Yaşam

Mehmet Altan: Yetkiyi eline geçirenin basına "had bildirme” arenası olarak Türkiye…

"Tek parti zihniyeti kimin gazete dergi çıkarabileceği konusunda harika bir kriter getirir: Ruhsat alabilmek için kötü ünlü olmamak gerekir”

08 Mayıs 2019 23:54

Mehmet Altan*

“Basın tarihine yasalar açısından bakınca, hep yasak, sansür, kısıtlama var. Kanunların adı, sayısı, tarihi değişiyor ama özü hep aynı kalıyor” dediğimiz bir yazıda en son altını çizdiğimiz yasak yasası 25 Temmuz 1931 tarihindeki 1881 sayılı Matbuat Kanunu idi.

Yasayla hükümet, gazete ve dergileri, memleketin iç ve dış politikasına aykırı yayınlarından dolayı kapatma yetkisine sahip olur. Basını İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın denetimindeki Matbuat Umum Müdürlüğü kontrol eder. Şükrü Kaya’nın “basın özgürlüğü” anlayışı ise  bellidir: “En iyi özgürlük ülkenin çıkarma uygun, ulusun ka­rakterine uygun, devletin haklarını ve çıkarlarını koru­yan özgürlüktür.”

***

Kılını kıpırdatamayan, vesayet altındaki basının mefluç hâli gene de tek parti iktidarını sakinleştirmez.

1931 kanununa sürekli  eklemeler yapılır….

14 Mayıs 1932, 4 Haziran 1932, 8 Haziran 1933 ve 23 Haziran 1934’deki değişiklikler nispeten dar kapsamlıdır…

Ama  27 Haziran 1938 tarihindeki öyle değildir. Halbuki ortalık süt limandır.

Yasal  değişiklikle  gazete ve dergi çıkartmak için bir bankadan 1000-5000 liralık bir garanti mektubu sağlanması öngörülür. Bu ciddi bir rakamdır. Mesaj açıktır: Parası olmayan bu işlere bulaşmasın…

Yapılan ikinci bir değişiklikle parası olanın ya da bulanın da kolayından gazete veya dergi çıkaramaması için bir engel daha getirilir: Bu işler için daha önce bildirim yeterliyken şimdi artık hükümetten ruhsat alma mecburiyeti vardır. Ruhsatın kime verileceğini ise tabii ki tek parti zihniyeti belirlemektedir.

Tek parti zihniyeti bu konuda yasaya harika bir kriter getirir: “Ruhsat alabilmek için kötü ünlü olmamak gerekir.”

Kim kötü ünlü, kim iyi ünlü onu da hükümet veya vali belirler.

Yasada “kötü ünlü” kimselerin gazete ve dergilerde muhabir, yazar, ressam, fotoğrafçı, musahhih ve idare memuru olamayacakları da vurgulanmıştır.

***

1938 yılında zaten olmayan basın özgürlüğünün üzerine birkaç el daha ateş eden bir yasak maddesi daha konmuştur, “okullarda ve fakülte ve ensti­tülerde disiplini bozacak mahiyetteki olayların gazetenin çıktığı yerin en büyük mülkiye âmirinden izin alınmadan” yayınlanması artık yasaklanmıştır.

İşin garip ve komik tarafı Hıfzı Topuz’un da belirttiği gibi "1938’lerde, dünyanın hiçbir yerinde gençlik olayları yoktur.”

Yasa  Meclis’te görüşülürken bir tek milletvekili bile söz almamıştır: “Kabul edenler, kabul etmeyenler, yasa kabul edilmiştir.” 

***

Daha evvel de yazmıştım:

“Basın tarihini devirler ve gazeteler üzerinden anlatmaya çalışmanın insanı yanıltan bir yanı var; sanki bir şeyler değişiyormuş gibi bir aldanmanın tuzağına düşebiliyorsunuz.

Halbuki bir şeylerin değişip değişmediğini gösteren temel gösterge, çıkan yasaların özü ve onların uygulanması…

Bu haftaki yazıyı yazmadan önce, Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar çıkarılan tüm ‘matbuat’ yasalarını gözden geçirdim, neyin değişip, neyin değişmediğini bir de yasal mevzuat üzerinden somut olarak görmek istedim.   

Bir baskıcı faşist zihniyet sürekli kınında duruyorsa, değişim dediğimiz sadece geçici bir uygulama esnekliğinden ibaret kalıyor.

Mevzuat üzerinden bakınca bu gerçek net bir biçimde ortaya çıkıyor.”

***

10 Kasım 1938’de Atatürk ölür, İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olur.

1939 Eylül’ünde İkinci Dünya Savaşı patlak verir. Türkiye savaşa girmez ama 1940 Kasım ayında İs­tanbul’da sıkıyönetim ilan edilir.

Sıkıyönetimle basını boğarak yok eden 1938 Basın Kanunu‘na ihtiyaç kalmaz. Hükümetin daha da sınırsız yetkileri olmuştur.

Bakanlar Ku­rulu gerekli gördüğü gazeteyi, dilediği kadar kapatabilir. Kapatma kararını Basın Genel Müdürlüğü telefonla bildirir. Kapatma kararına karşı hukuksal bir itiraz da söz konusu değildir.

***

Zekeriya Sertel de Ahmet Emin Yalman gibi bu birbirini aratmayan korkunç dönemleri anılarında anlatır:

“İnönü Cumhurbaşkanlığına geldikten sonra diktatör­lüğü artırdı, tek millet, tek parti, tek şef diye bir sistem kurdu. Bunun adı polis devleti idi. Amansız, insafsız bir polis devleti. Emniyet örgütü kuvvetlendirilmiş, genişle­tilmişti. Nefes almak olanaksızdı. Basın bile onun elinde ve onun emrindeydi. Resmen sansür yoktu. Ama bakanlar ve Basın Genel Müdürlüğü hemen her gün gazetelere di­rektifler verirdi. Bu direktiflere uymayanların gazeteleri kapanmak tehlikesi altındaydı…"

Başbakan Şükrü Saraçoğlu’dur.

Kendisine neden bu tür baskılar yerine dobra dobra açıkça  sansür koymadığını soran Ahmet Emin Yalman’a şu cevabı verir:

“Ben sansür koymam, Anayasanın dışına çıkmam. Fakat sen haddini bileceksin, bunu aşmayacaksın, aşarsan cezanı göreceksin!…"

***

Yetkiyi eline geçirenin basına "had bildirme” arenası: Türkiye…

Basını hedef alan bu kibirli zulmün kuşaklar boyunca sürmesinde ürkütücü ve ümit kırıcı bir yön var…

Ama bütün bu baskılara rağmen her zaman dürüst ve cesur kalemlerin çıkması da bu ülke için bir ümit olarak varlığını sürdürüyor.


* Bu yazı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ten alınmıştır