Kültür-Sanat

Kaybedenler Kulübü olarak "Avrupa"

Paris Kitap Fuarı 15-18 Mart tarihlerinde gerçekleşti

18 Mart 2019 14:24

Yeşim Vesper- Paris

Kitapların etrafında bir dünya kuranların en önemli Fransa buluşması kabul edilen Paris Kitap Fuarı, yeni adıyla Paris-Kitap, Frankfurt, Leipzig, Londra gibi Avrupa’nın büyük kitap fuarlarının tersine, uluslararası profesyonel bir kitleye yönelik değil, Fransız okuruna odaklı bir etkinliktir. Okurların yayıncılığa, yayıncılara, yazarlara ve kitaplara yaklaşması için bir vesile kabul edilmiştir daima.

15-18 Mart tarihlerinde 39.’su gerçekleşen Paris-Kitap’ın çeşitli ana konu başlıkları içinde şüphesiz en önemlisi, fuarın da onur konuğu olan “Avrupa”ydı. Uzunca bir süredir ciddi bir kimlik krizinin içinde debelenen Avrupa Birliği, yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimlerinin arifesinde zengin içerikli bir tematik oluşturarak pek çok düşünür ve yazarla birlikte farklı boyutlarıyla tartışıldı. Avrupa Birliği’ne duyulan inancın giderek azaldığı, buna karşın şüphelerin, tedirginliklerin yoğunlaştığı, yükselen milliyetçiliğin ise karabasan etkisi yarattığı bu zamanlarda, Avrupa Birliği’nin kültürel aidiyetini, sosyal, siyasi ve ekonomi projelerini fuarın agoralarına kadar taşımak, belli ki bu konu hakkında ortaya çıkan sayısız yayının doğal bir sonucu oldu. Popülizm Sınavındaki Avrupa Demokrasileri, Avrupa’nın Belleğinde, Hangi Avrupa’yı İstiyoruz?, Merkezdeki Avrupa, Peter Sloterdijk ve Avrupa, Mülteci Krizi ve Avrupa’nın Parçalanması, Karanlıktaki Avrupa bu tartışmalardan bazılarının başlığıydı.

Hemen her biri diğerinden karamsar olan bu başlıkların yanı sıra, tartışmaların içeriği de pek iç açıcı sayılmazdı.  Che Guevara’nın da yol arkadaşı olarak iyi bilinen, çağdaş Fransız düşünürlerinden Régis Debray, kaleme aldığı Hayalet Avrupa adlı kitapçıkla ilgili yaptığı konuşmada nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, hiçbir aidiyetlik duygusu uyandırmayan ve ruhu olmayan bir pazara dönüşen Avrupa’da ne ile özdeşleşeceğiz? diye soruyordu. Aidiyet hissetmeden birlik kurulamayacağını, birleştirici güç olmadan birliğin oluşamayacağını vurgulayarak, bunun da bir  hegemonya ve liderlik anlamına geldiğini, dolayısıyla artık böyle bir Avrupa’nın mevcut olmadığını söylüyor Debray. 1930’ların başında bir görevle Afrika’ya gidip, imgeleminden çok daha farklı bir Afrika ile karşılaşan Michel Leiris’in Hayalet Afrika adlı kitabına gönderme yapan Debray’in risalesi, yazarın Avrupa’yla ilgili uğradığı hayal kırıklığının boyutunu da bize gösteriyor.   

Kırmızı Saçlı Kadın’ın Fransızcada yayımlanması dolayısıyla Paris’te bulunan ve ilk defa Paris-Kitap’ın konuğu olan Orhan Pamuk ise, Suriyeli mültecileri tutan bir Türkiye’den Avrupa Birliği’nin ne kadar memnuniyet duyduğunu, ancak bu durumun kendilerine “kardeşlik” ilkesini unutturduğuna değindi.

Bir başka oturumda ise çağımızın en büyük felsefecilerinden bir kabul edilen Peter Sloterdijk, Avrupa’da bir Avrupa projesinin  hiçbir zaman gerçek anlamda popüler olmadığını, Avrupa’nın varoluşu itibariyle monarşik liderler çevresinde inşa edildiğini, bugünün ulusal devletlerinin hepsinin aslında dünyanın geri kalanına hakim olmayı arzulayan emperyalist güçler olduğu ve yayılmacı projelerinin bulunduğunu, ne zaman ki bu devletler sömürgelerini kaybettiler, gururları incinmiş bir şekilde, istemeden de olsa ulus-devletler olmayı kabul ettiklerini ve işte ancak o zaman bir Avrupa Birliği fikri çerçevesinde toplanmaya başladıklarını vurguladı. Sloterdijk, belki de Avrupa’ya yeni bir ortak proje gerektiğine dem vurarak, megalomaninin hüküm sürdüğü, herkesin kendini dâhi sandığı bir ruh ikliminde ancak vasatlığın, sıradanlığın Avrupa’yı kurtarabileceğine değindi.

Avrupa’nın tüm karanlığının içinden geçip de “tanıklığımızla bizden sonraki kuşağa bu yıkılmış yapının kalıntısını, gerçeğin bir parçasını aktarabilirsek eğer, boşuna yaşamamış oluruz” diyen Stefan Zweig’ı şüphesiz tüm samimiyetiyle duyanlardan biridir Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron. Öte yandan, tüm gücüyle Avrupa Birliği’ni yaşatmaya çalışan Macron dahi yola ilk çıktığı zamanlara göre bu birliğin çerçevesini giderek daraltma eğilimine girmekte. 26 Eylül 2017 tarihinde çiçeği burnunda bir Cumhurbaşkanı olarak Sorbonne Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, daha çok federalist bir tonla Avrupa Birliği’nin yeniden yapılanması gerekliliğinin üzerinde duran Macron, günümüzdeki zayıflamış, hantal ve verimsiz Avrupa’yı, birleşmiş, egemen ve demokratik bir Avrupa’ya dönüştürme arzusundaydı. Bu misyonun güçlüğünü ilerleyen zaman içinde fark etmiş olacak ki, 4 Mart 2019 tarihinde, tüm Avrupa Birliği vatandaşlarına seslendiği mektubunda II. Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa’nın hiç bu kadar tehlikede olmadığını belirten Emmanuel Macron, daha önceki yeniden yapılanma önermesini ise Avrupa’nın yeniden doğuşuna çevirdi. Bu da gerektiğinde Avrupa yasalarının yeniden düzenlenebilmesi imasını içermekte kuskusuz. Aynı mektupta, özgürlük kavramının yanında savunma ve koruma gibi ifadeler yan yana diziliydi. Gerçekten üzerinde düşündüğümüzde asla beraber var olamayacak bu kavramlar, insanlık bir kitle olarak kaldığı sürece nasıl yaşaması gerektiğini kendisine dikte eden kurumsal otoritelerin gücünü onaylamaktan fazla bir amaca hizmet etmemekte. Oysa insanın tüm tutukluluklarından azade olması anlamına gelen asıl özgürlük, zihnin, bedenin, kitlenin ve dahi kurumların da esaretinden çıkmaktır. Dolayısıyla örülen duvarlarla ortak bir müşterekte buluşamaz.

Unutmayalım ki birey geliştikçe, farkındalığı arttıkça, sorumluluk duygusu da beraberinde gelecek, kurum daralacaktır. Böylece, bireyi kitleye, etiği yasaya dönüştüren kurumlara, mesela Avrupa Birliği’nin varlığı üzerine yapılan tüm bu tartışmalara, akıtılan onca mürekkebe hiç gerek olmayacaktır. Çok merak ediyorum, acaba insanlık, tarihinin hangi döneminde etiği özüne işlemiş bireylere evrilecektir?  Etik-Birey gerçekten kaçıncı yüzyılda ortaya çıkacaktır?