Kültür-Sanat

Hayatımız üzerine örtülen o ince tül

Yasemin Çongar'ın Ex Libris/Dünya bunları okuyor adlı köşesinde "Hayatımız üzerine örtülen o ince tül" başlıklı yazısı.

15 Ocak 2011 02:00

T24 - Taraf Gazatesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın Ex Libris/Dünya bunları okuyor adlı köşesinde "Hayatımız üzerine örtülen o ince tül" başlıklı yazısı şöyle:


Hayatımız üzerine örtülen o ince tül

Bir gün temize çekecekler bizi. Hayatlarımız, birarada durmaktan sıkılan tertipli cümlelerin bir türlü terkedip gidemedikleri mesafeli metinlerde özetlenecek. “Ne iyi adamdı,” olacağız mesela, “ne çok güldürürdü.” Ya da “Hoş kadındı, doksanında bile hâlâ güzel ve bakımlıydı. Öldüğünde ayak parmaklarında kırmızı ojeler vardı.” Daha kötüsü de mümkün tabii: “Büyük yazardı; sıradışı bir siyasetçiydi; tarih yaptı...” da diyebilir bazılarımızın özeti. “Romanları çok sattı; gazetesi erken battı; tam on yıl cezaevinde yattı; uluslararası üne sahipti; evli ve dört çocuk babasıydı; iki ay ömrün var demişlerdi, o sekiz ay dayandı” da olabilir sonumuz.


Nihayetinde, tek bir tabutta gömecekler bizi.
 Tek bir mezar taşında donup kalacak çoğulluğumuz. Hepimiz, tek bir tirede tekilleşeceğiz; tırmandığımız onca patika, orta yerinde durup düşündüğümüz onca kavşak, herkesten gizlediğimiz kestirme yollar, kaçamak molalarımızın serin kuytuları ve kimselerden gizleyemediğimiz muazzam “U” dönüşlerimiz, doğum tarihimizle ölüm tarihimiz arasına düşülen tek bir tire gibi, incecik, kısacık, dümdüz bir yola indirgenecek. Sevenlerimiz, “iyi bilirdik” dedikleri tek bir canın ardından rahmet okurken bize, diğer hayatlarımızdaki diğer ‘ben’lerimizi bilen pek kimsemiz kalmayacak geride. Pürüzsüz özetlerimiz, o ‘ben’lerin hiçbirine dokunmayacak.


Hayatı hayatlarımızdan “daha önemli” sayıldığından özeti de özetlerimizden “daha uzun” tutacak olanlarımızın ardından kurulacak cümlelerse, sanırım, çoğumuza reva görülecek merhametli yalanlardan daha büyük tahribat yapacak geride kalanların kafasında. 
Tuğralı kasapları “şair ruhlu padişah” diye belleten, bir şehrin ahalisini sardalya misali “denize dökmekle” övünen tarihimizin, haremine düşkün bir sultanına haremi, rakısına düşkün bir sultanına da içmeyi haram kılan resmî hikâyeleri emsal alındıkça, “büyük” adamların hayatlarını temize çekmeye teşebbüs edenlerin yeni yüzkızartıcı suçlar işlemesi de mubah sayılacak elbet.


Kendi mitinin tutsağı bir kadın

Fransa, gelmiş geçmiş en zarif ve en zeki kadınlarından birinin hayatını okuyor şimdi. İstanbullu bir Sefarad ailesinden geldiğini, Osmanlı Telgraf Ajansı’nın Cenevre Bürosu’nu yöneten muharrir Salih Gürcü’nün kızı olduğunu, kendisinin de yıllarca “France Gourdji” ismini taşıdığını sayesinde öğrendiğim kitap, yirminci asırda Fransız gazeteciliğini, kültürünü ve siyasetini şekillendirenlerden biri olan Françoise Giroud’nun etkileyici kişiliğini, kavgalarını ve kaprislerini anlatıyor. Laure Adler yazdığı kitaba, tam da olması gerektiği gibi, kısaca Françoise adını vermiş.


Françoise
, sevgilisi, merkez-sağ siyasetçi Jean-Jacques Servan-Schreiber’le birlikte 1953’teL’Express dergisini kurup, yıllarca kesin bir otoriteyle yöneten; 1970’lerin ikinci yarısında Gisgard d’Estaing döneminde Kültür Bakanı olan; Jenny Marx, Alma Mahler, Marie Curie gibi olağanüstü kadınların hayatları üzerine kitaplar yazan Giroud’yu anlatmakla yetinmiyor zira... Adler, dikkatini en az “Giroud” kadar “Françoise” üzerinde de yoğunlaştırıyor; toplumsal kimliği ziyadesiyle kuvvetli ve baskın olan olağanüstü bir kadının, sıradan zaaflarla demlenip, sıradan kayıplarla keskinleşen mahrem kimliklerini de kavramaya çalışarak yazıyor.

İçinde atlaya zıplaya gezinerek okumayı sürdürdüğüm bu kitabı bugün anlatmayacağım size ama Giroud’nun biyografisi üzerine, dergisinde kısa bir not yazan L’Express Genel Yayın Müdürü Christophe Barbier’nin bir cümlesinden de kurtaramadım kendimi: “Françoise, L’Express için bir mite dönüşmüştü. Bir bakıma, onu da tutsak kılan bir mahpushaneydi bu mit.”

Okudukça anlıyorum ki, Adler yazdığı hayat hikâyesinde, işte bu cezaevinden kurtarmaya çalışıyor Giroud’yu; mitin arkasındaki gerçeğe bakmayı, onun temize çekilmiş halini, o tek hayatlık özetini yırtarak yazmayı deniyor. Ya da Giroud’nun “Gazeteci kimdir” sorusuna cevaben bize armağan ettiği o mükemmel tanıma atıfla söyleyeyim; Adler de, tıpkı Giroud’nun gazetecilere biçtiği o temel görevdeki gibi, hayatın üzerindeki tülü çekip alıyor.


Bir asırlık taze bir hikâye...

Geçen yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan 1936 Peru doğumlu romancı Mario Vargas Llosa’nın yeni romanı, aralık başındaki ödül töreninden hemen önce yayımlandı:


El sueño del celta
 (Keltin Rüyası). Vargas Llosa, bu kitapta okuru gerçek bir mahpushaneye; Londra’nın kuzeyindeki Pentonville Cezaevi’nde, hakkındaki idam kararının dönemin başbakanı Asquith tarafından onanmasını bekleyen İrlandalı şair, diplomat ve devrimci Roger Casement’ın penceresiz hücresine götürüyor. Yıl 1916... Casement’ı bize 1903’te Kongo’da tanıştıran Vargas Llosa, roman boyunca onu, Britanya hükümeti adına görev üstlendiği uzak ülkelerde yaptıklarının, zaman zaman da Dublin’de geçen çocukluğunun içinden anlatsa da, asıl dikkatini hücredeki bu uzun bekleyişte yoğunlaştırıyor.

1864 doğumlu, anadilindeki asıl adı “Ruairi Mac Easmainn” olan Casement’ın hayatı, gerçekte olduğu gibi romanda da, 1916’da bir sabah vakti, boynuna geçirilen urgan nefesini keserken, canının bacaklarını titretip, son bir kez çırpınarak vücudundan ilelebet çekilmesiyle bitiyor.


Roger Casement kimdi? Ya da Vargas Llosa’nın, onu bir “roman kahramanı” olarak seçmesine neden olduğunu sandığım çoğulluğuna saygıyla sorarsam, Roger Casement kimlerdi aslında?

Britanya Tahtı’nın bir diplomatı olarak gittiği yerlerdeki insan hakları ihlallerini, o güne dek kimsenin yapmadığı kadar dürüst ve detaylı bir şekilde belgeleyip dünyanın huzuruna sunan bir adam...Kongo’da Belçika Kralı İkinci Leopold’ün emrindeki yetkililerin uyguladığı vahşeti Avrupa’nın yüzüne haykırmaktan çekinmeyen; Peru’da, Londra merkezli Amazon Şirketi’nin yöneticilerinin, yeterince kauçuk üretmeyen Putumayo yerlilerini diri diri yakarak ya da organlarını tek tek keserek öldürdüklerini Britanya Hükümeti’nin bilgisine sunmuş bir vicdan... Bütün bunları yaparken, Londra ile ilişkilerini iyi tutmuş, bağlı olduğu hükümetle sorun yaşamamaya özen göstermiş ve ödülünü 1911’de “Sir” unvanıyla almış bir memur... Aynı Roger Casement, 1898’de, henüz otuz dört yaşındayken yazdığı –ve romana adını veren- “The Dream of the Celt” şiirinde dile getirdiği “Tahta karşı ayaklanma” özlemini hiç yitirmemiş bir İrlanda milliyetçisi... Bir yandan Kraliyet adına çalışırken, bir yandan da İrlanda halkına zulmettiğine inandığı Tudor ve Stuart hanedanlarından nefret eden, 1913’te memuriyeti bırakır bırakmaz, İrlanda’nın bağımsızlığı için çalışan cumhuriyetçilerin arasına katılan bir militan... Ve 1916’da bir nisan günü, Berlin’in bilgisi dâhilinde ilerleyen bir Alman denizaltısında, İrlandalı militanlara vermek üzere silah taşırken yakalanıp, “Sir” olarak vaftiz edilmesinden sadece beş yıl sonra, Britanya’ya ihanet suçuyla idam edilen bir can... Bir asır önceki hayatı, üzerindeki tül çekildiğinde birden çok hayata ve bugün hâlâ taze bir hikâyeye dönüşen hakiki bir insan.


Resmî tarih ve Kara Günlükler

Roger Casement, sadece bunlar da değil ama... O, aynı zamanda, en yakınlarından bile gizlediği eşcinselliğini, Kongo’da, Peru’da oğlanlarla yaşadığı ilişkileri, nihayet 1914’te New York’ta tanıştığı Axel Christensen adlı Norveçli bir erkeğe duyduğu büyük aşkı günlüklerinde anlatan bir yazar.Sonunda, Casement’ı ele verip yakalanmasına yol açan da Christensen’den başkası değil. Casement, yine de, hücresindeki son zamanlarında sevgiyle düşünüyor bu Norveçli adamı, onunla yaşadığı yakınlığı hazla ve, her şeye rağmen, en büyük hakikatinin o “yakınlık” olduğunu hissederek hatırlıyor.

O sırada, Britanya Hükümeti üzerinde, idam hükmünün infazından yana baskı kurmaya çalışanlar, Casement’ın, muhtelif kimliklerinden en gizli olanını sır gibi saklayan sayfaları ele geçirip basına veriyor ve bir erkeğin bir başka erkekle yapabileceklerinin her türlü ayrıntısını içeren o sayfaların,Kara Günlükler adıyla bütün ülkede okunmasını sağlıyorlar. Maksat, ölmesini istedikleri adamın sadece bir “hain” değil aynı zamanda bir “ahlâk düşkünü” olduğunu da kanıtlamak. Maksat hâsıl oluyor.Arthur Conan Doyle, W.B. Yeats ve George Bernard Shaw gibi önde gelen yazarların protestosuna karşın, oğlu o sırada cephede Almanlara karşı savaşan Joseph Conrad’ın ise “İhanetini affetmem” diyerek idamdan yana çıktığı bir ortamda asılıyor Casement.

Vargas Llosa’nın Casement’ı, romanın bir yerinde, “Niye o günlükleri ortalıkta bıraktım ki” diye soruyor kendine... Ve siz, “Belki de sırrının bilinmesini istiyordu; belki de ölüme giderken üzerindeki tülü kendi elleriyle çekmekti niyeti” diye geçirseniz de aklınızdan, romandaki Casement, sadece şuursuzluğuna yoruyor bunu. Bir başka yerde, hakkındaki hükmün hakikatin kıyısından dolaşmasına şaşırıyor: İrlanda’ya silah kaçırmasının meşhur Paskalya Ayaklanması’na destek olma amacı taşıdığını sanıyor Britanya Hükümeti; Casement’ın o ayaklanmaya “başarısız olacağı gerekçesiyle” karşı çıktığını hiç bilmiyorlar. “Bütün tarih böyle bir şey mi yoksa? Okulda öğrenilen tarih, tarihçilerin yazdığı tarih bu mu? Hakikatte planların, kazaların, entrikaların, sürprizlerin, tesadüflerin ve birbiriyle çatışan çıkarların kaotik ve gelişigüzel bir karışımı olan hayatın idealize edilmiş, kendi içinde tutarlı ve mantıklı bir fabrikasyonu mu tarih?”

Vargas Llosa’ya bu romanı yazdıran, bir asır önce, hücresinde idamını bekleyen bir adamın kendi kendine sorduğu bu soru belki de. Tarih, tülünü çekip almak yerine, ışık geçirmeye kadife bir örtü uydurduğunda hayatın üzerine, o örtüyü yırtmak da edebiyata düşüyor zira.