Kültür-Sanat

Karanlık odadan bellek odalarına: "Yerel yönetimler harekete geçmeli"

02 Mart 2021 01:00

Güliz Vural 

Fotoğraf, unutmanın, hafıza kaybının önündeki en büyük engel. İnsanın, toplumların geçmişle bağını kuran fotoğraf sanatçıları, arşivleriyle görsel tarih yazıyorlar fakat gölgede kalan önemli bir kaynak da Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin birçok yerinde kurulan fotoğraf stüdyoları. İnsanlar kendilerince benimsedikleri fotoğraf adabıyla en güzel kıyafetlerini giyip bu stüdyolarda pozlar verdiler. Doğumlarda, sünnetlerde, okula adım atılan zamanlarda, nişanlarda, düğünlerde ve özel günlerde bu stüdyolara koşup, kendi tarihlerini “en güzel” halleriyle taçlandırmak istediler. Bu sayede Türkiye’nin pek çok köşesinde, kentinde, sokağında, mahallesinde ve evinde ciddi bir arşiv oluştu. Bunların hepsi tek tek okunabilecek, keşfedilmeyi bekleyen birer hazine aslında! Bu arşivler bu coğrafyanın bellekleri!

Özellikle Anadolu’nun pek çok yerinde kurulmuş fotoğraf stüdyosu arşivlerine ne olduğunu, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde akademisyen olan, aynı zamanda fotoğraf sanatçısı Kamil Fırat’a sorduk:

 "Dijitalle birlikte arşiv yüke dönüştü!"

Fotoğraf bulunduktan çok kısa süre sonra Osmanlı coğrafyasında da karşılık buluyor. Önce sarayın himayesinde gelişen fotoğraf, daha sonra sarayın sınırlarını aşan bir özellik kazanıyor. Özellikle İstanbul’da yüzlerce stüdyo açıldığını biliyoruz. Osmanlı’da ağırlıklı olarak İstanbul merkezli fotoğraf stüdyolarının varlığına karşın, Cumhuriyetin kurulması ile birlikte önce büyük kentlerde daha sonra ise neredeyse her kasabada fotoğraf stüdyoları açılmıştı. Bu stüdyolar ağırlıklı olarak vesikalık ve aile fotoğrafları çekiyorlardı. Ancak şu bir gerçekti ki fotoğraf endüstrisi olmayan Türkiye, fotoğrafa dair her şeyi yurtdışından ithal ediyordu. Bu, fotoğrafın yaygınlaşma hızını azaltan en büyük etkenlerden biri idi. Bir diğeri ise insan suretine karşı olan inanışlardı.

 Tüm bunlara karşın bugün farklı bölgelerdeki aile albümlerinden fotoğraflara baktığımızda fotoğrafın hayatın önemli bir parçası olduğunu görmekteyiz. İnsanların birbirlerine fotoğraflarını imzalayarak göndermesi bunun iyi göstergelerinden biridir. Bu fotoğrafların çekildiği stüdyolar, özel kişilerindi. Ve çoğu da babadan oğula geçen küçük işletmelerdi. Bu stüdyoların arşivleri gerçekten çok değerli veri olma özelliğini taşımaktadır. O fotoğraflar dönemin sosyolojisini, davranış özelliklerini ve zamanın ruhunu çok iyi yansıtan belgelerdir. Bu arşivlerin akıbeti konusunda çok fazla bilgiye sahip değiliz. Özellikle dijital teknolojinin geleneksel fotoğrafın yerini alması ile birlikte eski stüdyoların bir anlamda tasfiye sürecine girdiğini görmekteyiz. Dijital ile birlikte eski filmler, arşivler çoğu işletme için yük oldu. Hele bu stüdyoların yerini herkesin fotoğrafçı olduğu bir süreç takip edince çoğu kapandı ya da sadece biometrik fotoğraf çeken yerlere dönüştüler. Aile fotoğrafları çektirmek için artık kimse en güzel elbiselerini giyerek stüdyolara gitmiyor! Bu stüdyoların ticari değerini yitirmesi, kaçınılmaz olarak uzun zaman biriktirdikleri negatiflerin akıbetini de flulaştırmış durumda... Ancak şu bir gerçek ki müellifler bir kuşak saklasa da ikinci kuşaktan itibaren bunlar birer yük. Saklanacak yer, koruma koşulları vs.”

 "Yerel yönetimlere iş düşüyor"

Kamil Fırat, arşivlerin kaybolup gitmesinin önüne geçmek için yerel yönetimlerin önemli rol oynayabileceğine inanıyor:

 Yerel yönetimler bu arşivlerin bölgelerinin görsel belleği bilinci ile bakarak o insanlarla, aileleriyle işbirliği içine girmeli ve arşivleri koruma altına almalı. Bölgelerin tarihi bu arşiv görüntüleri üzerinden yazılabildiği oranda, bölgesel sahip çıkmalar, aidiyet hissinin artması gibi sonuçlar da doğacaktır. Yerel yönetimler evet, yol, su getirmek, çöp toplamak zorundadır. Ancak bunlardan daha önemlisi bu tür çalışmalar yapmalarıdır.

 İsmi fotoğraf tarihine yazılan birçok fotoğrafçının arşivinin ailelerinde olduğunu duyuyoruz. Bir kısmı ise dağıldı. Oysa şu bir gerçek ki bir ülke de fotoğrafın gelişebilmesi için sadece fotoğrafçıların olması yetmez. Fotoğrafçıların yanı sıra galeriler ve en önemlisi bellek mekanları olması gerekiyor. O zaman gerçek anlamda bir arşiv ve tabii ki tarihten söz edebiliriz. Bugün Türkiye’de birçok resim heykel müzesi var. İyi ki de var. Ancak, ülkenin tarihi içinde çok önemli yeri olan fotoğraf için bir tek benzer kurum yok. Bu anlamda özellikle Kültür Bakanlığı ve tabii ki üniversitelerin bu tür kurumların kurulması için öncülük etmesi gerekiyor. Ülke tarihi ile ilgili hamaset kolay! Ancak yarına dünü ve bugünü bırakabilmek için fotoğrafçıların arşivlerinin ya bağış ya da satın alma yoluyla  koruma altına alınması gerekiyor. Kişisel çabalarla kurulan müze benzeri yerlerin akıbetlerine bakıldığında, bunun yerel yönetimler, Kültür Bakanlığı veya üniversiteler dışında yapılabilme şansı yok. Sahip çıkılabildi mi? Tabii ki hayır!”

 "Bellek odaları oluşturulmalı"

Türkiye’nin önde gelen fotoğraf koleksiyonerleri arasında yer alan, aynı zamanda fotoğraf tarihçisi olan ve Açık Radyo’da Foto Müze adlı programı hazırlayan Gülderen Bölük, sadece fotoğrafçıların değil, koleksiyonerlerin arşivlerinin de akıbetine dair muammaya dikkat çekiyor ve ekliyor:  

 “İşte bu ortak endişeler dolayısıyla radyoda bunun üzerine bir dizi program yaptık. Beş programlık uzun konuşmaların sonucunda bazı sentezler ortaya koyabildik. Bunlardan birincisi, belediyeler bünyesinde oluşturulacak ‘bellek odaları’. Nedir bu bellek odaları diye sorarsanız, ileride müzeye evrilebilecek saklama odaları da diyebiliriz. Müzeye evrilmesi de şart değil, bu haliyle kalması bile çok değerli. Bellek odaları için çalışacak insanlar, o bölgede yaşayan kişilerle iletişime geçerek onların aile albümlerine ulaşabilir. Bu aileler aslında oranın belleği. Aile albümleriyle oranın gelenekleri, kültürel yaşamı, ekonomik gelişmeleri ve daha birçok konuda çıkarımda bulunulabilir. İleride araştırmacılara açılacak bir veri bankası demektir bu. Ayrıca oradaki insanlarla organik bir bağ kurmak belediye için de çok tercih edilecek bir durum olsa gerek.

 İkinci mesele de bu bellek odalarının, değişen belediye başkanlarından etkilenmeyeceği hukuksal bir zemine oturtulması gerekiyor. Böyle olursa insanlar da seve seve bağış yapar. Yoksa güvenmediğimiz bir yere niye verelim arşivimizi?”

 Kuşadası Kent Belleği Müzesi geliyor 

Gülderen Bölük’ün de işaret ettiği gibi yerel yönetimlerin kendi tarihini ve belleğini ortaya çıkarma noktasında çabaları da yok değil. Kuşadası Belediyesi bu alanda yeni bir projeye imza atmaya hazırlanıyor. Kuşadası Kent Konseyi Yönetim Kurulu Üyesi ve iç mimar Levent Köylü tam da bu noktada ilçenin belleğini gün yüzüne çıkarmak için kolları sıvadıklarını anlatıyor:

“Uzun süredir kentsel kültür varlıklarımızın büyük bir hızla gözlerimizin önünde yok olduğunu görmekteyiz. Kültür varlıklarımızın birer birer kaybolmaya başlaması bizleri böyle bir proje yapmaya itti. Kentlileşme, vatandaşlar arasında ortak bir belleğin sağlanmasıyla gerçekleşebilir. Anılar, insanları hem toprağına, yani kentine hem de birbirlerine bağlar; kentliler arasındaki ortak değerler yine insanların birbirlerine daha saygılı, daha hoşgörülü olmasını sağlamaktadır. Kuşkusuz, kültürel süreklilik çabasıyla elde edilen hoşgörü ve saygı, en kalıcı ve sağlıklı olanıdır… Bu bağlamda mekanları korumak dışında rölyefler, fotoğraflar, resimler, tapu kayıtları, doğum-evlilik kayıtları, anılar, anekdotlar, kente ait folklorik yapı, müzik besteleri, şarkılar, evlerimizdeki albümler ve geçmiş dönemden bugüne uzana fotoğraf stüdyolarının arşivlerinde saklı kalan ne varsa Kuşadası halkından bu birikimlerini bağışlamalarını istiyoruz.

 Bu çalışmalar, KUSAV (Kuşadası Altın Güvercin Kültür Sanat ve Tanıtım Vakfı) ve KUFSAD’ın (Kuşadası Fotoğraf ve Sinema Sanatı Derneği) bir projesi olarak Kuşadası Belediyesi’ne sunulmuş Belediye Başkanı Sayın Ömer Günel’in büyük ilgi ve desteği ile üçlü protokol ile hayata geçirilmiştir. Süreç, Kent Belleği Müzesi olarak belirlenecek mekânın tahsisi ile devam edecek ve  kentimiz geçmişi ile buluşarak geleceğe not düşecektir.”

 "Hukuki güvence şart!"

Arşiv üzerine titrenmesi gereken değerli bir miras. Bu mirasa sahip çıkılmaması demek, geçmişle gelecek arasındaki köprünün yıkılması ve o bağın kopması demek. Peki o güven nasıl tesis edilecek?

 Örneğin, arşivinizi emanet edeceğiniz yerel yönetimlerin beş yılda bir değiştiği göz önüne alınırsa bellek odalarının üzerine siyasi ve ideolojik ayrışmaların gölgesi düşer mi? Ya da bu odalar, yeni yönetimler tarafından görmezden gelinir ve ilgisizliğe kurban giderse ne olacak? Bilerek ya da bilmeyerek...

 Mimar Sinan Üniversitesi’nde “Fotoğraf ve Hukuk” dersleri veren hukukçu Engin Erdil, arşivin tesliminde yaşanacak güvensizliği ortadan kaldırmak için belediye ile arşiv sahipleri arasında bir protokol imzalanması gerektiğini söylüyor:

Bu protokolde fotoğrafların telif bedeli karşılığında mı yoksa  bağış şeklinde mi verildiğinin belirtilmesi uygun olacaktır. Eğer arşiv sahipleri  satış veya  bağış olarak değil sadece belirli bir süre ile sergilenme amacıyla fotoğrafları vereceklerse bu halde de protokolde kullanımın hangi süre ile olacağının belirtilmesi faydalı olacaktır. Böylece belirsizlik de ortadan kalkacaktır.”

 Çabuk unutmaya teşne bir toplumuz. Ama bu, tarihi sevdiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Özellikle de kendi tarihimizi... Yaptığımız aile, akraba, dost ziyaretlerinde, bir çay ya da kahve eşliğinde dolaplardan, çekmecelerden çıkarılan fotoğraflarla geçmişi yad edip, kah hüzünlenip kah o an üzerine kahkaha ve coşkuyla dakikalarca sohbet etmek en büyük tutkularımızdan biri değil mi? Ya da hangimizin değil? Geçmişe dair bilgimiz arttıkça toplumsal belleğimiz güçlenecek. Bizlerden sonraya kalacak fotoğraflarla ölümsüzleşen belleğin kaybolmaması için harekete geçme vakti. Yoksa yarın hepimiz için çok geç olacak!