Gündem

İlk Erbil Başkonsolosu Selcen: Zarrab'ı tutuklayan savcı Twitter'da Erdoğan'ı takibe alarak selektör yaptı

Savcı Bharara, Twitter hesabından Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı takibe almıştı

28 Mart 2016 12:47

İlk Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen, Türkiye’de 17/25 Aralık operasyonlarının odağında olan Reza Zarrab’ı ABD’de tutuklayan Savcı Preet Bharara’nın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı Twitter’da takibi almasına ilişkin, “Sayın Cumhurbaşkanı’nı sosyal medyada bir gün takip etti ve bıraktı. Bu bir günlük takibi, ‘sanki savcı selektör yaptı’ gibi yorumladım. ‘Savcının eli kaydı, yanlışlıkla takip et butonuna bastı, sonra sildi’ gibi açıklamalar herhalde inandırıcı olamaz” dedi. 

Zarrab’ın tutuklanmasının rasgele bir tutuklama olmadığını söyleyen Selcen, “Savcı Bharara üç ay evvel dosyayı mühürleyerek yeri geldiğinde açılmak üzere hâkimin önüne koymuş. Sarraf’ın ABD’ye gidişine bakıldığında, herhalde bu kadar kısa zamanda servet edinmiş bu denli genç bir girişimci böylesi bir ortamda, “uçağıma binip bir Miami’ye gideyim” diyecek kadar aptal olamaz. Bu mümkün değil, bile bile gittiği çok belli” ifadelerini kullandı. 

Selcen, Saint Joseph Lisesi ve Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler mezunu. Amerika’nın Irak işgali esnasında Bağdat Büyükelçiliği’nde görevli olan Selcen, daha sonra Ankara’da Irak Dairesi Başkanı ve Irak Özel Temsilci Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Washington Büyükelçiliği’nde Irak, İran ve terörle mücadeleden sorumlu müsteşarlığının ardından Türkiye’nin ilk Erbil Başkonsolosu olarak görev aldı. 20 yıl çalıştığı Dışişleri Bakanlığı’ndan üç yıl önce istifa eden Selcen'in Cumhuriyet'ten Selin Ongun'a yaptığı açıklamalar şöyle: 

Palmira’dan Rusya yardımıyla Suriye’de, Musul harekatıyla doğudan bir cephe ile Irak’ta, IŞİD çift taraflı olarak kıskaca mı alınıyor?

Çift taraflı harekattan bahsedilecek ise Palmira’dan yani Tadmur’dan ziyade Haseke/Şeddade-Rakka ile Musul’dan söz edilebilir. Tabii Musul harekâtı başladı, derken ortada Musul kentini içeren bir harekat yok henüz.

Ne var?

Musul’un etrafını, ilk önce Mahmur’un batısını, Dicle’nin doğusunu temizlemeye dönük bir girişim söz konusu. Gerçekçi askeri uzmanlar, Musul’un alınışının ancak seneye olabileceğini söylüyor. Musul’un alınması ve IŞİD’in ortadan kaldırılabilmesi için hem Irak’ta Musul ile Ramadi gibi merkezlerin birbirinden koparılması hem IŞİD’in arada bulunan çöldeki lojistik hatlarının kesilmesi gerek. Musul, en büyük parça, alınışının en sona kalması normal. Hatırlayın: IŞİD, Musul’u alırken, “Sykes Picot sınırını ortadan kaldırıyoruz” demişti. Şimdi Rakka ile Musul ayrılarak Sykes Picot sınırı, yani Irak-Suriye sınırı yeniden çiziliyor. Ancak burada Türkiye’nin gözden kaçırdığı kritik bir nokta var.

Nedir o?

IŞİD bir Irak fenomeni, Suriye fenomeni değil. Bu alev başladığı yerde yani Musul’da bitecek. Ankara’nın düşünmesi gerek: IŞİD bir devlet olma iddiası ile ortadan kaldırılabilir ama terör tehlikesi olarak hemen komşumuzda ve Türkiye üzerinden Batı’ya yönelik olarak da devam edebilir. Dolayısıyla burada 98 kilometrelik o meşhur sınır parçasında Türkiye’nin IŞİD’e göz yumması artık söz konusu olamaz. Hele Brüksel saldırısından sonra hiç mümkün değil. Türkiye göz yummadığı takdirde burada IŞİD’in devam etmesine de imkan yok.

Niye?

Güneyde IŞİD’in Halep’teki yolunu zaten Suriye ordusu kesti, onun üzerinde Azez-Marı hattı veya Menbiç Cebi denilen Kürtlerin Şahba dedikleri bölgede YPG Menbiç’i artık almak üzere, orası da kapanıyor. Türkiye’den bir alışveriş olmadığı takdirde IŞİD’in burada (Menbiç Cebi’ni kast ediyor- S.O) varlık göstermesine imkan yok. Ve bir parantez: Biliyorsunuz, IŞİD ve El Nusra birbirlerine karşılar. IŞİD, Nusra’nın içinden doğdu. Nusra, El Kaide’nin Suriye kolu. Son birkaç günün gelişmesi de şu: Nusra, diğer silahlı direniş unsurlarını itekleyerek hakim olduğu Hatay’a komşu İdlip Cebi’nde bir  “emirlik-idare” iddiası ortaya koyuyor. Hatay’a gidenler Nusracıların ağzından nakledilen “Burası Nusra’nın yeri, burada IŞİD’ciler olmaz, rahat olun” konuşmalarını bilir. Dikkat çekmek istediğim tehdit tam da bu: Antakya, Kilis, Suruç, bu yay üzerindeki cihatçı silahlı direnişçiler, Nusra başta olmak üzere, ateşkesten sonra baskılanınca Türkiye’ye yaslanmayacaklar mı? Bu büyük bir tehlike değil mi? Hele Hatay’ın üzerine titrenmesi gereken kendine özgü etnik, dinsel demografik yapısı ayrıca dikkate alındığında “merak etmeyin, onlar bizim adımıza rejime karşı savaşıyor, vekalet savaşı yürütüyoruz” söylemiyle vaziyeti idare edebilecek durumda mıyız halen?

 

“El Nusra ve IŞİD, Türkiye’yi halen tam anlamıyla sarsmadı”

 

Türkiye için yakındaki tehlike El Nusra’nın da IŞİD gibi devletleşme iddiası ile yola devam etmesi mi?

Bunu becerebilirler mi? Türkiye göz yummadığı takdirde Menbiç Cebi’nde IŞİD’in varlığını sürdürmesine imkan yok, demiştim az önce. Pekiyi, sizin sorunuzu tersten sorarsak, Türkiye göz yummadan Nusra, İdlip’de bir emirlikleşme sağlayabilir mi? Biz, Nusra’nın emirlikleşmesini bir tehdit olarak algılıyor muyuz? Anlaşılmayan o ki, Suriye ve Irak konusu, ki burada asıl tehdit Nusra ve IŞİD, Türkiye’yi halen tam anlamıyla sarsmadı.

Bununla tam olarak neye işaret ediyorsunuz?

Değerli güvenlik analisti ve dostum Metin Gürcan, Suriye’den kaynaklanan güvenlik riskine işaret ederek, buzdağına doğru bir çarpışmaya gittiğimizi söylüyor. Bu çarpışmaya kurumlarımızla, hukuk sistemimizle ülke olarak hazır mıyız diye soruyor. Bu önemli tespite dış siyaset, demokrasi kısmını ekliyorum. Az önce sözünü ettiğim Antakya, Kilis, Suruç, bu yay şeklindeki hat ve bunun karşısında IŞİD’in yerleştiği Menbiç Cebi’ni ve şimdi Nusra’nın emirlik kurma iddiasında olduğu İdlip Cebi’ni düşünün. Ateşkesten sonra ve - aslında şu anda da- IŞİD ve El Nusra gibi silahlı örgütler üzerindeki baskı arttıkça bu gruplar Türkiye’nin içine daha çok itilecek. Ankara’da, İstanbul’da, Suruç’ta, Reyhanlı’daki patlamaların tekrar olmayacağına dair hiçbir emareye sahip değiliz. Siyaseten farklı konu ama teşbihte hata olmaz; Filistinlilerin yurtlarından sökülüp ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1970’lerde mecburen Lübnan’a yerleşerek Lübnan iç savaşının başlangıcında rol oynaması ve Lübnan’ın yıkımına yaptıkları katkıyı hatırlayalım. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu buna benzetiyorum. Çünkü cephe gerisinde Türkiye var. Kendine özgü rengarenk bir demografik yapısı olan Hatay’a yerleşen bir Nusra’yı nasıl görmezden gelebiliriz? Güvenlikli evler, birtakım alışverişler, sınırdan geçişler… Bahsettiğim endişenin gerçeğe dönüşmesi  bir kıvılcıma bakar. Burayı karıştırmak isteyenler çok. Ortadoğu’yu en iyi bilen müsteşarlarımızdan Uğur Ziyal’ın sözüdür: Türkiye Ortadoğu’dadır ama Ortadoğulu bir ülke değildir. Oysa yaşadıklarımız, Türkiye’nin Ortadoğulaşmasıdır. Bu bir tehlikedir ve Türkiye için hiç arzulanacak bir şey değildir.

 

“Suriye ve Irak’taki gelişmeler Cumhuriyetimizin sonunu getirilebilir”

 

Türkiye’nin Suriye, İran, Irak, Rusya ve hatta ABD ile yaşadığı krizlere dair analiz yaparken kullandığınız bir şey var: Varoluşsal sınama. Bunu açar mısınız?

Türkiye bir ülke, bir şirket ya da dükkan değil. “Taşındık, yeni yerimizde hizmetinizdeyiz” diyemeyeceğimize göre şunların farkına varılmalı: Bir taraftan kendi içimizde yaşadığımız demokrasi ve hukuk sorunları, adeta içinde oturduğumuz binanın taşıyıcı kolonlarının, demokratik devleti ayakta tutan kurumların tahribatı, laikliğin, yargının, Meclis’in adeta işlevsizleştirilmesi, otoriterliğe doğru bir gidiş. Öbür taraftan izlediğimiz Irak ve Suriye siyaseti ile radikal cihatçı unsurlara verilen örtülü ya da açık destekle, politikamızdaki eylem-söylem makasının açılması, söylediğimizle yaptığımızın tutmaması, yani Türkiye’nin dış siyasette devlet olarak öngörülürlüğünün yitirilmesi. Bütün bunlar varoluşsal sınamalar, özellikle Suriye ve Irak’taki gelişmeler iyi yönetilemediği takdirde yaşayacaklarımız bildiğimiz anlamda Cumhuriyetimizin sonunu getirilebilir. Buna karşı temel güvenlik-istihbarat önlemlerinin yanı sıra yaratıcı davranarak idari anlamda yerinden yönetimi güçlendirmeli, ademi merkeziyetçi çözümler üretmeli, Meclis'i çalıştıran, yargıyı güçlendiren önlemler geliştirmek zorundayız.

Agos’taki söyleşinizden alıntılıyoruz: “Kendi teşkilatınızdan, elçiliklerinizden gelen bilgilere değil ikinci kanaldan gelen bilgilere güvenirseniz hata yapmaya açık olursunuz.” Hangi ikinci kanallar onlar?

 

Önce şunu söyleyeyim. Bazı kelimeler çok kullanılıyor ve kirleniyor. Onlardan biri de bu “mutfak” lafı. Mutfak demekten kaçınıyorum. Ama durumu izah etmek için söylemek şart. Dış politikanın piştiği bizim mutfak, köhne bir mutfak, buradan iyi bir yemek çıkmasına imkan yok. Önce o mutfağı toparlamak lazım. Demokrasi iddiasında olan bir ülkede dış politika böyle yapılmaz. Güvenlik ve istihbarat politikalarının olduğu gibi dış politikanın da Meclis denetimine açık olması gerekir. Bu denetimden kaçınmak yerine kendinizi isteyerek buna tabi kılmanız gerekir. Bu arada ikincil kanallar meselesi ile ilgili yine bir parantez açalım: Doğru, AK Parti’nin iktidara geldiği 2000’li yılların başında Dışişleri’nin hantal ve değişmesi gereken statükocu bir yapısı vardı belki. Ancak o yıllarda bizim bakanlıkta Batılıların “Arabist” dediği anlamdaki uzman sayısı beş ise bugün de o sayı yine beşi geçmez.

Bunu nereye bağlayacaksınız?

Arka kanal, adı üstünde arka kanaldır. Arka kanal, birincil kanalın önüne geçmez. Siyaset yapılırken önceliğiniz sizin resmi ağınızdan gelen bilgilerdir. Diğerleri tamamlayıcı unsurlardır. Üstelik çoğunlukla Sünni Arap, bazıları radikal, pek çoğu İhvancı olan o arka kaynaklara gereğinden fazla önem atfederseniz, ideolojik saplantılara dayanan bir yaklaşımla, varsayımlara dayanarak siyaset üretmeye çalışırsanız, kaçınılmaz olarak duvara toslarsınız.

Hangi duvara tosladık?

Türkiye’nin “Suriye’de gidişatı yönetiyorum” gibi bir iddiası olabilir mi bugün? Ki, en baştan itibaren gidişatı yönetmek gibi bir iddia ortaya koymak gerekli miydi? Gerçekçi olarak ilişkileri nasıl yoluna koyacağız? Geri dönüşü mümkün kılmak diplomasinin işidir. Hariciyecilik bir anlamda bunun esnaflığıdır. Dış politika aslında değiştirilmesi en kolay olan sorun. Ekonomi gibi, Kürt meselesi gibi değil, bana göre gerekli olan idare reformu gibi değil. Birkaç ay içerisinde ilişkiler tamir edilerek işler yoluna koyulabilir. Bunun olması için politikanın arkasında duracak siyasi irade gerek. Peki, bu yönde herhangi bir emare var mı? Son dönemdeki umut veren adımlar; Sayın Başbakan’ın Tahran ziyareti, İsrail ve Kıbrıs’a yönelik bazı girişimler. “Acaba biz Suriye ve Irak’ta ne hata yaptık, Mısır ile neden bu hale geldik, Moskova ile aramızı nasıl düzeltiriz” gibi tamirata yönelik hiçbir emare yok. İstanbul ve Ankara’daki gibi terör saldırılarının ardından bize söylenen nedir? Vatandaşlarımız müsterih olsunlar. Ben müsterih olamıyorum, işin güvenlik-istihbarat boyutu var ancak mevcut dış siyaset değişmediği müddetçe biz kendimizi bu tehditlere açık tutuyoruz.

 

“Ayar almam ayar veririm, siyasetinin sonuna geldik”

 

Amerika’daki Neocon çevrelerde Türkiye üzerine darbe senaryoları yazılıyor son günlerde. Neden?

Türkiye için olabilecek en kötü şey, mevcut durumdan daha da kötüsü, herhalde askeri darbedir. Hiç kimse buna özenmemeli. Ne var ki, ABD’nin iki eski büyükelçisi Morton Abramowitz ve Eric Edelman gibi isimlerin Amerika’nın ana akım medyasındaki yazılarında “Ya reform ya yap ya istifa et” gibi sözler sarf etmesi, bunun onların ağzından söyletilmesi önemsenmeli. Cumhurbaşkanı’nın Amerika ziyaretine bir hafta kala Rıza Sarraf’ın tutuklanması, bu tip makalelerin yayımlanması, bence Fatih Terim’in deyişiyle “ayar almam ayar veririm” yaklaşımıyla yürütmeye çalıştığımız dış siyasetin sonuna geldiğimize dair emareler bunlar.

Reza Zarrab’ın tutuklanması diplomatik olarak ne anlama geliyor?

ABD gibi bir ülkede, o ülkenin başkanının bir savcıya herhangi bir talimat vermesi vs. söz konusu değil. Bunu anlayalım. Ama tutuklamanın kendi ve zamanlaması da, “bu kadar tesadüf fazla, galiba burada bir mesaj var” dedirtiyor. Ayrıca şunu da öğrendik ki, Savcı Bharara üç ay evvel dosyayı mühürleyerek yeri geldiğinde açılmak üzere hakimin önüne koymuş. Yani rastgele gerçekleşen bir tutuklama değil, ardında ciddi hazırlık var. Öte yandan ABD’nin Hazine Bakanlığı adına para aklama ve İran konularını çalışan, malum dosyayı takip eden kişi David Cohen’in son dönemde sık sık Türkiye’ye geldiğini ve bu temasların ardından CIA Başkan Yardımcılığı’na getirildiğini biliyoruz. Savcı Preet Bharara’nın canlı yayınlanan basın toplantısındaki manzarayı hatırlayalım. Adalet Bakanı’nın yanı sıra arkasında FBI Direktörü Comey vardı. Peki, FBI Direktörü kim? Rıza Sarraf’ı tutuklayan New York’un Güney Savcısı Bharara’nın selefi. Sarraf’ın ABD’ye gidişine bakıldığında, herhalde bu kadar kısa zamanda servet edinmiş bu denli genç bir girişimci böylesi bir ortamda, “uçağıma binip bir Miami’ye gideyim” diyecek kadar aptal olamaz. Bu mümkün değil, bile bile gittiği çok belli. Sarraf’ın ortağı olduğu iddia edilen ve Tahran’da idama mahkum edilen Babek Zencani’ye şu çözüm önerildi: “Üç milyar doları İran hükümetine yatır, idamdan kurtul.” Rıza Sarraf’ın son dönemde malvarlığını nakite çevirdiği, işlerini tasfiye ettiği haberleri de biliniyor.

Davutoğlu’nun İran ziyareti ile Sarraf’ın tutuklanması arasında kurulan bağa itibar ediyor musunuz?

Sayın Davutoğlu’nun Tahran ziyaretinin ardından “Tahran-Ankara arasındaki buzlar eriyor” denilirken Sarraf’ın uçağa binip ABD’ye gitmesi, “Sarraf’ın bu seyahatinde Türk hükümeti uyudu mu, Rıza Sarraf hiç gözetim altında değil miydi, gidişi görmezlikten mi gelindi, yoksa devlet içinde bazı unsurların birbirine karşı rekabeti mi söz konusu” gibi soruları gündeme getirdi. ABD hükümeti adına birileri ile temas etmeden, ön hazırlık yapmadan Sarraf’ın “gideyim teslim olayım sonrası Allah kerim” diyerek Miami’ye uçması ikna edici değil. Bu işlere katıldıkları iddiasıyla tutuklanan iki İran vatandaşı da var. Ve dosyada Rıza Sarraf’ın yanında daha adı açıklanmamış altı ortak var. Bunların isimleri yok, kod verilmiş. Bunlar kim? “Bunların kim olduğuna dair gerçekler ortaya çıkacak” diyen FBI kaynaklı hafif diş gösteren bir resmi açıklama var. Ve çok sembolik o konu: Savcı Bharara takipçi sayısı 5 binden 250 bine çıkınca, Sayın Cumhurbaşkanı’nı sosyal medyada bir gün takip etti ve bıraktı. Bu bir günlük takibi, ben “sanki savcı selektör yaptı” gibi yorumladım. “Savcının eli kaydı, yanlışlıkla takip et butonuna bastı, sonra sildi” gibi açıklamalar herhalde inandırıcı olamaz. Ama buradan bir anlam çıkarıp roman yazacak halimiz de yok.

Bu tutuklama ABD ile ilişkilerde baş aşağı bir gidişin işareti mi?

Onun etkilerini Sayın Cumhurbaşkanı’nın 29 Mart’ta yapacağı ziyarette göreceğiz. ABD’ye ikili ziyaret için değil, nükleer zirve için gidiyor. Nükleer zirvenin marjında Antalya’daki zirvede Obama ve Putin’inki gibi bir “pull aside” tarzı Erdoğan-Obama sohbeti olabilir mi? Başkan Yardımcısı Biden düzeyinde bir temas olabilir mi? Maryland’deki Türkiye camisinin açılışına Obama davet edildi ama icabet edeceğine dair bildirim olmadı. Biden’ın katılacağı ya da ABD yönetiminden üst düzey bir katılım olacağına dair bir işaret de henüz yok. Bu tutuklamanın ABD ile olan ilişkilerimizde nelere gebe olduğunu izleyip göreceğiz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Can Dündar ve Erdem Gül'ün duruşmasını izleyen konsoloslara "diplomasinin de bir edebi var" diyerek "siz kimsiniz" diye sordu. Muhatapları tarafından Erdoğan'ın sözleri nasıl tercüme edilir?

Can Dündar ve Erdem Gül’ün değil tutuklanması olmayan bir suçtan yargılanmaları bir hukuk ayıbının ötesinde bir demokrasi afetidir. Bu yapı çökerse hepimizin enkaz altında kalacağını görmemek aymazlıktır. Diplomasinin her ev sahibi ülkeye göre değişen kendi protokolü vardır, doğru. Kendimden örnek vereyim: 1995-1997 arasında iç savaş sırasında Cezayir’de görev yaptığım sırada kent merkezinden 30 kilometreden fazla uzaklaşmak izne tabiydi. Zaten gece 11 sabah 6 arasında sokağa çıkma yasağı vardı. Oysa 2003-2006 arasında Bağdat’ta görev yaptığımda, otomobille Bağdat’tan Musul’dan geçerek Türkiye sınırına gidiyorduk. İkinci söylemek istediğim; diplomatın başlıca görevlerinden biri bulunduğu ülkeyi izlemek. Örnek olarak bir yürüyüş yapılıyorsa diplomat orada bulunup katılımcı sayısını, pankartlarda yazanları, atılan sloganları, varsa polis müdahalesinin şiddetini kendi gözleriyle görerek not almak ve başkentine bildirmek isteyebilir. Ama elinde pankartla, slogan atarak yürüyen bir diplomat görürseniz, onu ülkenizden gönderebilirsiniz.

 

“Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde Türkiye’ye yetecek doğal gaz var”

 

Petrol fiyatlarındaki düşüşü eşliğinde ufuktaki olasılıklar nedir?

Halen Irak Kürdistan Bölgesi iflas etmiş durumda. Bağdat’tan parasını alamıyor, petrolün varil fiyatı 120 dolardan 40’ın altına doğru düştü, Türkiye üzerinden dünya pazarına arz ettiği petrolün akışı Lice’deki güvenlik harekatı dolayısıyla kesintiye uğradı. IŞİD’le mücadele büyük mali yük bindirdiği gibi yolsuzluk ve ekonomideki sübvansiyon sistemi de aleyhte. Ancak komşusu Türkiye, siyaseten kavgalı olduğu İran ve Rusya’ya doğal gazda bağımlı. IKB’de Türkiye’ye yetecek doğal gaz var. Burada Ankara IKB’de iş yapmak üzere kurdurulan ve oradaki petrol sahalarında dünya devi Exxon’a ortak yapılan TEC Şirketi üzerinden bir hamle yapabilir. Doğal gaz için başlangıçta 4 milyar dolar civarında bir yatırıma ihtiyaç var. Ayrıca IKB bilfiil Kerkük petrol sahalarının denetimini ve üretimini IŞİD tehdidinin bertaraf edilmesi kapsamında Bağdat’tan devralmış durumda. Kimsenin Irak Kürtlerinin Kerkük’ü canları pahasına ellerinde tutmayacağını düşüneceğini sanmıyorum. Ankara yine TEC üzerinden uluslararası hukuka uygun biçimde Kerkük sahasına ortak olabilir ve yine üretim yapılan TakTak, Tavke ve Şeyhan sahalarını satın alabilir. Bunları TEC üzerinden yaparken IKB hükümetine düzenli hibe yardımı yapılabilir. Sözünü ettiğim operasyonun maliyeti belki 8 milyar doları bulacaktır ancak Türk-Kürt ilişkilerinin yanı sıra bölgemizin istikrarına katkısı da hayati olacaktır.

İlgili Haberler