediğiniz, ama medyanın kendi hatalarını takip eden MedyaKronik...
Ben tanımıyorum gerçekten onları.
Alper Görmüş, Ümit Kıvanç, Kürşat Bumin’in öncülüğünde işleyen bir medya denetleme sitesiydi.
Bilmiyorum, ben Kürşat Bumin’i de tanımam. Yeni Şafak’ta yazıyordu.
Uzun zaman önce çıkarıldı.
Sonuçta beni ilgilendiren bir durum değil. MedyaKronik’te bunu yazan arkadaşlar, Meral Tamer’e “Yazınızdan şu bölümü atmışlar, doğru mu?”, “Hangi bölümü atmışlar bana gönderir misiniz?” diyebilirlerdi. İlişki böyle yürümeli, değil mi? Bu yoksa dedikodu yapılıyordur, o zaman da benim dedikodu sitesi deme hakkım doğuyor. Bunlar kanıtlanabilecek iddialar. Kanıtlamaktan imtina ediliyorsa amaç dedikodu yapmaktır. Eleştiri yapmak değil.
Milliyet’te yayınınıza patron katından müdahale yapılmıyor ve işleyiş aktardığınız gibi istediğiniz şekilde sansürsüz ilerleyebiliyorsa yayın yönetmenliğinden neden ayrıldınız?
Hanzade Doğan ile anlaşamadığım için.
Neden anlaşamadınız?
Gazetenin yönetimiyle, yayın politikasıyla ilgili konularda anlaşamadık.
Yayın politikasında neden anlaşamadınız?
O daha çok işlere karışmak, müdahale etmek istiyordu. Ben de bunu istemiyordum. Gazetenin bir tane yöneticisi olur. İki kişi yönetmeye kalkarsa kavga çıkar ve nitekim bu konuda anlaşamadığımız için doğal olarak görevden alındım.
Aydın Doğan’ı ayrıştırdığınız Medya’da yöneticinin bağımsız yayın yapma özgürlüğü, yönetim kızlarına geçince değişti mi?
Ben kendi durumumdan bahsediyorum.
Soruyu Milliyet’le sınırlandıralım.
Milliyet gazetesinden niye ayrıldım? Hanzade Doğan ile anlaşamadığım için. Hanzade Doğan’la anlaşamadığım konu neydi? Gazetenin yayın politikasının genel yayın müdürünün belirlemesiyle ilgili geniş yetkilerini daraltmak istiyordu.
Hangi yetkilerinizi?
Gazeteye hangi haber girecek, hangi haber nasıl işlenecek...
Sizce bu değişime 2005’te ne sebep oldu, neden yayınların içeriğine patron katından müdahale edilmek istedi?
Onu bilemiyorum, bunu müdahale edenlere sormak lazım.
2005’in ardından yayınlarda gazetecilik ardından bir gerileme olduğunu düşünüyor musunuz? Bu müdahaleleri kronolojisini çıkarsanız çöküşün başlangıca koyar mısınız?
Aydın Doğan’ın Doğan Medya’dan çıkışını çöküş olarak görüyorsak bunun sebebini gazetelerin yayın politikası değil, hükümetin basın özgürlüğü ile ilgili tutumudur. Gazeteler, yanlış yönetildikleri için batmadılar. Tam tersine hükümetin baskısı nedeniyle gazetelerini satmak zorunda kalmış bir insandan bahsediyoruz. Dolayısıyla ona çöküş demememiz gerekir. Aydın Doğan defalarca beraat ettiği davaları her seferinde yeniden karşısında buldu. Mahkeme karar vermiş, kesinleşmiş ama aynı dava 6-7 kere açılmış. Hukukun tamamen dışında şeyler bunlar. Türkiye’deki bütün şirketlerin birleştirilme sürecinde aynı şeyler yapılır ve diğer şirketlere bir şey olmazken buraya 1 milyar dolardan fazla ceza tahsil edilmiş. Attığı her adım, kontrol altında. Bir yandan hapis tehdidi, bir yandan mülkiyet hakkına tecavüz bile var. Bodrum’daki marinaya kaçak ponton yaptığı iddiasıyla devlet marinaya el koymaya kalktı. Kaçak ponton varsa ceza kesersin, mülküne el koymak gibi bir şey olabilir mi? İşte Aydın Doğan bunlarla karşılaştı. Bunlarla karşılaşmış ve tek başına bırakılmış bir insanın yapacağı şeyi yaptı ve sattı. Sattı, kurtuldu.
Sizce Aydın Doğan’ın sonucu değiştirmek için yapabileceği bir şey var mıydı?
Dediğim gibi, onun iradesinden bağımsız gelişen şeyler olduğu için ne yaparsa yapsın bu olurdu. Ancak en baştan itibaren biat etmiş olsaydı kalabilirdi.
Okuyucuya hatırlatmak için, satışa kadarki süreçte Doğan Medya’da tartışma yaratan bazı gelişmeleri sıralayalım: 2007’de Emin Çölaşan’ın kovulması, 2008’de Deniz Feneri haberlerinden sonra Erdoğan’ın yaptığı boykot çağrısı, 2009’da 6 milyar 448 milyon 8 bin lira kesilen 1.2 milyar ödenen vergi aslı ve cezaları, Akif Beki’nin 2009’da Radikal’e girişi, Ertuğrul Özkök’ün 20 yıl sonra yayın yönetmenliğinden alınması, baş yazar Oktay Ekşi’nin çıkarılışı, 2010 referandumunda evet diyen yazarların yok denecek kadar az olması, 2011 Milliyet ve Vatan’ın Demirören’e satılması, 2012 Cüneyt Özdemir ile Erdoğan arasında ‘tinerci’ polemiği ve Erdoğan’ın “Herkes vitrinine layık olanı koyar” çıkışı, 2013’te Gezi olayları esnasında CNN Türk ekranlarında penguen belgeseli oynatılması, 2014’te Yılmaz Özdil’in ayrılışı, 2015’te içlerinde AKP’li Boynukalın’ın da olduğu bir grubun saldırısı, 2016 Mehmet Ali Yalçındağ’ın Berat Albayrak’la maillerinin Redhack tarafından ortaya çıkarılmasının ardından gelen istifası, aynı yıl programında “Barış olsun” diyen Ayşe Öğretmen için Kanal D Ana Haber’de Beyaz’ın özür dilemesi, 2017’de Orhan Pamuk söyleşisinin sansürlenerek yayımlanmaması, aynı yıl Şubat ayında ‘Karargâh Rahatsız’ başlığı ardından yayın yönetmeni Sedat Ergin’in istifası…
Çölaşan’ın kovulmasının AKP’yle ilgili olduğunu düşünmüyorum, kişisel bir olaydı. Saymadınız ama sorarsanız, Bekir Coşkun HaberTürk’e transfer oldu, kovulmadı. Oktay Ekşi, kovulmadı, istifa etti.
Siz uzun bir dönem, 7 Eylül 2017’ye kadar iktidarı eleştiren yazılar yazabildiniz. Bu nasıl mümkün oldu?
Yazdım valla, kimse de bir şey demedi.
Kimse uyarıda bulunmadı veya sizin işten çıkarılmanız için baskı yapılmadı mı?
Yazı işlerinin uyarısıyla bazı düzeltmeler yaptığım olmuştur, hiç kuşkusuz. “Bu ifade çok ağır, bunu yumuşat” diye yayın veya yazı işleri müdürünün uyarısıyla düzelttiklerim olmuştur. Onun dışında ben bildiğimi yazdım ta ki 7 Eylül’e kadar. O tarihte de 30 Ağustos resepsiyonundaki Genelkurmay Başkanı’nın eşinin başını örtmesiyle ilgili tartışmalar üzerine bir yazı yazdım. O yazı üzerine Aydın Doğan’ı Recep Tayyip Erdoğan aradı. Ve ben onun öfkesini yatıştırmak için yazılara ara vermiş oldum. Ama bir daha da başlayamadım.
Erdoğan arayıp Doğan’a ne dedi, biliyor musunuz?
Kuran-ı Kerim’in okunmasına karşıymışım gibi şeyler.
Ve işten çıkarılmanız mı talep edilmiş?
Evet.
Hemen mi?
Herhalde hemen. O kadarını bilmiyorum, sormadım da doğrusu. Çünkü Aydın Doğan bu nedenle çok üzgündü, ben de “Üzülmeyin, boş verin. Bir süre bir şey yazmayım” dedim, öyle kaldı.
Size ‘yaz’ diyen olmadı mı?
Olmadı, ben bir iki sefer “Başlayım mı” dediğimde de yayın müdürü Fikret Bila “Şimdi değil” dedi ve öyle kaldı.
O vakte kadar hiç sansürlenmemiştiniz?
Hayır.
T24’te Doğan Akın, Hasan Cemal’in “İmralı Zabıtları” haberinin ardından Milliyet’le yollarının ayrılmasına ilişkin eleştirel yazıların Hürriyet’te Doğan Hızlan tarafından sansürlendiğini yazmıştı.
Ben benimle ilgili bir şey hatırlamıyorum. Önce Doğan (Hızlan) Bey, Enis’ten (Berberoğlu) sonra Tufan Türenç yazı işlerinde yazıları okumakla sorumluydular. Ve gördükleri bazı şeyler için yazarları arayıp uyarıyorlardı. Beni de uyardılar, “Bu ifade ağır,” “Bundan sorun çıkabilir” diye. Ama orada da son karar benim olurdu. Hasan Cemal’in ayrılışıyla ilgili bana bir şey olmadı, başka kim vardı böyle şeyleri yazan, onu da bilmiyorum.
Hürriyet’te bahsettiğiniz ‘kalifiye editasyon,’ yani yazarı arayanın yazı editörü değil de, kıdemli Doğan Hızlan olması kaç yılından itibaren başladı?
En başından beri, Hürriyet’te yazmaya başladığımda bu vardı. Benim Milliyet ve Radikal’de kurduğum düzende, köşe yazısı hangi editörün sayfasındaysa okumakla yükümlü olan oydu. Hürriyet’teki düzendeyse, bütün köşeleri bir kişi okuyordu. Köşe yazıları dokunulmaz değildir, bu normal, sonuçta yazılar gazetenin bir parçası.
Sizden neler için ‘yumuşatma’ ricası yapıldı?
Recep Tayyip Erdoğan ile ilgili çok sert bir şey yazdığım zaman uyarırlardı. Çünkü dava açıyorlardı, ama yazının özüne yönelik, “Bunu yazma, başka şey yaz” gibi bir uyarı olmadı. “Bunu yumuşat” dediklerinde, “Yok, bunu yumuşatmam, başka bir şey yazayım” diye yazılmış başka bir yazı olabilir, ama “Sen başka şey yaz, ben bunu koymuyorum” denirse yazarın cevabı da şu olur “Hayır, ben yazmıyorum kardeşim.”
Baktığımızda gördüğümüz son birkaç yazınızın başlığı “Kızlar eğlenceli erkekler sever,” “Sevgilinize sarılın”dı. Siz neden bu içerikte yazılar yazmayı tercih ettiniz?
Ben senenin 52 haftasının yaklaşık 45’inde, Cumartesi günleri özel başka bir konu yoksa böyle hafif yazılar yazdım. Onları şimdi Pazar ekinde yazıyorum. Ben onları tercih ediyor değilim, zaten yazdığım yazıları ana gazeteden Pazar ekine taşımış oldum.
Sonuçta bunlar yakın zamana kadar yan yazılardı, fakat ana siyaset yazılarınız gidince bunların toplamına gazetecilik olarak bakmak pek mümkün değil.
Gazeteci olarak yazmıyorum zaten o yazıları.
Dolayısıyla siz neden ayrılmadınız ve bunlarla devam ediyorsunuz diye soruyoruz.
Pazar eki zaten bir gazete değil. O bir eğlencelik ürün.
Peki, ama sorumuz hâlâ geçerli.
Yazdırmıyorlar, ne yapabilirim? Boğazlarını mı sıkayım?
Ayrılmak bir seçenek olabilir mi diye merak ediyorum.
Evet, ayrılmak bir seçenektir. Ayrılmadım çünkü birincisi gazetenin zarar görmesini istemedim. İkincisi kısa süre sonra başlayabileceğimi düşünüyordum. Öte yandan nereye ayrılayım? Ne yapmalıydım sizce?
Doğan Medya Hürriyet, Kanal D ve CNN Türk üzerinden pek çok ödün verdi. Biraz önce vermeye çalıştığımız listedeki bazı maddeler bunların örneği. Size yönelttiğimiz sorunun da arka planında şu sorgulama var: Ödünlerden geriye kalan şey zaten ne kadar gazetecilikti? “Doğan Medya, satışından önce gazetecilik açısından zaten bitmişti” diyen birine siz ne dersiniz?
Doğan Medya’nın bitip bitmediğini, ne fonksiyonu olduğunu 6 ay sonra anlayacaksınız. Dayak yemiş kadın haberi bile gazetelerde çıkmamaya başladığı gün, Doğan Medya’nın, Hürriyet’in, Posta’nın ne anlama geldiğini anlayacaksınız. Şimdi anlamanıza imkân yok. Çünkü ön yargılısınız.
Sizce kadına yönelik şiddet haberleri dışında neleri okuyamayacağız?
Birçok şeyi göremeyeceğinizi iddia ederim. Hayat biçimleriyle ilgili haberleri, tehdit altında olan hayat biçimlerine ilişkin haberleri, geylerle ilgili olanları, Kürtlerle, tacize uğrayan çocuklarla ilgili hiçbir haberi göremeyeceksiniz.
Ceren Sözeri, bunlara rant ve nükleer santral haberlerini de ekliyor. Bunların toplamını düşündüğünüzde, sizce Doğan Medya’nın, Demirören Grubu’na satışıyla Türkiye neyi kaybetmiş oldu?
Nisbi bir çok seslilik vardı. O kaybolacak.
Aydın Doğan, Doğan Akın’a verdiği söyleşide çalışanların durumunun satış görüşmelerinde gündeme gelmediğini söyledi. Bunu, satış ardından yayın yönetmeni Fikret Bila’nın istifası ve haber sitesinin direktörünün ameliyat iznindeyken işten çıkarılmasıyla birlikte düşündüğünüzde siz, iş akdinizin geleceğine dair ne düşünüyorsunuz? Sonlanması durumunda sizin bir sonraki durağınız neresi olur? Her koşulda, görüşmede çalışanların es geçilmesi en azından burukluk yaratıyor mu?
Çalışanlar es geçildi ve bu ilk kez olmuyor. Sendikası bile olmayan bir sektörden söz ediyoruz. Benim iş akdimi fesh edecekler mi, şu anda bilmiyorum. Ama beni işten çıkarmaya hakları var, bunu yaparlarsa da kırılıp, küsmenin alemi yok. Bunlar normal şeyler, tarihte işinden olan ilk gazeteci de ben olmayacağım sonuç olarak. Sonraki durak neresi olur bilmiyorum. Türkiye’de özgür gazetecilik için bir sonraki durak var mı, onu da artık bilmiyorum.
Sizin gözünüzden medyanın sorunlarından birisi gazete patronlarıyla sınırlarını çizemeyen gazete yöneticileriyse, yakın gelecekte meslekten gelenlerin gazete çıkarmasını beklemek çok mu romantik?
Evet, romantik bir hayal bu. O gazeteyi nerede basacağız? Kim dağıtacak? Hangi bayide satacağız?
Nedir bu bahsettiklerinizin maliyeti?
2-3 milyon dolarlık bir bütçe harcayarak yarın bir gazete çıkartabilirim. Bunu kim basacak, kim dağıtacak, hangi tezgâha konulduğundan nasıl emin olabileceğim?
Dolayısıyla artık imkânsız bir şey mi bu?
Bence imkânsıza yakın.
“Radikal 2 kapatılınca bana verir misiniz, haftalık gazete yapabilir miyim, dedim. Kabul edilmedi.” 2014’te yaptığımız söyleşideki bunu söyleyen siz, 2018’de bu teklifi yapmaz mıydınız?
Yapamam çünkü dediğim gibi dağıtım şirketi ve D&R’ın satışıyla beraber tekelleşmeye doğru gidiliyor. Dolayısıyla bundan sonra mizah dergileri, muhalif dergiler kendilerine tezgâhta ne kadar yer bulur, Sözcü’nün, Cumhuriyet’in, Evrensel’in, Birgün’ün okuyucuya ulaşması ne kadar mümkün olabilir göreceğiz. Ben artık bunun kolay olmayacağını düşünüyorum. Çünkü karşımızda yüce gönüllü bir iktidar yok, amacı tek sesli bir medya düzeni yaratmak. Bunun için yaklaşık 1 milyar dolar parayı devlet bankasından kredi olarak verdiler, o paranın da boşa gitmemesi için gerekeni de yaparlar.
Dijital yayın bir çözüm olabilir mi?
Dijital bir çözüm tabii, okuyucu para vermek isterse. Gazeteciler havadaki toz ve nem ile beslenmiyorlar. Habere ulaşmak için de muhabir lazım. Bu muhabirin iletişim olanaklarına sahip olması lazım, editörler lazım. Bütün bu insanlara hayatlarını sürdürebilecek bir gelir sağlamak lazım. Yazarlar vaktiyle çok para kazandılar, herkes kendi hayatını sürdürülebilecek birikime sahip. Dolayısıyla bedava yazı yazabilirler. Ama o muhabirleri, editörleri yaşatacak maddi bir kaynak yaratmak lazım. Ama bu tabloda okuyucu da, reklam veren de buna istekli değil. Günde 10-15 lirayı sigaraya veren okuyucu, 50 kuruş, bir lirayı haber almak için vermeye hazır değil.
Evet, ama söyleşinin başında sorunlarına değindiğiniz ancak Boynerler gibi istisnaların olduğunu da söylediğiniz burjuvazi burada bir kaynak olamaz mı?
O istisna ne kadar böyle bir şeyi besleyebilir, beslese ne kadar dayanabilir?
Dolayısıyla henüz devam edebilen birkaç yayın dışında, özgür medya sayfası sizce Türkiye’de kapandı mı?
Türkiye’de demokrasiyle beraber bu iş de ölüyor. Türkiye bir diktatörlüğe doğru gidiyor ve bunun içinde özgür basına yer yok.
*Mehmet Y. Yılmaz’ın bu söyleşisi, Hazal Özvarış’ın P24 Medya Kitaplığı dizisinden çıkan ‘Kayıp Medya’nın İzinde’ kitabından alınmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.