Yaşam

'Ice Bucket Challenge'dan önce ALS hastaları bağış diye bağırıyordu, hiç duydunuz mu?'

ALS için bağış kampanyası destekçilerinden Evrim Ağacı’nın kurucusu Çağrı Mert Bakırcı T24'ün sorularını yanıtladı

25 Ağustos 2014 19:52

ALS hastaları için düzenlenen bağış kampanyasına verdiği destekle gündeme gelen ve Türkiye’de evrimsel biyolojiyi tanıtmayı amaçlayan Evrim Ağacı’nın kurucusu ve idari sorumlusu Çağrı Mert Bakırcı, Ice Bucket Challenge (Bir kova buz) kampanyasının eğlenceye dönüştüğü yönündeki eleştirilere “Halkın ilgisinin sıcak tutulabilmesi, bu tür etkinliklerle mümkün olabiliyor. “Bağışta bulunun.” diye bugüne kadar ALS hastaları bağırıyorlardı, hiç seslerini duydunuz mu? Hiç bağışta bulundunuz mu? Bu insanların seslerini duyurmaya ihtiyacı var ve bunu yıllardan sonra ilk defa başardılar” sözleriyle yanıt verdi. 

Texas Tech Üniversitesi’nde evrimsel robotik üzerine doktora yapan Bakırcı, Evrim Ağacı’nın misyonundan evrim kuramlarına, evrimsel robotik sahasından önderliğini yürüttükleri ALS MNH Derneği Bağış Kampanyası’na birçok konuda T24’ün sorularını yanıtladı.

Evrim Ağacı'nın misyonu nedir?

En temel görevimiz Türkiye’de evrimsel biyolojinin halk arasında bilimsel temellerle anlaşılabilmesini sağlamak. Bugüne kadar bu konu hep laf dalaşı üzerine kurulmuş. Reyting peşindeki televizyon kanallarından tutun da, internet forumlarına kadar her yer vıcık vıcık, bilimden anlamayan insanların dişe diş mücadelesiyle kaynamış vaziyette (ve hala da bu şekilde devam ediyor). Sanki bir bilim dalı değil de, boks müsabakası izliyorsunuz gibi. Biz Evrim Ağacı olarak bunu değiştirmek istedik. 

Evrime karşı olanlarla ilgili çok basit bir ilkemiz var: Evrimin ne olduğunu öğrenene kadar ya da karşıtlığınızı kendi çalışmalarınızla akademik camiada makalelerle duyurana kadar Evrim Ağacı’nın sizinle işi yok. Bu kadar basit. Çünkü bir insanın evrime karşı olabilmesinin nedeni ardında şu çok basit üç olasılıktan biri olmak zorunda:

Birincisi, evrime dair hiçbir fikrinin olmaması. Şu anda “evrim karşıtlığı” ile bilinen herkesin ortak noktası bu. Evrimin bilimsel düzlemde ne olduğunu bilen birinin evrime karşı olması neredeyse imkansız. Çünkü ne olduğunu biliyorsanız ve hala bir sebeple karşıysanız, elinizde bilimsel bir bulgu veya bulgular dizisi olması gerekir; ancak bunu üçüncü olasılığa saklıyorum. Cehalete dayalı bir reddiye ile Evrim Ağacı olarak uğraşamayız; gerek de yok. Sıkı sıkıya takip etmeye çalıştığımız İlkelerimiz gereği (tam listesine buradan ulaşılabilir: http://evrimagaci.org/sayfa/ilkelerimiz), cehalete dayalı reddiyede bulunan bir kişiye harcayacağımız zaman diliminde yüzlerce ve hatta kimi zaman binlerce parlak ve açık zihne katkı sağlayıp, onları bilime yönlendirebileceğimizi düşünüyoruz ve bu sebeple polemiklerle uğraşmak yerine hem hedefimiz doğrultusunda çalışıyoruz. Bilgi sahibi olan birinin evrime karşı olması “neredeyse imkansız” diyorum, çünkü Dünya genelinde yüzde 1’den ufak bir dilimde (hatta sayısal olarak tüm bilim insanları arasında yaklaşık 800 kişi) olsalar da bazı profesörler de evrime karşı olabiliyor. 

Bu da bizi ikinci nedene götürüyor: evrimin şahsi inançlarıyla çeliştiğini düşünmeleri. Bilim şahsi inançlar referans alınarak yapılamaz, dolayısıyla bu kişiler üzerinde durmaya gerek bile yok; Evrim Ağacı olarak biz de durmuyoruz. Bu bilim insanlarının istisnasız hepsi aynı temelde buluşuyorlar: inançlarıyla bilimsel gerçekleri ortak bir noktada buluşturamadıkları için, bilim yerine inançlarını tercih ediyorlar. Bu tür bir mesleki ve bilimsel amatörlük zaten bırakın bizi, bilim camiasının umursayacağı bir konu değil.

Üçüncü olasılık ise evrimin yanlış olduğunu gösteren herhangi bir bilimsel bulguya sahip olmak. İşte bu, kilit nokta. Buna dayalı bir karşıtlığın başımızın üzerinde yeri var. Ancak ne yazık ki bugüne kadar böyle bir bulguya ulaşabilen hiçbir bilim insanı olmadı.

Akademik literatürde var olan doğrudan “evrimsel biyoloji” ile ilgili on binlerce makalenin bir tanesi bile evrimi kuramsal ve pratik olarak geçersiz kılacak herhangi bir veriye ulaşamamıştır. Dolayısıyla akademik bir beklenti içinde olmayan ve daha ziyade inanç tüccarlığı ve popülarite peşindeki bilim karşıtlarının elinde de böyle bir bulgu yok ve bu tür bir zihniyetle olması da beklenemez. Varsa, makale yazıp yayınlanması gerekir, kitap yazıp sağda solda bağırmayla, TV programları düzenleyip veya bunlara katılıp “ceketlerini şuraya asıp milyon yıl geçmesini sonucunda ceketlerinin evrimleştiğini gözlemeyi ummak” ile bilim yapılmaz. Eğer makale yazamıyorsanız, bulgunuz yok demektir, bu kadar basit. 

İşte bu üç olasılığa yaklaşımından ötürü Evrim Ağacı diğer evrim savunucularından biraz farklı. Biz salt bilgi verme peşindeyiz. Hatta şöyle söylerim hep, biz evrimi savunmuyoruz, evrimi anlatıyoruz. Bu yüzden Türkiye çapında düzenlediğimiz etkinliklerin adı “Türkiye Evrimle Tanışıyor”. Henüz Türkiye evrimi tanımıyor ki tartışmasını yapabilsin! 
Bilimin özünde savunulacak bir şey yoktur, gerçek neyse odur. Biz de halkımıza bu gerçekleri aktarmaya çalışıyoruz. Evrimi tartışmadan önce, evrimin öğrenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü bu bir kahve sohbeti değil. Sözünü ettiğimiz konu, insanlık tarihinin gördüğü en güçlü, kapsamlı ve açıklayıcı bilim dallarından birisi. Öyle ki, Neil deGrasse Tyson gibi dünyaca ünlü astrofizikçiler bile, fizik dahilindeki onca baş döndürücü kuramı aday gösterebilecekken, evrim teorisinin gücünü bilimin öncelikli teorisi olarak görüyorlar ve vurguluyorlar.

Evrim Çalışkanları ile ortak çalışmalarınız var mı? 

Evrim Çalışkanları’na Evrim Ağacı’nın kurulduğu ilk birkaç ayda teklif götürmüştük beraber çalışmak için. Bu teklifimize müthiş sıcak yaklaşmışlardı ve çok memnun olmuşlardı; ancak o zamanlarda kendi gruplarını ne yöne götürecekleri konusunda soru işaretleri taşıyorlardı ve karar verdiklerinde irtibata geçeceklerini söylediler. Ancak sanıyorum karar veremediler veya artık popüler bilim konusundan ziyade akademik çalışmalara odaklandılar. Biz de sıkboğaz etmemek için tekrar bir görüşme yapmadık. Fakat her zaman olduğu gibi, Evrim Ağacı’nın kapıları en ufağından en büyüğüne kadar katkı sağlamak isteyen herkese sonuna kadar açık. Herhangi bir anda Evrim Çalışkanları ile veya bir başka grup ile orijinal ve yepyeni projeler geliştirebiliriz.

Son günlerde Evrim Ağacı’nın ismini önderliğini yürüttüğü ALS MNH Derneği Bağış Kampanyası ile sıkça duymaya başladık.

Nasıl gidiyor kampanya? 

Evet, daha çok yeni bir kampanya ve hedefimiz 100 bin dolar gibi ALS için küçücük; ancak bizler için devasa bir hedef. Henüz düzgün ve kapsamlı bir tanıtıma başlamamış olmamıza rağmen, Evrim Ağacı ekibinin kendi çapındaki çabaları ve okurların desteğiyle ilk 3 gün içerisinde yüzde 1’lik dilim olarak bin dolar sınırını geçtik. Kampanya sitesi bize 60 gün süre veriyor en fazla. Bu süre zarfında toplayabildiğimiz kadar bağış toplamayı hedefliyoruz. Ne kadar toplarsak toplayalım, kampanya sitesinin kesintilerinden sonra elde kalan bütün parayı ALS MNH Derneği’ne bağış olarak vereceğiz. Dolayısıyla tüm okurlarından da desteklerini bekliyoruz. 

 

‘Her türlü desteğe  ihtiyacımız var’

 

Hedefiniz ne? Sesinizi yeteri kadar duyurabildiğinizi düşünüyor musunuz? 

Ana hedefimiz ALS gibi nadir ama hiçbir sosyoekonomik ve hatta genetik bariyer tanımaksızın herhangi birini herhangi bir anda vurabilecek ve 2-5 yıl ömür biçilmesine sebep olabilecek bu sinsi ve öldürmeden önce epey bir süründüren hastalığa dikkat çekmek. Açıkçası Buz Kovası Mücadelesi’nin ve buna yönelik olarak çoğu zaman maalesef içi boş ve üzerinde düşünülmeden yapılan eleştirilere dayanılan muhalefetin de katkılarıyla sesimizi az çok duyurabiliyoruz. Şu anda biz konuşurken ABD’de Buz Kovası Mücadelesi sayesinde toplanan bağışlar 71 milyon doları geçti. Türkiye’de ise 207 bin TL civarında. Yani çok konuşuyor, az iş yapıyoruz. Biz de bu “az iş yapma” kısmını Evrim Ağacı ve birçok diğer bilim ekibi (Yalansavar, Bilim Bilmiyim, Açık Bilim, Bilim Kazanı, Meraklı Maymun, vb.) olarak kapatmaya çalışıyoruz. Her türlü desteğe de ihtiyacımız var. Hepsi bu.

İnsanlar, “Neden AIDS gibi daha riskli hastalıklara dikkat çekmiyorsunuz?” diyerek eleştirebiliyorlar bizi ara ara. Zaten sorun da bu, riskli hastalıklar biliniyor ve inanılmaz kapsamlı şekilde araştırılıyor. Ancak 3 gün sonra, korunmasız seks gibi herhangi bir riski almamış olmanıza rağmen durup dururken size de teşhisi konulabilecek bir hastalığın önüne bir an önce geçilmesini istemez misiniz? ALS’ye destek olmak, diğer hastalıkları umursamamak anlamına gelmiyor. Ancak tüm hastalıklara aynı anda farkındalık yaratılamaz, zaten o zaman adı “farkındalık” bile olmaz! Her hastalıklar teker teker mücadele edilecek ve şu anda sırada ALS var, hepsi bu.

Üstelik ALS’nin riski de küçümsenmemeli, çünkü bazı genetik bağlantılar olduğu biliniyor ve göz açıp kapayıncaya kadar popülasyona yayılmaması için hiçbir engel yok. Çünkü insanları üreme yaşından önce vurmuyor genellikle, dolayısıyla bu hastalık gelecek nesillere de farkında olmadan aktarılmış oluyor. Evrimsel süreçte bu nedenle popülasyondan elenememiş, son derece sinsi ve süründürücü bir hastalık. 

Bir diğer sık gelen eleştiri de “Su sarf ederek mi bir şeylere destek oluyorsunuz?” denmesi. Bu eleştiriyi nasıl yorumluyorsunuz?

Bu da çok komik bir eleştiri, çünkü çoğunun ardından “Afrika’da bir yudum suya muhtaç olduklarını bilmiyor musunuz?” gibi en kibar tabiriyle “çok bilmiş” olarak yorumlayabileceğim sorular geliyor. İnsanımızda duygu sömürüsü, televizyon kültüründen midir nedir, had safhada. Ne yazık ki şöyle bir gerçek var: tasarruf ettiğimiz sulardan bir damlası bile Afrika’ya gitmiyor. Dolayısıyla Afrika ile “batı dünyasının su sarfiyatını” ilişkilendirmek şu etapta gülünç. Yani ortada belli bir tonaj varmış da, batılıların o tonajdan arta kalan suyu Afrika’ya gönderiliyormuş, eğer ki o tonaj aşılırsa “Kusura bakmayın bu sene size su yok.” deniyormuş gibi bir algı yaratılıyor. Bu çok komik ve düşüncesizce savrulduğu belli olan bir eleştiri. Elbette tatlı su kaynakalarımızı korumak için sarfiyattan kaçınmalıyız, buna şüphe yok. Ancak işin içine Afrika’yı sokmak, açık bir “boş muhalefet” ürünü bana kalırsa ve anlamsız da… Kafadan aşağı su dökmenin ve bu “popüler ama anlamsız” davranışın tek hedefi ilgiyi sıcak tutmak ve bağış çağrılarını bir etkinliğe bağlamak. Zaten bu sular genelde çim alanlarda, havuzlarda, duş kabinleri içerisinde, vs. dökülüyor; yani zaten günlük olarak suyun döküldüğü yerlerde… 

Bu eleştirileri durmaksızın yapanların hayatlarında kaç defa Afrika’daki su sorunu gerçekten çözebilmek için uğraşan kurumlara bağışta bulunduklarını merak ediyorum(!).

Söz konusu Afrika’yı bahane ederek sözde muhalefet yapmaksa, bu kişileri www.water.org sitesi üzerinden gerçek ve yüklü bir bağış yapmaya davet ediyorum. Yeri geldiğinde buna da elbette dikkat çekilecek, tıpkı diğer tehlikeli hastalıklara olduğu gibi. 90’ların sonunda, 2000’lerin başında kanser için sarı bileklikler moda olmuştu. Herkes onu da eleştirmişti sırf “moda aracı” haline gelmesinden ötürü; ancak o kampanya kanser için 500 milyon dolardan fazla bağış topladı. 

Bu işler böyle, halkın ilgisinin sıcak tutulabilmesi, bu tür etkinliklerle mümkün olabiliyor. “Bağışta bulunun.” diye bugüne kadar ALS hastaları bağırıyorlardı, hiç seslerini duydunuz mu? Hiç bağışta bulundunuz mu? Bu insanların seslerini duyurmaya ihtiyacı var ve bunu yıllardan sonra ilk defa başardılar. Açıkçası, bir ALS hastasının bir Buz Kovası Mücadelesi videosuna baktığında ve onlara destek olunduğunda gözlerinde gördüğüm ışıltıyı, bir dolu “sözde muhalifin” su sarfiyatı üzerine demeçler verirken içi boş bakan gözlerine yeğlerim. Kaldı ki, kafamıza dökmek için kullandığımız su, bir duş sırasında 15-20 saniyede harcadığımız suya, bir bulaşık makinasının birkaç saniyede harcadığı suya eşit. Eğer bu kadar duyarlıysak (ki dediğim gibi, tatlı sularımızı korumak için sadece bu süreç sırasında değil, istisnasız her zaman olmalıyız!), herkes bir kereye mahsus duştan erken çıkar, herkes bir kere bulaşığını az suyla yıkar, sorun çözülür. Sırf muhalif gözükmek için uyduruk eleştiriler geliştirmenin, kampanyanın yayılmasına katkısı haricinde hiçbir işlevi olmadığı kanaatindeyim. Ancak yine de, her zaman olduğu gibi, bu eleştirileri en azndan Evrim Ağacı olarak dikkate alacağız. Bu kampanyamız başarıya ulaştıktan sonra su tüketimi bilincine yönelik bir kampanya başlatmayı düşünüyorum. O zaman daha net belli olacak bu sözde muhaliflerin suya bu kadar kıymet verip vermedikleri.

 

‘Bilim sizin inanç ve şahsi düşüncelerinizi umursamaz’

 

Uluslararası bilimsel camiada evrim tartışmalı bir konu değilken Türkiye’deki durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Türkiye’deki bilim camiasından söz edecek olursak, Dünyadakinden çok fazla farklı olduğu kanaatinde değilim doğrusu. Tabii Türkiye’de durum birazcık farklı, çünkü üniversitelerin “akademi” ve “bilim” anlayışı uluslararası platformun çok gerisinde. Hala birçok akademisyen, kendi inançları ile bilimsel gerçekleri birbirinden ayırmaktan aciz olmasına rağmen profesörlük unvanlarını koruyabiliyor. Yurtdışında, bilimsel araştırmalarınıza şahsi inançlarınızı veya önyargılı düşünceleri keyfi olarak yansıtacak olursanız, ciddi yaptırımlarla karşılaşırsınız, çünkü yaptığınız şey bilim etiğine ve iş ahlakına aykırıdır. Örneğin en meşhur evrim karşıtlarından Prof. Dr. Michael Behe’nin şahsi ve temelsiz fikirlerinden ötürü Lehigh Üniversitesi Biyoloji Bölümü kendi sitesine uyarı ve açıklama koymak zorunda kaldı, “Bu akademisyenimizin görüşleri bizlerin görüşlerini hiçbir şekilde yansıtmamaktadır.” şeklinde. Tabii inanç temelli ayrımcılık yapamadıkları için işten atamıyorlar Amerika’da… Yine de, hem şahsın kendi sitesine, hem de bölümün sitesine uyarı konuldu, çünkü bilim, insanların ispatsız inançlarıyla uğraşmaz, bunlarla yola çıkarak bilim yapamazsınız. Bilim sizin inanç ve şahsi düşüncelerinizi umursamaz. Türkiye, bunun farkında değil. Ancak yine de akademisyenlerin büyük bir kısmının, özellikle de biyoloji ve ilgili alanlarda çalışanlarının, yüksek bir evrim farkındalığına ve bilincine sahip olduğu ve kabul ettikleri kanaatindeyim. En azından “fark yaratabilecek” hocalarımız bu algı düzeyindeler. Çünkü bu kıymetli hocalarımız, bir zamanlar Türkiye Bilimler Akademisi isimli özgür bir bilim akademimiz varken, bu akademiye üyeydiler ve evrimi kabul ettiklerini Uluslararası Akademik Panel’in Evrim Eğitimi Bildirgesi’ne imza atarak net bir şekilde dünyaya ilan etmiş oldular. Tabii son 10-15 yıl içerisindeki bilim algısındaki körelmeyi ve bilimin her geçen gün ikinci plana itildiği gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu sebeple son birkaç yılda evrimin kabulü akademide de azalmış olabilir; ancak ben bu azalmanın anlamlı ve sürekli bir azalma olduğu kanaatinde değilim. Sanırım nihai sonucu zaman gösterecek. 

2006 yılında Science dergisi, Avrupa ülkeleri, Japonya ve ABD arasında evrimin kabulünün en az olduğu ülke olarak Türkiye’yi ileri sürmüştü. Şimdi durum nedir? 

Büyük anket firmalarının ve araştırma ekiplerinin genelde “kontrol grubu” olarak kullandığı bir ülkeyiz. Çünkü teknik olarak bir Orta Doğu ülkesiyiz; ancak onların içerisinde en modern ve batılı olan biziz. Dolayısıyla Türkiye güzel bir “dış grup” özelliği taşıyor. 2006’dan bu yana Türkiye halkında herhangi bir değişim yaşandığını düşünmüyorum. Bizim çabalarımız halen kitlesel bir değişim yaratarak istatistiklere etki edecek olmaktan şimdilik uzak; ancak yavaş yavaş o yöne doğru ilerliyoruz. Türkiye halkı, sanılanın aksine evrime “içsel olarak karşı” değil. Ben bizzat içlerinde bulunan, sürekli okurlarla muhattap olan, konuyla ilgili birçok analizi takip eden biri olarak, evrimi savunanlar arasındaki algının hatalı olduğu kanısındayım. İnsanlar evrime karşılar, çünkü ne olduğunu bilmiyorlar. Sadece “insanların maymundan geldiğini ileri süren iddia”ya indirgiyorlar ve bunun ne olduğu onlara anlatılmadığı için otomatik olarak itiraz ediyorlar. Bu insanlara evrimin kalbindeki konular olan “adaptasyon” ya da “genetik sürüklenme” gibi kavramları soracak olsanız asla tarif edemezler. Bunları bilmeyen bir toplumun, en azından ne olduklarına dair fikri olmayan bir toplumun, evrimi kabul etmesi beklenemez. Yani az önce de sözünü ettiğim olasılıklar üzerinden düşünecek olursak, Türkiye’deki evrim karşıtlığı birinci olasılıktan, yani evrimi bilmemekten kaynaklanıyor. İkinci olasılıktan, yani dini inançlardan değil. Eğer insanlarla yapılan röportajlar ya da daha önceden merhum Prof. Dr. Aykut Kence ve öğrencilerinin yaptıkları anket çalışmaları düşünülecek olursa, bariz bir şekilde evrim bilgisinin temellerinde eksik olduğu görülüyor. Sanılandan çok daha az insan Tanrı ve din kartını ileri sürerek modern bilimin en güçlü çalışma sahalarından biri olan evrimsel biyolojiyi reddediyor. Tabii ki reddedenlere canlıların var oluşunu sorduğunuzda dini cevaplar veriyorlar ve bu da insanların inançları nedeniyle evrimi reddettiği algısını yaratıyor; ancak tıpkı batı dünyasında olduğu gibi, Türkiye’de de inançlar kolaylıkla modern bilimle uyumlu hale getirilebilir. Sorun, insanların bunu bilmiyor oluşu… Basitçe, insanlar bunun üzerinde hiç düşünmemişler ve araştırma yapmamışlar bile. Halk arasına yalan pazarlayan kişi ve kurumların kulaktan dolma bilgilerinden yola çıkarak, “fosiller yok” ya da “neden bugünkü maymunlar insan olmuyor” temelinde evrime karşı çıkıyorlar. Bu da, çok kolay bir şekilde, el ele vererek düzeltebileceğimiz bir sorun aslında. Evrim Ağacı olarak hedeflediğimiz konulardan en temellerinden biri de bu. 

Evrimci kuramları yeterince matematiksel buluyor musunuz? Neden?

Evet, ben oldukça matematiksel oldukları kanaatindeyim. Biyolojinin temel sıkıntısı budur, matematiğe dökmesi çok zordur. Örneğin özellikleri bilinen bir metal çubuğun ne kadar kuvvet altında kırılacağını yüzde 100’e yakın bir başarı oranıyla hesaplayabiliriz. Ancak parmağınızla elinize “tık, tık, tık” diye vurduğunuzda ve bunu sürdürdüğünüze, vurduğunuz bölgenin ne kadar süre sonra ve ne miktarda kızaracağının matematiksel bir formülü yok. Fakat bu tür konular genelde biyolojinin bireyselden ziyade toplumsal analizde anlam vermesinden kaynaklanıyor bana kalırsa. Çünkü evrimsel biyolojinin en sıkı dostu ve yol arkadaşı olan popülasyon genetiğine baktığımızda, son derece matematiksel bir arka plan görüyoruz ve çok da iyi bir şekilde çalışıyor. Elbette kusursuz değil, ancak çalışıyor. Örneğin evrimsel biyolojinin kalbinde yatan ve “boş hipotezi” olarak andığımız Hardy-Weinberg Dengesi bize çok önemli bilgiler sunuyor. Bir popülasyonun evrim geçirip geçirmediğini matematiksel olarak anlamamızı sağlıyor. İlginç bir bilgi olarak şunu söyleyebilirim: doktora yaptığım üniversitede çalışan evrimsel biyolog Prof. Dr. Sean H. Rice, evrimsel süreç içerisindeki deterministik ve stokastik (kendiliğinden ve rastgele) olan süreçleri matematiksel olarak analiz edebileceğimiz bir matematik formülü geliştirdi. Daha doğrusu var olan Price Formülü denen bir matematiksel ifadeyi genelleştirmeyi başardı. Bunlar, evrimin giderek matematiksel bir altyapı kazanmasını da sağlıyor. Ancak şu anda bile çok güçlü bir altyapısı olduğunu şuradan anlayabiliriz: matematikten asla ayrıştıramayacağımız mühendislik sahasında, benim çalıştığım evrimsel robotik alanında bu matematiksel ifadelerin analizi yapılmaya başlandı bile. Eğer ki evrimin matematiksel bir altyapısı olmasaydı, esinlenme haricinde ondan mühendislik dahilinde yararlanmamız mümkün olmazdı. Ancak eğer ki matematiksel ve teorik analizler yapabilmeye başladıysak, evrimin matematiksel arka planı mühendislerin onu manipüle edebileceği kadar güçlüdür diyebiliriz.

Aktif olarak araştırılan yeni hipotezler hakkında bilgi verebilir misiniz? 

Söz konusu evrim araştırmaları olduğunda, iki seviyeden bahsedebiliyoruz: türler bazında evrim ve genel olarak Evrim Teorisi. Türler bazında evrim konusunda yeni hipotezleri şu anda saymam imkansız, çünkü her bir türün, her bir özelliği ile ilgili birçok farklı araştırma konusu ve dolayısıyla hipotez bulunuyor. Örneğin yakın zamanlarda yılanların zehirlerinin nasıl evrimleştiğine yönelik araştırmalardan ilginç bir sonuç geldi: eskiden yılan zehrinin sadece tükürüğün yapısındaki proteinlerden evrimleştiği düşünülürdü; yeni araştırma ise zehrin evriminde yer alan proteinlerin canlıların vücudundaki diğer dokularda yaygın olarak bulunduğunu gösteriyor. Bu da, sürüngenler içerisinde yılanların ayrılarak nasıl evrimleştiğine yönelik soru işaretlerine önemli bir ışık tutuyor ve aynı zamanda yılanların kendi zehirlerine bağışıklığı ile ilgili de birçok soru işaretine yanıt vermiş oluyor. Görebileceğiniz gibi akademik düzeyde evrimsel biyoloji, türlerin "ıncığı cıncığı" diyebileceğimiz kadar spesifik özellikleri üzerinde çalışıyor. Tabii bir de kuramsal evrimsel biyoloji var. Örneğin cinsel seçilimin neden bir seçilim baskısı olduğuna ve bunun nasıl başladığına yönelik çok ilginç teoriler bulunuyor. Şu anda bu teorilerin  temel aldıkları hipotezler sınanarak, olasılıklar elenmeye çalışılıyor. Benim sahamda ise, evrimsel biyolojinin temellerinin robotlara uygulanarak onların da evrimleşebileceği hipotezi bulunuyor. 1990’lardan beri yapılan denemeler çok başarılı sonuçlar verdi; ancak halen kuramsal bir boşluk bulunuyor. Ben, bu boşluğu doldurmaya çalışıyorum tez araştırmamda. 

 

‘Çiftleşme sonucu oluşan yeni robot nesilleri yaratıyoruz’

 

Şu anda üzerinde çalıştığınız tez konusu ve proje nedir?

Henüz makalesi basılmadığı için projem ve tezim hakkında çok fazla detay veremiyorum maalesef. Ancak temel olarak üzerinde çalıştığımız konu, evrimsel robotik denen çığır açması beklenen bir saha. Bu sahada, evrimsel biyolojinin temellerini ve matematiksel alt yapısını robotik bilimiyle birleştiriyoruz. Rastgele özelliklere sahip robot popülasyonları oluşturup, belli bir görevi en iyi şekilde başarabilenleri seçiyoruz. Tıpkı evrimde olduğu gibi, seçilim baskısı, mutasyon, vb. evrim mekanizmalarını robotlara uyguluyoruz. Böylece robotlar, onlara doğrudan tasarımsal bir yazılım yüklenmeksizin, belli bir işi başarıyla gerçekleşebilecek şekilde evrimleşiyorlar! Her nesilde, bir önceki neslin en iyi genetik kombinasyonlarını (yani yazılım parametrelerini) birbiriyle çaprazlayarak, adeta “çiftleşme sonucu oluşan yeni robot nesilleri” yaratıyoruz. Bu sırada mutasyonlar, crossing-over gibi çeşitlilik mekanizmalarını yazılımlara etki etmesini sağlamayı da ihmal etmiyoruz. Sonundaysa, tıpkı bir canlı popülasyonunu biyoloji dahilinde analiz ederken yaptığımız gibi, robot popülasyonumuzu aynı evrimsel analiz yöntemleriyle analiz ediyoruz ve nasıl evrimleştiklerini anlıyoruz.

Yapacağım iş başarıya ulaşırsa, evrimsel biyoloji ve robotik gerçek ve somut bir temelde bütünleşmiş olacak. Hatta “Evrim Kuramı ve Mekanizmaları” isimli kitabımın ikinci baskısında da kısaca değindiğim gibi, ben buna “4. Modern Sentez” adını veriyorum. Bunun başlangıcı için çalıştığım söylenebilir. Bunun haricinde robotik alanı uçsuz bucaksız bir okyanus. Tıpkı evrimsel biyolojide olduğu gibi, spesifik yeniliklerden bahsetmem çok zor. Çünkü bu hem çok teknik olur, hem de ben hepsine hakim değilim. Ancak en önemli gelişmelerin yapay sinir ağları, veri tarama sistemleri, veri kategorizasyonu, robot algısı, robot duyguları ve evrimsel robotik alanlarında yaşandığını söyleyebilirim. Tüm bunlar, yapay zekanın alt başlıkları ve bir araya geldiğinde, nihai hedef olan tekillik yolunda çok büyük adımlar atmamızı sağlayacaklar. Hatta ek bir alan olarak, bu saydıklarımın artık yeterince ileri düzeye ulaşmış olmasından (ve belki de “ürkütücü” boyuta erişmeye başlamasından) ötürü “robot etiği”, ya da roboetik konusunun da oldukça popüler hale gelmeye başladığını söyleyebilirim. 

Robotları nasıl evrimleştiriyorsunuz? 

Sürece genel bir çerçevede bakacak olursak, her yeni nesilde ebeveyn robotlardan biraz daha farklı olan bireyler elde ediyoruz ve bunlardan belli bir görevi (örneğin yerdeki siyah bir çizgiyi takip etmek ya da duvara tırmanabilmek gibi) en başarıyla gerçekleştirenlerini seçip, diğerlerini eliyoruz. Seçilenlerin genetik yapısı (yazılımları), bir sonraki nesil robotları üretiyor. Böylece, birkaç on nesilde, o robotu hiçbir şekilde o görev için programlamamış olmamıza rağmen, sadece evrim yasasını kullanarak o işi harika bir şekilde başarabilen robotlar evrimleştirmiş oluyoruz. Bu, müthiş bir adım. Çünkü şu anda adeta düşünebilen, öğrenebilen, yorum katarak kendi çözümlerini geliştirebilen ve hatta kendi kendinin parçalarını üretip birleştirebilen makinalar ve robotlar var. Ancak hepsinin ortak eksiği, evrimleşemiyor olmaları. Biz, bu eksiği de kapatarak, belli problemleri çözebileceğimizi umuyoruz. Böylece çok da uzak olmayan bir gelecekte, Stephen Hawking’'in de insanlığı uyardığı gibi bir robot mahşerini başlatabiliriz! Şaka bir yana, şu anda var olan ve insanların tasarım becerilerine muhtaç olan robotları, evrimsel robotik sayesinde daha özgür, daha esnek, daha adaptif kılmayı umuyoruz. Bunu başarabilirsek, birçok robot şu anda olduğundan çok daha işlevsel hale gelebilir. 

 

‘Robotlar bazı işler için bizi köle yapabilen bir konuma erişecekler’

 

Mevzu robotlarsa şu anki kuşağın tanıklık ettiği yenilikler nelerdir?

Şu andaki neslin robotlara teması hemen hemen bir önceki nesil ile aynı. Ancak bunun sebebi, bir kuşak boyunca robotların hiç gelişmemesi değil. Aslında robotiğin yükselişine ceplerimize giren telefonlardan tutun da profesyonel kameralara kadar birçok teknoloji ürününde rastlıyoruz. Bu ürünlerde kullanılan birçok parça, robotiğe de can veren parçalardır diyebiliriz. Dolayısıyla bir teknoloji sahasındaki atılım, robotları da kat kat ileri götürüyor. Henüz robotlar evlerimize girmedi; ancak evlerimize giren neredeyse her ürünün üretiminde vazgeçilmez bir role sahipler. Hatta bunun üzerine ekonomi-politik tezleri yazılması gerektiği ve yeni teoriler geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü robotların birçok iş sahasını işgal etmesi, bizler yerine düşünerek kararlar alması, hatta bazı işlerde bizlerden daha ileri giderek zekamızın eksik kalmasından dolayı onların “asları” konumuna düşmemize neden olmaları (emir alan değil de emir veren role geçmeleri) gibi “korkutucu” işleri yapmaya başlamaları çok yakındır. Şu anda kullandığımız beyaz eşyaların neredeyse tamamını onlar üretiyorlar, onlar hatalarını ayıklıyorlar. Bindiğimiz uçakları onlar kontrol ediyorlar ve uçuruyorlar. Sürdüğümüz gelişmiş teknolojiye sahip araçlarda bizi kazalardan koruyanlar onlar. Google Maps gibi muazzam teknolojileri mümkün kılanlar yine onlar. Robot denince insanlar hep “insansı makinaları” düşünüyorlar; ancak böyle olmak zorunda değil. Robotların yükselişi insansı modellerle değil, ceplerimizdeki, evlerimizdeki, araçlarımızdaki cihazlardan başladı diyebilirim. Şu anda sadece düşünme ve adapte olma yetilerini onlara ihtiyaçlarından fazla vermiyoruz. Ancak bu yapılacak, bilim-kurgu değil, burnumuzun dibindeki bir gerçek. Bunu yaptığımız zaman, sandığımızdan çok daha kısa bir sürede robotlar evlerimizde çalışmaya, iş yerlerimizi yönetmeye, bazı işlerimiz için köle olurken, bazı işler için bizi köle yapabilen bir konuma erişecekler. Kendinizi hazırlayın. Bir de tabii doğrudan robotikte yaşanan muazzam gelişmeler var. Bundan on sene önce “ailemizin robotu” olan Honda’nın Asimo’su doğru düzgün yürüyemezken, şu anda etrafınızda daireler çizerek koşabiliyor, robotlar için çok çok zor bir görev olan merdiven tırmanmayı harika bir şekilde başarabiliyor. Robotlar günümüzde müzik enstrümanlarını kullanabiliyorlar, kendilerine öğretilmeyen şeyleri daha önceki gördüklerini referans alarak öğrenebiliyorlar. Bunlar baş döndürücü gelişmeler. Nedense halk arasında pek fazla ilgi görmüyor, belki de Hollywood’un bunları sürekli uzak geleceğin bilim-kurgusu olarak yansıtmasındandır. Ancak bu doğru değil. Çok yakınımızdalar. 

Yapay zeka ve kendi kendini kopyalayan makinalara geçiş için daha ne kadar beklenecek? 

Robotlarda popüler kültürün “tekillik” dediği noktaya ulaşmak tabii ki her robot bilimcinin gönlünden geçen hedeftir. Yani düşünebilen, algılayabilen, çoğalabilen, duygulara sahip olan ve evrimleşebilen robotlar. Bu hedefi aslında parça parça yerine getirdik diyebiliriz. Sadece parçaları birleştirmek, bazı sorunları çözmek ve parçaların birleştirilmesi sırasında doğacak olan sorunları aşmak kaldı. Tabii bir de temel bilimlerdeki eksikliklerimizi, özellikle sinirbilimdeki soru işaretlerinin çözülmesi gerekiyor. Sinirbilimin de şu anda müthiş bir paradigma değişiminin eşiğinde olduğu düşünülecek olursa, birçok müthiş gelişmeyi önümüzdeki birkaç on yılda görmemiz işten bile değil. Beyni daha iyi anladıkça, robotları da daha güçlü kılabiliyoruz. Önümüzdeki asrın ise biyoteknoloji ve robotiğin asrı olacağını neredeyse kesinlikle söyleyebilirim sanırım. En azından benim tahminim ve bahsim bu yönde.

Son soru, şu anki bilgilerimiz ışığında, gelecekte en çok ne olursa şaşırırız dersiniz?

Ben açıkçası robotların bugünkü cep telefonları ya da bilgisayarlar gibi asla vazgeçemeyeceğimiz parçalarımız haline gelmezse çok şaşırırım. Hatta bunu ömrüm dahilinde görebilmeyi de umuyorum. Benzer şekilde biyonik ve biyorobotik alanlarında da çok önemli gelişmeler var ve bunların gelecekte sıradan konular haline gelmemesi şaşırtıcı olurdu. Örneğin kas erimesi gibi hastalıkları ilaçla tedavi etmek yerine insanların kendi rızalarıyla, kollarının yerine sağlıklı hallerinden bile daha başarılı olan robotik kollar taktıracakları kanaatindeyim. Kısaca, “her şeyin orijinali daha iyidir” mentalitesinin bu açıdan yitirileceğini düşünüyorum. Şu andaki robotlar bizlerin hassaslığına ve isabetliliğine pek yakın değil. Ancak tüm bilimler gibi robotik de eksponansiyel (giderek hızlanan) bir şekilde büyüyor ve bu engellerin kısa sürede aşılacağı kanaatindeyim. Bu tahminlerimin tutmaması benim için en büyük şaşkınlık olurdu.