Kültür-Sanat

İstanbul Bienali'nden: Geri dönüşü olmayan karşılaşmaların izinde

Çiğdem Zeytin, Ozan Atalan ve Monokrom üzerine yazdı...

28 Ekim 2019 17:56

Çiğdem Zeytin

16. İstanbul Bienali bu yıl Antroposen teması ile insanın doğaya ve çevresine etkisini ve bunun sonuçlarını tartışıyor. Ozan Atalan’ın bienaldeki eseri üzerine düşünmeye başlamadan önce en basit haliyle Antroposen Çağı’nın ne olduğuna bir bakalım.

Antropoloji temelli bilim dallarının pek çoğu, dünyadaki canlıların varoluş süreçlerini üç temel dönemde özetliyorlar. Tek hücreliler, dinozorlar ve diğer bazı türlerin dünyada yaşadığı dönemlerin devamında insanların türediği yeni dönem. Bilim insanları Paul Crutzen ve Eugene F. Stroermer ise “Dünya”nın insan türünün egemen olduğu yeni bir çağa girdiğini ve bu yeni çağın bir adı hak ettiğini düşünerek, insanların yeryüzünde varoluşundan bugüne uzanan sürece “Antroposen” adını vermişler.

Bu yeni çağ oldukça uzun bir süreci kapsıyor gibi görünse de aslında insanoğlunun dünyaya etkisi, son yüzyılda oldukça artmış durumda. Bundan 11.500 yüzyıl önce insanlık için büyük önem taşıyan “tarımla yerleşik hayata geçiş”, 1700’lerde başlayan “Sanayi Devrimi” ve 1945’teki “nükleer bomba denemesi” ile insanlar, dünyanın jeolojik tarihinde kırılmalar ve dönüm noktalarının mimarları oldular. İnsan faaliyetlerinde yaşanan hızlı artış; tarım yapmak için kestiğimiz ormanlar, kaynakları sınırsızmışçasına tüketen insan yapısı sistemler ile aşırı tüketimden kaynaklı, okyanusları dolduran, geri dönüşümü mümkün olmayan petrol tabanlı atıklar ve daha sayamacağımız pek çok durum… Bilim adamları ise son yıllarda oldukça tedirginler. Dünyanın sonuna yaklaştığımızı düşündürten bu ve diğer pek çok konu üzerine yoğun bir şekilde çalışıyor ve Antroposen çağının olası sonuçlarını tespit etmeye çalışıyorlar.

Tabii yukarıda sözünü ettiğimiz tüm bu davranışlar ve bu davranışların sonuçları ekolojik yapıları, doğayı, suyu, habitatı ve bu habitatın içinde yaşayan diğer canlı türlerini de etkiliyor. Son 20 yılda pek çoğumuzun çeşitli kaynaklarda karşılaştığı, soyu tükenmekte olan hayvanlara dair haberler de durumun vehametini işaret ediyor diyebiliriz.


Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Antroposen Çağı’ndan geleceğe ışınlanmış bir fosil

Ozan Atalan’ın bienalde sanat izleyicisiyle buluşturduğu eseri “Monochrome”; aslında bu durumu olabildiğince etkili ve açık anlatan bir çalışma. Özellikle ekolojik sanat ekolünün yükseldiği 1960’lardan bu yana dünya genelinde pek çok sanatçı; eserlerinde toprak, odun, taş, su, bitki  ile diğer organik- inorganik doğal maddeleri kullandılar ve kullanıyorlar. Doğanın kapsadığı çevrenin( bu kent, kırsal yerleşim alanları ya da bakir bir doğa köşesi de olabilir.) bünyesinde yaşayan amfibiler, sürüngenler, böcekler, kuşlar, balıklar, memeliler ve insan olmayan diğer yaratıklar bu çalışmalarda, kasıtlı olarak veya sadece tesadüfen sıklıkla rol oynamışlardır.

Ozan Atalan’ın bu sene bienal teması çerçevesinde hazırladığı eserinin ekolojik sanatın yöntemlerinden birini izlediğiniz görüyoruz. Doğadaki gerçek canlıları konu alan pek çok sanatçı gibi Ozan Atalan’ın eserinin nesnesi de gerçek bir manda iskeleti olarak karşımıza çıkıyor. Kendisi bizleri; Antroposen teması perspektifinde, İstanbul’un insanlardan mütevellit sakinlerinin İstanbul’la ve İstanbul’daki türlerle ilişkisini incelediği bir sanat eseri ile buluşturuyor.

Belli bir dizinde izlemek gerekirse eser üç ana parçadan oluşuyor. Sergileme alanına girdiğimizde yüzleştiğimiz, sanatçı tarafından müdahale edilmiş gerçek bir manda iskeleti, bu iskeletin üzerinde durduğu toprak üzerine dökülmüş, betondan oluşan taşıyıcı zemin ve sergi alanının sağında kalan ve manda sürülerinin İstanbul’daki hikayesinin iki farklı dönemine atıfta bulunarak geçmiş ve bugün arasındaki farkı gözler önüne seren video çalışması.

Sanatçı eseri tasarlarken İstanbul habitatının son elli yılına yönelik arkeolojik bir kazı yapmış. Yaklaşık elli sene öncesinde sayıları oldukça fazla olan, İstanbul’un çayırlarında dilediklerince dolaşan fakat şu an neredeyse soyu tükenmekte olan yabani manda sürülerinin varlığıyla yüzleşmiş. Bugün, bu manda sürülerinin hatrı sayılır orandaki üyesi artık yok. Var olanlar; yani % 10’luk kısım ise yeni havalimanı hattının yakınındaki şantiye arsalarında ve havalimanının henüz düzenlenmemiş çevresinde dolaşıyorlar.

Diğer manda sürüleri kentleşme başlığı içinde azalan yeşil alanlar ve yerel zirai alanların insan ve insan yapısı sistemler eliyle yok edilmesi ve yerine binaların, tesislerin dikilmesiyle zamanla yok olmuşlar. Bir düşünün; bugün şehir alanında yeşil bir  arazide ya da ormanlık bir alanda kendi hallerinde otlayan mandalarla karşılaşabilirdik. Fakat bugün, böyle bir şey aklımıza bile gelemeyecek kadar uzak bir ihtimal.

Peki buna kim sebep oldu? Açıkçası her türlü toplumsal, ekonomik ya da politik yapıyı oluşturma gücüne sahip bizler yani insanlar sebep oldu. İstanbul’da mandaların sayısının azalması sadece yerel bir örnekleme konusu gibi görünse de bu ve buna benzer “tür ve canlı” kayıplarının örneklerini hepimiz birer çevre aktivisti ya da antropolog olmasak da biliyoruz.

Ozan Atalan da bu apaçık gerçeği ortaya koymak için oldukça meşakkatli bir üretim sürecine girerek eserinin hikayesini, distopik görünen fakat bir o kadar da şimdinin gerçeği olan, gerçek bir manda iskeletinin üzerinden kurguluyor. İsterseniz gelin, esere bakışımızı biraz daha derinleştirelim.

YOK OLUŞ!

Bir iskelet insana ne çağrıştırır?

Ölüm, yok oluş, son…

Sanatçı; gerçek boyutlarda bir manda iskeletini izleyiciye hiç beklemediğii bir ortamda, bildiğimiz bağlamından kopararak yani sergi alanında göstererek güçlü bir sarsıntı yaşatıyor. Ve değişen bağlamla; yani bir mezbaha yakınlarında gördüğümüzde yadırgamayacağımız bütün bir manda iskeletini sergi alanında göstererek, normalleşme krizine girmiş algımızın ve tüm gerçekliğimizin zeminini kaydırıyor.

Atalan’ın; iskeletin torsosuna yaptığı müdahale, kaburga kafeslerinden birinin ters yönde monte edilmesi ise adeta pek çok canlının hayatına yaptığımız müdahalenin absürdlüğünün keskin bir imzası gibi yüzümüze çarpıyor. İskeletin kusursuzlaştırılmış parlayan kemik  dokusu, insan türü olarak doğaya karşı duyduğumuz vicdani sorumluluk yalanını ve kabul etmek istemediğimiz bazı gerçekleri estetize ederek ya da dönüştürerek nasıl meşrulaştırdığımızı ifşa ediyor.


Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Yok Oluşun Antropolojisi

Sanatçının somut ve soyut arasında geçişlere sahip olan üretim dünyası burada da kendini gösteriyor ve eserin ana kahramanı olan iskeletin hikayesini yaratıyor. Bunu yaparken geçmişte İstanbul’da dilediği gibi gezen manda sürülerinin görüntülerinin karşısına, bugünün mandalarını koyuyor. Fakat bugün belki de geride kalan son manda sürüsünün gündelik rotaları ve alışkanlıklarından kurguladığı estetik ve etkileyici video, eserle bütünsel anlamda güçlü bir bağ kurmamızı sağlıyor.

Bildiğiniz gibi antropoloji rasyonal değerlere dayanan bir bilim dalıdır. Sanatçı da soyut dünyasının gerçeklik hattına oturması için geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir köprü kurmayı başarmış. Atalan’ın eserinde karşılaştırmalı okuma tekniğinin estetize edilmiş bir halini görüyoruz. Bir yanda sayısız manda sürüsünün eski İstanbul’un yeşil alanlarında salındığı bir dünya, diğer tarafta ise monokroma yani tek renkliliğe dönüş ve İstanbul Havalimanı açıklarında türünün son örneğiymişçesine yaşayan bir sürünün gündelik rutinleri içinde hikayesel bir görsel yolculuk…

Sürünün yakındaki su kaynağı içinde yıkandıkları sahne ise oldukça vurucu, suyun içindeki balıklar gibi salınan bedenlerin şantiye alanlarından geçerken toza bulunan derileri bizleri neredeyse izleyici olmaktan bir adım öteye taşıyor ve şantiye tozunu ciğerlerimize çekmemize sebep oluyor. Peki mesele sadece kaybolan türler mi?


Fotoğraf: Sahir Uğur Eren

Basit Görünen Gerçekler / Beton Dünya

Ozan Atalan; yıkım ve ölümü çağrıştıran eserini, üzeri monokrom değerlerde toprak üzerine dökülmüş gri bir beton zemin üzerinde sunuyor. Çimentoya hapsolmuş toprak zemin insanın yeryüzüne müdahalesini basit bir şekilde anlatan bir etkiye sahip. Sanatçının anlatımcı olmaksızın izleyiciyi çıkardığı yolculuk çok katmanlı bir düşünsel süreci de tetikliyor. Her bir parçasının, bir diğerine atıfta bulunduğu, güçlü bağlantılara sahip, ince detaylarla düşünülmüş bir çalışma.

Betona hapsedilmiş toprak yani yeryüzü aslında kentleşmeyle ve endüstrileşmeyle birlikte yeşilden ve doğadan uzaklaşmamızı ve kendimiz için kurduğumuz bir tuzağa dönüşen medeniyet sembolü grilerin içinde kaybolup gidişimizi de temsil ediyor. Tüm eserin taşıyıcı zemininin bu şekilde kurgulanmış olması, insan türünün medeniyet yolculuğunun arkeolojik bir görünümünü de temsil ediyor diyebiliriz.

İskelet ise kontrolsüz gelişimle gelen yeryüzünün ve doğanın alanına yönelik ihlalci davranışımızın sonuçlarını da temsil eden beton zemin üzerinde yığılmış bir gerçeğe dönüşüyor.

16. İstanbul Bienali’nin Antroposen teması çerçevesinde belki de üretilen en etkili işlerden biri olan Monochrome; gerçeği olduğu gibi yüzümüze vuran, geleceğe dönük arkeolojik bir projeksiyon niteliği taşıyor. Ezberbozan eser, bienal izleyicisini geri dönüşü olmayan bir karşılaşmaya sürüklüyerek gerçeklik algısını yeniden inşa ediyor.

Baktığınız sadece bir manda iskeleti mi?

Siz ne dersiniz?...

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 16. İstanbul Bienali bu sene Yedinci Kıta temasıyla düzenleniyor.

Bienal kapsamında Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye işbirliğiyle hazırlanan bu seride AICA üyesi üç sanat eleştirmeni bienalden üç bienal sanatçısıyla bir araya geliyor.

Sanatçıların ve eleştirmenlerin çalışma pratiklerine ışık tutan ve bienalin teması Yedinci Kıta üzerine sohbetlerine yer veren üç yazıya Bulut Reyhanoğlu yapımcılığında, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından hazırlanan videolar eşlik ediyor.