Basın tarihi bu hafta Cumhuriyet Bayramı’nın 101. yıldönümüne rastladı.
Cumhuriyet Bayramlarında daha önce yazdıklarımızı merak ettim… Bütün yazıları taradım.
20 yıl içinde nereden nereye geldiğimizi göstermesi açısından ilginç olabileceğini düşündüğüm 20 yıl önceki bir yazıda karar kıldım.
“’Şimdi Herkes 2. Cumhuriyetçi’” başlıklı yazı şöyle başlıyor:
“İkinci Cumhuriyet son on yılın en çok tartışılan kavramlarından biri oldu ve siyasal terminolojiye köklü şekilde yerleşti.
Ne var ki cumhuriyetin demokratikleşmesini amaçlayan bu kavram, özellikle ilk başlarda statükonun egemenleri tarafından hedef olarak gösterildi.
Arşivlere baktığınızda kimin neler yazdığını, demokratikleşme arzusunun nasıl linç edilmeye uğraşıldığını görerek isterseniz hüzünlenebilir, isterseniz Türkiye’nin on yılda aldığı mesafeye sevinebilirsiniz.”
* * *
Yazı sonra şöyle devam ediyor:
“İkinci Cumhuriyet, Türkiye’yi en azından ‘Cumhuriyet’le ‘demokrasi’ kavramlarının farklı şeyler olduğundan haberdar etti.
Bugün de ‘Cumhuriyet’le ‘demokrasi’ arasındaki farkı bir çırpıda söyleme aşamasına gelmiş değiliz.
O aşamaya gelmememize rağmen ‘İkinci Cumhuriyet’ kavramını gerçek ve doğru anlamıyla büyük basında ilk kez Sabah, büyük reformları hedefleyen Abdullah Gül‘ün hükümet programı ertesinde manşete çekti.
24 Kasım 2002’de demokratik reformlara yönelik siyasi bir irade ‘İkinci Cumhuriyet gibi’ manşetiyle özetlendi.
Kavramın ikinci kez ulusal basına manşet olması ise son Cumhuriyet Bayramının ertesine rastladı.
Vatan Gazetesi, Avrupa Anayasası’nın imzalanması ertesinde, ‘Avrupa Cumhuriyeti’nin temeline harç koyduğumuzu’ kabulden hareketle ‘İkinci Cumhuriyet’ manşeti attı.
30 Ekim tarihli bu manşet, Vatan’ın dünkü Pazar Eki’nde daha pekiştirilip derinleştirilmişti.
Ekin birinci sayfasında ‘Bir zamanlar haindiler… Şimdi İkinci Cumhuriyetçilik gözde’ spotu vardı.
İçeride ise, ‘Şimdi herkes İkinci Cumhuriyet’çi başlığı yer alıyordu.
Buket Aşçı’nın haberi öncelikle ‘İkinci Cumhuriyet’ tanımıyla başlıyordu:
‘1923 Cumhuriyeti’nin demokratik ve çoğulcu bir niteliği bulunmadığı, egemenliğin halka değil bürokrasiye ve orduya ait olduğu, devletçi ekonomik anlayışın ‘bir soygun sistemine’ dönüştüğü tespitlerinden hareketle ortaya atılan, cumhuriyetin demokratikleşmesi ve siyasi sistemin yeniden yapılanması amacını İkinci Cumhuriyet’in kurulması olarak niteledi…’
‘İkinci Cumhuriyet’in’ hedefleri de şöyle netleştiriliyordu:
> Rejimin bürokratik yapısının değiştirilmesi.
> Devletin ekonomik ağırlığının azaltılması.
> Şeffaflaşma.
> Vergi verenlerin vergilerinin nereye harcandığını denetleyebilecek hale gelmesi.
> Rejimin ordu vesayetinden arındırılması.
> Tüm toplumsal katmanların katılımıyla devlet çatısının üretken ve demokrat olarak yeniden çatılması…”
* * *
Yazının son bölümü de 100 yıldır Cumhuriyet’in neden demokratikleşemediğini anlatıyor:
“İkinci Cumhuriyet kavramının bugün artık hayatımızın doğal bir parçası haline gelmesi, ‘cumhuriyetin demokratikleşme’ ihtiyacının aciliyeti yanında AB sürecinin bu talebin doğruluğunu kanıtlamış olmasından da kaynaklanıyor.
AB süreci, cumhuriyeti demokratikleştirerek, İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunu gerçekleştirmekte…
Hepimizin arzuladığı, neticede insanın özgür, zengin ve mutlu olduğu bir Türkiye.
Bunun için de Türkiye’nin öncelikle tarımını AB standartlarına taşıması gerekiyor.
Dört milyonu gizli işsiz, sekiz milyon insanın tarımda çalıştığı, üretimin ve verimliliğin çok yetersiz olduğu bir yapıyla cumhuriyet köklü bir şekilde demokratikleşemez.
Çünkü demokrasi bireyin sürekli olarak yaşam alanını özgürleştirip, zenginleştirmesini talep etmesiyle doğar, büyür ve gelişir.
‘İkinci Cumhuriyet’ rüştünü ispat etti ama tam anlamıyla henüz hayata geçmedi… Sanayileşmesini tamamlayamamış bir tarım ülkesi olmaktan tam anlamıyla kurtulduğumuz ve evrensel demokrasinin tüm gereklerini yerine getirdiğimizde İkinci Cumhuriyet gerçekleşecek.”
* * *
Bu yazıdan tam 20 yıl sonra demokrasiden, hukuktan, AB standartlarından, ileri teknolojiyi hedefleyen bir eğitim ve üretim sisteminden tamamen koptuğumuz için bataklığın iyice dibine vurduk.
Bir bataklığın içinde “bataklığı kim yönetecek” diye dövüşmenin bir anlamı da bir sonucu da yok… Ne kadar dövüşürseniz dövüşün bataklık gene bataklık olarak kalıyor.
Cumhuriyeti demokratikleştirmeden biz bu sefaletten kurtulamayız.
Zaten kurtulamıyoruz da.
Ne yapılması gerektiğine dair reçete çok belli… Uygulayacak toplumsal ve siyasi iradeyi bekliyor.
Keşke o noktaya altından kalkılamaz bir krizle değil de toplumsal akılla varabilsek.
P24'ten alınmıştır.