Medya

"Kötülükle nasıl baş edilir?"

"Neden birilerinin kanunsuz, yargısız, peşin hükümlerle cezalandırılmasına, insanlara hapishanelerde eziyet edilmesine itiraz etmiyorsunuz?"

13 Ocak 2017 16:44

Agos yazarı Ohannes Kılıçdağı, "içinden geçtiğimiz zamanlar sadece, hukuk ve demokrasiye dair her türlü ilke ve normun iktidar ve onun destekçileri tarafından göz göre göre, büyük bir pişkinlikle ve zorbalıkla çiğnendiği zamanlar değil, aynı zamanda 'sıradan' kötülüğün de yükselişte olduğu zamanlar" görüşünü savundu.

Ohannes Kılıçdağı'nın "Kötülükle nasıl baş edilir?" başlığıyla yayımlanan (13 Ocak 2017) yazısı şöyle:

İçinden geçtiğimiz zamanlar sadece, hukuk ve demokrasiye dair her türlü ilke ve normun iktidar ve onun destekçileri tarafından göz göre göre, büyük bir pişkinlikle ve zorbalıkla çiğnendiği zamanlar değil, aynı zamanda ‘sıradan’ kötülüğün de yükselişte olduğu zamanlar. Gerçi bu, Türkiye’nin ötesinde, küresel bir durum ama Türkiye bu kötülüğün, tabiri caizse şahikasına ulaştığı yerlerden biri maalesef. Bu tür kötülüğü yansıtan ifadelere ve eylemlere sık sık rastlamak mümkün. Hangi bir örneği sayalım? Ankara katliamından sonra saygı duruşunun ıslıklanmasını mı? Reina katliamından sonra “Madem yılbaşı kutladılar, içki içtiler, iyi olmuş” diyenleri mi? Ahmet Şık’a, tutuklandıktan sonra üç gün su verilmediği haberi duyuldu. Haberin doğruluğu-yanlışlığı bir yana (ki doğru olması devlet geleneği gereğidir), sosyal medya bunu kutlayan, olumlayan ifadelerle doldu taştı. Şık’ın, devlete “terörist” dediği için başına gelecek her şeyi “hak ettiğini” düşünen çok sayıda insan zuhur etti. Biz de, birine üç gün su verilmeyerek işkence edilmesini (evet, bu işkencedir) normal ve meşru sayanları demokrasi, insan hak ve özgürlükleri gibi konularda ikna etmeye çalışıyoruz! Doğrusu, bu kötülük karşısında insanın elleri iki yana düşüyor, kolu kanadı kırılıyor. Bu tür kötülükle nasıl baş edilir? Ona, onun gibi olmadan nasıl karşılık verilebilir? 

Kimileri bunların toplumun genelini temsil etmediğini söyler durur. Büyük yanılgı... Bunların toplumun yüzde olarak çoğunluğunu oluşturması gerekmiyor zaten. Büyük zarar verecek kadar çoklar. Kaldı ki, bu zihniyet sadece sokaktaki adamla sınırlı değil. Etkili, karar alıcı, hüküm verici mevkileri işgal edenler arasında da ‘yeterince’ yaygın. O kadar ki, yeni pogromlar veya soykırım ihtimallerinde fail konusunda her türlü seviyede hiçbir sıkıntı çekilmeyeceğini görmek insanın kanını donduruyor.

Tabii, kötülük bireylerin fıtratıyla ilgili bir durum değildir. Her şey gibi toplumsaldır, ilişkiseldir, sosyolojik ve siyasi tabanı vardır. Hele içinde bulunduğumuz dönem gibi, kötülüğün kitleselleştiği, yaygınlaştığı zamanlarda, savaşlarda, pogromlarda, soykırımlarda bu daha da görünür hale gelir. Zorbalığın, kötülüğün hem tepede hem tabanda yayıldığı bu gibi zamanlarda söz ve kalem erbaplarının yapabilecekleri ve etkileri bir bakıma sınırlıdır. Makul söze, ilkesel tartışmaya, izana, insafa, vicdana itibar edilmeyen yerde konuşarak, yazarak bir şey başarmaya çalışmak, zalimi bunlarla yolundan döndürmek zordur. Gel gör ki, bizim elimizden gelen pek başka bir şey de yok. Gene yazacağız, gene söyleyeceğiz. Tarihçiler ve sosyal bilimciler olarak bu minvalde yapabileceğimiz işlerden biri, geçmiş kötülüklere dikkat çekmek, neden ve nasıl yaşandıklarını hatırlatmak olabilir. Kötülüğün adını koyarak bir çeşit bilinçlendirme, tekrar yaşanma ihtimaline dikkat çekme işi diyebiliriz belki.

Bu çerçevede, belki bu köşede daha evvel de bahsettiğim, yaşanmış bir durumu hatırlatmak istiyorum. Bosna Savaşı sırasında, Sırp milisler Müslümanları otobüslere doldurup, öldürecekleri yere götürüyorlarmış. Otobüsleri kullananların da eline silah vererek, onları en azından bir kişiyi öldürmeye zorluyorlarmış ki onlar da suça ortak olsun ve aleyhlerinde ifade veremesinler. Kendinizi otobüsü kullananların yerinde düşünebiliyor musunuz? Ne yaparsınız? Görebildiğim kadarıyla, böyle bir durumda o kişinin dört seçeneği var. Birincisi, kendine söyleneni yaparak, belki hiç tanımadığı birini, belki arkadaşı, komşusu olan birini, hatta belki bir çocuğu öldürmek. Bunu yaptıktan sonra kendi içinde neler yaşayacağı bir muamma. İkinci seçenek, kendine söyleneni yapmayı reddedip silahı kenara koymak ve başına geleceklere razı olmak; başka bir deyişle, failin, katilin insafına kalmak. Üçüncü seçenek, silahı kendine doğrultmak ve bir masumu öldürmektense kendini öldürmek. Dördüncü seçenek, silahı kendine değil faile doğrultmak ve kullanmak, ki bu da aslında intihar demektir. Bu seçenekleri böyle ‘soğukkanlı’ biçimde saymak fantastik görünebilir ama birileri bu seçeneklerle gerçekten karşı karşıya kaldılar ve seçeneklerden birini seçtiler. Gidişat içinde hiçbir zaman bu veya benzer seçeneklerle karşı karşıya kalmayacağınızı düşünmeyin. ‘Bizimkiler’ olarak gördükleriniz sizi pekâlâ istemediğiniz işlere zorlayabilir, kendi zulümlerine ortak etmek isteyebilirler. Bunun da, mutlaka birini ellerinizle öldürmeye karşılık gelmesi gerekmiyor ama bu enstantane, seçeneklerinizi en net biçimde ortaya koyması açısından çarpıcı. Yoksa, zulüm başka şekillerde de tezahür edebilir. “Ben o tetiği çekmez, o masumu öldürmezdim” diyorsanız, o zaman neden birilerinin kanunsuz, yargısız, peşin hükümlerle cezalandırılmasına, ailelerin perişan edilmesine, insanlara hapishanelerde eziyet edilmesine itiraz etmiyorsunuz? Belki de tetiği çoktan çektiniz... İş, işi oraya vardırmamakta değil mi zaten?