Kirliliğin Marmara, Ege ve Karadeniz'e etkilerini izleyen MAREM'in (Marmara İzleme Projesi) proje yürütücüsü hidrobiyolog Levent Artüz, müsilajın dibe çöktüğünü dile getirdi. Artüz, müsilajın biyolojik etkilerini görmek için 200 istavrit üstünde yaptıkları incelemede, balıkların sindirim sistemlerinde vibrio bakterisi gördüklerini belirterek, numune olarak alınan istavritlerin tamamının hasta olduğunu söyledi.
Levent Artüz'ün birartibir.org'dan Anıl Olcan ve Siren İdemen'le yaptığı söyleşiden öne çıkanlar şu şekilde:
Documentarist film festivali kapsamında düzenlenen bir panelde (7 Temmuz 2021) “Müsilaj çökmeye başladığında Marmara Denizi pırıl pırıl görünecek” demiştiniz. Gerçekten de bir süre sonra denizin yüzeyi “pırıl pırıl”dı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Marmara’da yaptığı yüzey temizliğinden sonra deniz temiz görünüyordu ve pek çok kişi denizin sağlığına kavuştuğunu düşünüp seviniyordu. Marmara’nın “pırıl pırıl” görünme nedeni neydi?
Levent Artüz: Filtre kahve yapanlar bilir, french press diye bir alet vardır. French press’e yukardan bastırdığınızda kahve partikülleri aşağıda birikir, kahve yukarıda kalır. Müsilaj Marmara Denizi’nde tıpkı french press gibi çalışıyor, deniz dibine çökerken ortamdaki irili ufaklı partikülleri içine hapsediyor. Denizde bulanıklığa sebep olan askıdaki katı madde ve planktonlar gibi unsurları ortadan kaldırarak dibe çöküyor. Marmara’da yaşanan tamamen buydu, yani bu geçici bir pırıl pırıllık.
"Müsilaj, french press örneğindeki gibi dibe çöktü"
Öyleyse müsilajın büyük bir bölümü deniz tabanına mı çöktü?
Levent Artüz: Evet. Müsilaj, ağustosta tıpkı french press örneğindeki gibi dibe çöktü. Müsilaj çöktükten sonra dalga hareketleriyle ve bakteriyolojik faaliyetten dolayı oluşan mikroskobik hava kabarcıkları yüzünden hareket ederek dağılmaya başladı. Kopan parçalara “bulut” deriz. Marmara’nın bazı yerlerindeki su katmanlarında 25 metre ile 100 metre arasındaki derinliklerde müsilaj “bulut” olarak gözüktü.
Bazı bölümlerde müsilajın içine hapsettiği ağırlık daha fazla olduğu için erken çöken bölgeler oldu. Bu da müsilajın parçalanmasına sebebiyet verdi. Parçalanan kısımlar ayrıştı, “kar tanesi” veya “tül perde” dediğimiz yapılar oluştu. Yani müsilaj Marmara Denizi’nin her noktasında, kimi bölgede “tül perde”, kimi bölgede “kuşak”, kimi bölgede “yalancı taban” dediğimiz bir yapıya kavuştu. Denizin yüzeyinden toplananı kaale almıyorum. Çünkü o çok küçük bir parça…
Müsilaj kitlesi deniz tabanına çöktüğünde ne oluyor? MAREM olarak yaptığınız araştırmalarda bununla ilgili nasıl verilere ulaştınız?
Levent Artüz: Müsilaj dibe çöktüğünde deniz tabanını örtüyor. Balıkların ve diğer canlıların solunumunu engelliyor. Yaptığımız çalışmalarda ciddi miktarda yengeç ölümüne rastladık. Müsilaj yengeçlerin hareketini, solunumunu ve beslenmesini etkileyerek onları öldürdü. Müsilaj sedimana karıştığında çeşitli bakteriler müsilajı parçalamaya başlıyor.
Bunun sonucunda hidrojen sülfür ve metan oluşuyor. Yani müsilaj deniz tabanını oksijensiz bir alana çevirmeye başlıyor. Deniz tabanındaki müsilajın parçalanması oksijenin fazla olduğu üst katmanlardaki gibi hızlı olmadığı için sedimanın içinde tabakalaşmaya neden olup, sedimanın içinde yaşayan canlılara da zarar vermeye başlıyor. Mesela yediğimiz derinsu pembe karidesi sedimanın hemen üzerinde, çamurun lapa gibi olduğu bölgelerde yaşar.
Müsilajın etkileri çok yönlü. Çok uzun bir inci kolyenin ipinin kesildiğini düşünün. İp kesilince kolye dağılır, incilerin her biri başka bir tarafa gider. Marmara Denizi’ndeki oksijensizlik, renk değişimleri, kirlilik kopmuş bir kolyenin incileri gibi etrafa dağıldı. Marmara’daki durum böyle…
"200 istavriti inceledik, deforme olmuş üreme organlarını ve karaciğer dokusu gördük"
Müsilajın Marmara Denizi’nde yoğun olarak görünür olduğu mart ayından itibaren altı ay geçti. Bu süre içinde müsilaj suda varlığını sürdürdü. Müsilajın deniz ekosistemine etkilerini gözlemleyebildiniz mi?
Levent Artüz: Müsilajın etkilerini araştırırken basını da takip ediyorduk. Müsilajın insan sağlığına zararlı olabileceğine dair yazılar çıkıyordu. Bu yüzden Trakya Tabipler Birliği başkanı Gamze Vural’a “grubumuza doktorları da katalım, sağlıkla ilgili sorulara da cevap verelim” dedim. Bunun üzerine gemimizde bakteriyoloji çalışmaları için bir laboratuvar kurduk. Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi’nden Prof. Dr. Dumrul Gülen ve Dr. Mine Aydın Kurç mikrobiyolojik analizleri yönettiler. Buna paralel olarak müsilajın biyolojik etkisini görmek için balıkları inceledik.
Bu incelemelerde balığın yaşı, boyu ve cinsiyetine de bakıyoruz. Araştırmacı arkadaşlarımız “hocam balıkların cinsiyetini tayin edemiyoruz” dedi. Durumu anlayamadım, yanlarına gittim. İstavriti açtık ve deforme olmuş üreme organlarını ve karaciğer dokusunu gördük.
Sahiden de balığın cinsiyeti tayin edilemiyordu. Balıkların karaciğerleri de çok kötüydü. 200 istavriti inceledik, hepsi bu durumdaydı. Anlam veremedik. Mikrobiyoloji grubumuz farklı derinliklerden alınan numunelerle çalışmalar yapıyordu. Vibrio grubu bakterilerin –ki epey patojen bir gruptur– özellikle yüzeye yakın kesimlerde, yani 0,5 ile 50 m. derinlik aralığında bütün besi yerlerinde ürediğini gördük. Panik halinde, yeni istavrit numunelerinin sindirim sistemini ayırıp testler yaptık.
Gördük ki, numune aldığımız istavritlerin hepsi hasta! İstavritlerin sindirim sisteminde vibrio bakterisi vardı. Farklı balıklarda da aynı hastalık söz konusuydu. Balıkların karaciğerlerinde ve üreme organlarında ciddi anomaliler vardı. Bu yüzden istavrit ve berlam balıkları yaşlarına göre olması gereken boy ve kilonun çok altında. Çalışmalarımızın sonucunda Tekirdağ’da bir izleme laboratuarı kurma kararı aldık. Bir sene boyunca düzenli incelemeler yapacağız. Bu durum çok tehlikeli. Çünkü vibrio insanlarda ve hayvanlarda sindirim sistemini etkileyen ve ishal gibi hastalıklara neden olan bir bakteri türü.
Hidrobiyolog Levent Artüz
Nasıl bir tehlikeden bahsediyorsunuz? Diğer balık türlerini ve insanları da etkileyecek bir salgın söz konusu olabilir mi?
Levent Artüz: Çalışmalarımızda Vibrio alginolyticus isimli vibrio ailesinden bakteriye baskın bir şekilde rastladık. Bu bakteri balıklara beslenme yoluyla bulaşıyor. Şu sıralar lüfer ve palamut göçü var. Bunlar hasta istavritleri yediklerinde hastalığı göç ettikleri bölgelere taşıyacaklar. Palamut ve lüfer Karadeniz’den gelip Akdeniz’e göç ediyor. Göç zamanında istavrit yiyerek besleniyorlar. Orkinos veya kılıç balığı gibi daha büyük balıklar da palamutu veya lüferi yiyor.
Enfekte olmuş istavriti yiyen palamut onu yiyen orkinosu da hastalandırma riskini taşıyor. Dolayısıyla hastalığın Ege ve Akdeniz’e yayılma riski var. Hatta hastalık lüfer sayesinde Cebelitarık’a kadar yayılabilir, Marmara’dan diğer denizlere de sıçrayabilir. İlkbaharda Karadeniz yönünde gerçekleşmesi beklenen göç sırasında da hastalığın Karadeniz’deki balık popülasyonlarına bulaşma ihtimali var.
"Farklı tür göremedik"
Farklı canlı türleri açısından durum nasıl?
Levent Artüz: Tür göremedik ki! Çanakkale Boğazı’nın Marmara’yla kavuştuğu noktada bir istasyonumuz var. 15-20 senedir bu alanda denizin biyoçeşitliliğini çalışıyoruz. Çanakkle Boğazı-Marmara girişindeki istasyonumuz biyoçeşitlilik bakımından en zengin istasyon diyebilirim. Daha doğrusu geçen seneye kadar öyleydi.
Bu istasyonda önceki senelerde 250 civarı farklı cins ve türe rastlarken bu sene yaptığımız çalışmada 15-20 türe rastladık. Mevcut türleri de kaybetmişiz. Marmara Denizi’ni kaybetme sürecindeyiz. Ergene deşarjıyla da bunu ısrarla teşvik ediyoruz.
"Bu sorun büyüyecek"
Ergene’nin Ege’ye deşarj edilmesine Yunanistan’ın tepki göstermesi üzerine Ergene Marmara’ya deşarj edilmeye başlandı. Benzer bir kirlenme Karadeniz için de söz konusuysa Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerle sorun yaşamamız muhtemel değil mi? Ufukta uluslararası bir sorun görünüyor mu sizce?
Levent Artüz: Evet, görünüyor. Bu sorun büyüyecek. Marmara göl değil, diğer denizlerle bağlantısı olan bir su kütlesi. Kirletici unsurları toplayıp, 50 kilometre yol kat ettirip denizin içinde 4,5 kilometre ileriye, 47 metre derine basacak tesisi kuracağınıza fabrikalar kendi içlerinde bu atıkları arıtsa, ne uluslararası ne de yerel bir problem kalacak.
Denizler sistemi birbiriyle bağlantılıdır. Bu sistemi insan vücudu gibi düşünürsek Marmara da vücudun bir koludur. Kol kangren olduğunda bütün vücut etkilenir. Politikacılardan bilim insanlarına kadar geniş bir kesim Marmara’ya yapılan deşarjların bu duruma yol açtığını sonunda kabul etti. Yapılması gereken Marmara Denizi’ni alıcı bir ortam olarak görmekten vazgeçmek.
Bunu yapmadığımız gibi, Ergene’yi de Marmara’ya deşarj ediyoruz. İnsan sağlığı, ekonomik ve turistik açıdan kayıplarımız var. Bu durumda nasıl bu kadar vurdumduymaz olunabiliyor?