Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a yakınlığıyla bilinen ve AKP çevrelerinde görüşleri dikkatle takip edilen Yeni Şafak yazarı ilahiyatçı Prof. Hayrettin Karaman, çözüm sürecinin başında oluşturulan Akil İnsanlar Heyeti’nden temsilcilerin bir araya gelerek sona eren çatışmasızlık sürecine ilişkin açıklama yapmasını eleştirdi. “Açıklamalar ‘suyu getiren ile testiyi kıranı’ ayırmama esasına dayandığı için hem faydasız hem de âdil olmaktan uzaktır” ifadelerini kullanan Karaman “Suçluya “suçlu”, haksıza “haksız” demeyen kimselerin âdil bir çözümde yararlı olmaları mümkün değildir. Bu tür açıklamalar haksız olanların cesaretlerini arttırmaya ve eylemlerini meşrulaştırmaya yarar ki, işte bu çözümsüzlüğün de baş sebebi olur” dedi.
Hayrettin Karaman’ın “Çözüm için akıl yeter mi?” başlığıyla yayımlanan (6 Ağustos 2015) yazısı şöyle:
Ortada bir anlaşmazlık, bir kavga, bir çözümsüzlük varsa bunun taraflarından yalnız biri veya birkaçı akıllı, diğerleri akılsız mıdırlar?
Bu soruya benim vereceğim cevap açıktır: Her biri kendine göre akıllıdır ve aklına göre doğru/uygun olanı yapmaktadır.
Akıl iki tarafı kesen bir kılıç gibidir; hayır da üretir, şer de üretir.
Tarih boyunca dünyanın başına bela, milyonlarca canın ve sayısız servetin mahvına sebep olmuş liderler ve aletlerinin içinde deli (akılsız) olanı varsa da azdır.
Allah kullarına akıl vermiş, ama bunu yeterli görmediği için bir de peygamber göndererek aklın iyiye yönelmesi ve hayır üretmesi için yol göstermiş, aklı imana, ahlaka, dolayısıyla adalete çağırmıştır. İblis gibi aklına güvenen, aklı ile yetinen, ilâhî irşada kulak asmayan, hatta isyan eden insanları uyarmış, bu yolda devam ederlerse hem dünyada hem de ebedi hayatta zararlı çıkacaklarını açıklamıştır.
İlâhî irşada (Kur'an'a ve Hadislere) göre iki taraf arasında bir kavga varsa imanlı ve âkıl insanlar önce kavganın sebebini araştırırlar, haklı ile haksızı anlayıp ayırdıktan sonra haklının yanında yer alarak haksıza karşı dururlar.
Ak Parti iktidarından önceki uzunca yıllarda Doğu'daki Kürt halkına zulmedildiği, onlara karşı ayrımcılık yapıldığı, suçlu suçsuz ayırmadan ceza uygulandığı, ya yok etmek veya asimile etmek için programlar uygulandığı bir gerçektir. Irkçılık ve bölücülük peşinde olan Kürtler de olmuştur, devletin onlara karşı tedbir alması tabiidir, ancak tedbir bu noktada kalmamış, genel olarak zulüm yapılmıştır. Zulme karşı başka çare görmeyip silaha sarılanlar ve dağa çıkanların Ak Parti iktidarından sonra dağda kalmak ve silahı bırakmamak için bir bahaneleri yoktur. Bunu liderleri de anladığı içindir ki, “silahı bırakın, demokratik siyaset yoluna girin” diye talimat vermiştir. Devlet de bu talimatı memnuniyetle kabul etmiş, bir yandan partilerini, bir yandan da -partiler duruma hakim olmadığı için- liderlerini muhatap almış, görüşmeler ve müzakereler yapmış, pek çok hak ve özgürlüğü hayata geçirmiştir.
Bu ülkede durumundan şikayet eden ve hak isteyen yalnızca bir kısım Kürt vatandaşlarımız değildir; sağdan soldan, farklı sosyal gruplardan sayılmayacak kadar taraf daha ziyade hak ve özgürlük istiyor. Ama bunlardan yalnız bir grup silaha sarılıp dağa çıkıyor, uzun süren kanlı dönemden sonra liderleri bu yolun çıkmaz olduğunu görüyor ve bağlılarını silahı bırakmaya çağırıyor. Ama çatallanmış liderlik katı bu çağrıya direniyor, çeşitli bahanelerle silah bırakmaya yanaşmıyor, işlerin düzelme yoluna girdiğini görünce de sudan bahanelerle çözüm sürecinin bittiğini ilan ediyor ve çözüm süreci boyunca uygulanan müsamahayı kötüye kullanarak yaptıkları hazırlıkla yeniden yakıp yıkmaya, kan dökmeye başlıyorlar.
Bu durum karşısında aklını ahlaka ve adalete tabi kılmış insanlar ne yapmalılar?
İkisi de haksız olan kavgacılara seslenir gibi “kavgayı bırakın ve derhal barışı konuşun” mu demeliler, yoksa haksız olarak barışı bozana dönüp “derhal silahı terk et, çözümü siyasi temsilcilere bırak ve aradan çekil” mi demeliler.
Bir zamanlar “âkıl adamlar” içinde yer alan insanlardan bazı fertlerin ve grupların son zamanlarda yaptıkları açıklamalar “suyu getiren ile testiyi kıranı” ayırmama esasına dayandığı için hem faydasız hem de âdil olmaktan uzaktır. Suçluya “suçlu”, haksıza “haksız” demeyen kimselerin âdil bir çözümde yararlı olmaları mümkün değildir. Bu tür açıklamalar haksız olanların cesaretlerini arttırmaya ve eylemlerini meşrulaştırmaya yarar ki, işte bu çözümsüzlüğün de baş sebebi olur.