10 Nisan 2014 21:00
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan*
Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh’in Suriye’deki kimyasal saldırı konusunda Türkiye’yi suçlaması epeyce tartışıldı. Ülkemiz diğer her konuda olduğu gibi bu konuda da 2’ye bölündü ve bir kısmımız “Türkiye asla yapmaz, Hersh yalancının biri” çizgisini tuttururken, diğer kısmımız da “Türkiye kesin yapmıştır, Hersh zaten dünyanın en önemli gazetecisi” kıvamında yorumlar yaptılar.
Gelin, neyin eğri neyin doğru olduğunu tam idrak edemediğimiz bir zeminde bazı denklemler kurarak bunun sonu nereye varabilir üzerinden tartışalım. Karşılıklı argümanları dizelim.
Örneğin “bu saldırıda Türkiye’nin parmağı yoktur ve her şey bir iftiradır” iddiası önümüze şöyle yeni sorular çıkaracaktır
“Öyleyse Hersh bu makaleyi niye yazdı? Amaç neydi? Yapılan sadece gazetecilik mi yoksa bir dış politika operasyonunun parçası mıydı?
Her ne kadar Sarin gazlı saldırının rejim güçleri tarafından yapıldığı konusundaki şüphelerini daha ilk günden dile getirmiş olsa da Hersh, Aralık ayında yazdığı “Bu kimin Sarin’i?” başlıklı yazısında henüz Türkiye’yi suçlamaya başlamamıştı. Daha çok Obama yönetiminin Suriye’deki atılgan tavrını frenlemeye yönelik gibi görünen ilk makalede o dönemde Rus hükümetinin de desteklediği Esad rejimini saldırıdan aklayan bazı iddialar dile getiriliyordu. ABD yönetimi de tereddüt içerisindeydi ki, kırmızı çizgisi olarak tanımladığı kimyasal silah kullanımı konusuna rağmen bu saldırıya tepkisiz kalmış, Suriye yönetiminin kimyasal silahlarını uluslararası otoriteye devretmeyi kabul etmesiyle, durgun politikasını meşrulaştırmıştı. Nitekim kimyasal saldırı hem rejim hem da muhalif güçler tarafından reddedilince ölenler öldüğü ile kalmış, taraflar birbirlerini suçlamanın dışına çıkamamıştı.
Derken Hersh “the Red line and the Rat line” başlıklı makalesini yayınlayıverdi. ABD’li bir takım yetkililerden bilgi aldığını söylüyor, ABD yönetiminin de durumdan haberdar olduğunu iddia ediyordu. Makaledeki iddiaların arkasını doldurmanın güçlüğü ortadaydı. Delillerle desteklenemeyen bir takım şeyler söyleniyordu. ABD yönetimi makaledeki iddiaları reddediyordu. “Gazeteci Hersh saygın bir kimliktir” denmesinin dışında doğrulayıcı bir veri yoktu.
Nitekim makale belki dünyada gördüğü ilgiden daha fazlasını Türkiye’de gördü. Ama herkes şundan emin olsun ki dünya kamuoyunda Türkiye algısı ile ilgili gizli bir iz bıraktı. Zaten amacı da bu olsa gerekti. Rusya hükümetinin Suriye iç savaşının başından beri Türkiye’yi savaşa müdahil olmakla suçlayıcı beyanlarına tamamlayıcı bir detay daha eklenmişti. Türkiye bir yerlere konumlandırılıyordu. Kimyasal silahlı saldırının sorumluluğunun Türkiye’ye yüklenmesi meselesinin, Suriye’ye silah taşıyan Tırların yakalanması, Süleyman Şah Türbesi sızıntıları gibi diğer hikayelerle birlikte okunması halinde nereye konumlandırıldığımız ortaya çıkıyordu. Hedef Türkiye’yi beceriksiz bir savaş kışkırtıcısı ve sivil ölümlerden sorumlu bir ülke haline getirmekti. Türkiye savaşın alevine benzin döken, dünya kamuoyunu ve Batı yönetimlerini duyarlı hale getirmek için kitle imha silahlarının kullanımına bile yeşil ışık yakan, kendisi de Suriye’ye müdahil olmak için can atan, bunun için kendi kendisine saldırı düzenlemek de dahil komplolar içerisinde olan bir ülke görünümüne bürünüyordu.
Sosyal medyaya getirilen yasak da tam Suriye’deki kirli politikamızın savaş odasından sızdığı bir döneme denk gelmişti. Ülke yönetimi kendi kamuoyundan gizli bir takım işlere giriştiği halde, bu konuda yazan çizen isimlere baskı uygulayan bir diktatörlük olduğu intibaını veriyordu. Resmin bütün parçaları sırayla tamamlanıyordu. Esasen gerçekten eğer Türkiye’yi çevre ülkeleri terörize eden bir diktatörlük olarak konumlandırmayı amaçlayan böyle bir tasarım varsa, buna en çok AKP hükümetinin panikle aldığı bazı yanlış kararlar hizmet ediyordu. Twitter ve Youtube’un kapatılmasının siyaseten ne anlama geldiğini hala anlayamayan geniş kitlenin de verdiği destekle, Türkiye kendisi için itina ile hazırlanan yerine konumlanmayı tercih etmişti.
Peki Hersh bu yazıyı bunu hedefleyerek mi yazmıştı?
Masum bir gazetecilik refleksiyle yazmadığını düşünürsek (ki ben gazetecilik yaptığını düşünüyorum)Türkiye’nin Suriye oyununda saha dışına çıkmasını sağlamaya yönelik operasyon yapan bir grubun parçası olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki tek hedefi Türkiye ya da Erdoğan olan bir operasyon da değil bu. ABD yönetimini ve özellikle de, Türkiye ile işbirliği içerisindeki Obama yönetimini hedef alan bir girişim olabilir bahsettiğimiz. Ya da sadece Erdoğan’ı Lahey’de terör suçlusu olarak yargılatmayı hedefleyen bir perspektiften söz edilebilir. Belki de bu girişim “başbakanı böyleyse Türkiye de böyledir, o ülkeyi tamamen defterden silelim” yaklaşımı içerisindeki bir düşünceyi temsil ediyordur.Zira hiçbir devlet liderinden bağımsız değerlendirilmiyor uluslararası kamuoyunda. Kişiler değil, devletler teröre destek veren ülke ilan ediliyor; yaptırımlar ona göre şekilleniyor.
Konunun sadece Suriye meselesiyle ilgili olma ihtimali de var ki, bu da Türkiye’nin komşusunun içinde olduğu kaynar kazandan uzak durmasını sağlayacak bazı zorlamalar üretilmesini hedefliyor olabilir. Bu şekilde Suriye’de şekillenecek yeni yapı S. Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle, İsrail, İran, ABD, Rusya gibi aktörler arasındaki müzakerelerle belirlenecektir. Türkiye ise diğer ülkeler sanki çok masummuş gibi kışkırtıcı iddialarına muhatap tek ülke olarak masadan uzaklaştırılmak isteniyor olabilir. Üstelik konu sadece Suriye ile sınırlı olmayıp, Ortadoğu’nun bütününden Türkiye’nin elini eteğini çekmesinin istendiği de söylenebilir. Hersh de bu politikaya istemeden sadece gazeteci refleksiyle, ya da bilerek isteyerek, o düşüncenin operasyonel bir uzantısı olarak katkı sağlıyor olabilir.
Peki Hersh’e bu makaleyi yazdıran motivasyon ve sızıntı hangi kaynaktan geliyor?
Pek muhtemeldir ki Amerikan establishment’ının içinden Erdoğan karşıtı bir kanal doğru ya da yanlış bir bilgi aktarım sürecine girmiş durumda. Üstelik bu kanal Obama’ya ve Müslüman kardeşlerle dolayısıyla geniş halk tabanıyla iyi geçinme üzerinden şekillenen Ortadoğu politikasına karşı duran bir grubu temsil ediyordu. Rusya’nın Karadeniz’de ortaya çıkan yayılmacı politikası, ABD’nin soğuk savaş dönemindeki ittifaklarını tahkim etmesini zorunlu kılıyordu. Obama’nın Rusya ile yürüyen sıcak diyalogu ve Ortadoğu’da Körfez rejimlerini ve İsrail’i tehlikeye atabilecek revizyonist girişimleri durdurulmalıydı. İran politikası Ruhani’nin çizgisine göre şekillenecekti, lakin Türkiye’nin başbakan Erdoğan liderliğinde şekillenmiş olan anti İsrail ve Müslüman Kardeşler yanlısı çizgisi bertaraf edilmeliydi. Dünya, Türkiye’nin ve Erdoğan’ın en birinci seçildiği günlerden çok daha farklı bir rekabet ve çatışma ortamına girmişti. Çin’den füze almayı hayal eden, Şanghay beşlisine atıf yapıp duran, Batı ittifakının duruşu hilafına İran ile fazla yakın ilişkiler geliştiren bir yönetim onlar açısından kabul edilemez görünüyordu.
Nitekim Türkiye içerisindeki skandallar iktidarın İran bağlantıları ve El Kaide ilişkisi üzerinden patlak vermişti. Sonrasında da Suriye politikasına uzanan bir sıkıştırma hamlesi gelmişti. Erdoğan’ın ileride belki “kimyasal Tayyip” ilan edilebilecek bir süreçle baskı altına alınarak terörizme destek veren bir kimliğe dönüştürülmesi ve birkaç yıl önce aynı insanlar tarafından Nobel Barış ödülüne aday gösterilme noktasından buraya gelmesi Türkiye için de ciddi bir imaj ve itibar erozyonu ile sonuçlanmıştı. Bu yeni imaj itina ile örülüyordu ve örülmeye devam edecek gibi de görülüyor. İktidar sertleştikçe somutlaşacak ve katılaşacak olan bu yeni kimliğin ülke itibarına olduğu kadar dış politikadaki etkinliğine önemli zararları olacağını söylemek mümkün.
Peki ya Hersh doğru söylüyorsa, ya Türkiye kimyasal silahların kullanımı da dahil terörist organizasyonlara destek veriyorsa ne olabilir?
Son ortaya çıkan sızıntılardan da anlaşılabileceği gibi, Türkiye’nin başka ülkelerin sınırları içerisindeki olaylara karışmak, şiddet kullanan örgütlerle haşır neşir olmak, saldırılar planlamak, komplolar kurmak gibi bir potansiyeli yok. Ne planlayabiliyor, ne gizleyebiliyor. Türkiye kirli çamaşırlarını sokak ortasında yıkayan bir ülke ve mümkün olduğunca çamaşırlarını kirletmemesinde de fayda var.
Esasen Rusya Kırım’a müdahale ederken, Fransa Libya’ya saldıralım derken, ABD Irak’a ya da Afganistan’a girişirken onların savaş odalarında ne tür beyin fırtınaları geçiyorsa, bizdekinin de ondan farkı olmadığı ortada. Lakin oralarda yakalanmamayı becerebilecek bir kabiliyet var. Zira eğer bu tür konuşmalarınız kamuoyuna mal olursa, bunun karşılığında bir bedel ödemeniz kaçınılmaz. Bizde bu kadar hayati bir konunun ülke içerisinde saklı tutulması yeterli bulunduğu için, savaş odamızın Türkler tarafından duyulması sakıncalı, İsrail, ABD, Rusya tarafından duyulması ise sorunsuz bir durum olarak kabul ediliyor. Elimiz sadece Türkiye’deki Youtube’a, Twitter’a kadar erişiyor ne yapalım.
Türkiye’nin bırakın başka ülkelerde komploya girişmek kendisine yönelik komploları bile hızla bertaraf edemeyeceği açıkça görülüyor. Her kurumumuz dinleniyor; ülke içerisindeki aktörler kolayca birbirine düşürülebiliyor; askerlerimiz, siyasetçilerimiz, işadamlarımız, gazetecilerimiz, entelektüellerimiz kendi devletleri tarafından tuzağa düşürülüp, bertaraf edilebiliyor. Üstelik hem halkımız hem de yöneticilerimiz Dünya sathındaki denge değişimlerini, küresel rekabet ve çatışmayı, AKP ile Cemaat gazetecileri arasındaki bir bilek güreşi olarak görüyor. Koskoca Türkiye’nin yöneticileri 3 gazeteciyi Türkiye’den kaçırsalar, Türkiye’nin eli rahata erecek zannediyor. Ne demeli bilmem.
Becerikli olmadığımız kesin ama bir de olayın niyetli olup olmadığımız bölümü var. Suriye meselesini bizim içişimiz olarak gördüğünü başbakan Erdoğan daha önce belirtmişti. Doğrudur, Suriye meselesinin hızla bizim içişimiz haline geleceği daha savaşın ilk günlerinde ortaya çıkmıştı. 900 km.lik sınırımız ve 1 milyon civarında Suriyeli mültecimiz ile konu çoktan Türkiye’nin meselesi haline gelmiş durumda. Ekonomik kayıplarımız da cabası. Lakin sorunun çözümünü hızlandırmak için iş tutulan aktörlerin bir gün gelip Türkiye’ye tehdit oluşturacağı da bilinen bir gerçekti.
Esad’a karşı olmak, El Kaide’nin yanında durmayı, şiddetsever başka aktörleri kucaklamayı gerektirmeyecektir. Uzun zaman oldu Türkiye El Kaide ile savaşmak zorunda kalacak yazalı; tekraren söyleyelim, El Kaide ve türevleri Türkiye için en tehlikeli düşman tasavvurudur. Esad’ın politikalarından da bin beter etkileri olacaktır ülkemiz açısından.
Bu bakımdan umarım Türkiye, Suriye muhalefetini destekleme adına El Kaide ile aynı sudan içmemiştir. Umarız kimyasal silah aktarımı falan gibi dehşetengiz işlere bulaşmamıştır. İnşallah ülkemiz böyle bir mücadelede her yol mübah diyerek elini masum kanına değmemiştir. Dileriz Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri, böyle bir ülkenin yöneticileri olmalarından kaynaklanan sorumluluklarına yakışır tavır içerisinde bir politika uygulamışlardır. Aksi halde Türkiye için önümüzdeki günler çok sert fırtınaların eseceğini garantiliyor, şimdiden söyleyelim.
Sonuçta Hersh sadece bir makale yazdı gibi görünürken, bundan sonraki yazıları da hayal ederek yolun sonunun nereye doğru gittiğini tespit etmeye çalıştık. Oluşturulan bu imaja ülke içerisinden de Erdoğan karşıtlarının destek verdiği görülebiliyor. Bu iç siyasetle ilgili saikler kadar Türkiye’nin yeni dış politika vizyonuna dair eleştirel duruştan da kaynaklanabilir. Lakin herkesin bilmesi gereken kaptanı boğmak için geminin batmasına razı olmanın herkesi suya düşüreceğidir. Kaptanı sevmemek, değiştirmek istemek makul ve meşru bir tavırdır. Ancak onun kullandığı gemiden nefret etmek, onun içindeki sivillerle birlikte batmasını dilemek, bunun için çaba göstermek gayri meşru olduğu kadar akılsızcadır. Allah herkese Akıl fikir ihsan eylesin.
*Bu yazı denizülkearibogan.net'ten alınmıştır
© Tüm hakları saklıdır.