Eda Önder
Son yıllarda ismini dünya çapında duyurmuş olan Güney Koreli yazar Han Kang’ın Veda Etmiyorum romanı, Göksel Türközü çevirmenliğinde April Yayıncılık tarafından yayımlandı.
Han Kang, ilk olarak 'Vejetaryen' adlı romanıyla pek çok ülkede ses getirmiş, Uluslararası Booker Ödülü’nü almaya hak kazanmıştı. 'Vejetaryen’in ardından 'Beyaz Kitap' ve 'Çocuk Geliyor' adlı romanlarıyla da tüm dünyada geniş bir okur kitlesine ulaşmıştı.
'Veda Etmiyorum' adlı kitabıyla ise bir kere daha dünyadaki önemli edebiyat ödüllerinden biri olan Prix Médicis ve Prix Femina ödüllerine layık görüldü.
Han Kang yoğun imgesel üslubu ve tekrarlayan çok katmanlı motifleriyle son derece özgün bir tarza sahip. Toplumsal yasın bireysel hafızalarda edindiği yer üzerinden okuyucuyu sık sık geçmişe götürüyor ve bizi romanın karmaşık zamansallığı içerisinde farklı tarihsel kesitlere tanık ediyor.
Onlarca katliama, köy yakmaya, infaza rağmen romandaki acının yanı sıra baskın olan his sevgi
Roman, biri yazar biri fotoğrafçı olan iki kadının yıllar önce ortak bir iş aracılığıyla tanışarak kurmuş oldukları arkadaşlık üzerinden açılıyor. 1948’de Jeju Adası’nda yaşanan ayaklanma sonucu askerler tarafından köyleri yakılan ve toplanarak katledilen komünistlerin ve sivillerin hikâyesini biri belgeler ve röportajlar aracılığıyla araştırırken, diğeri bu tarihe annesinin bizatihi tanıklığı üzerinden dahil oluyor.
Bu kanlı tarihin kalıntılarının üzerini kapatan yetmiş sene ve tonlarca karı kazıyarak öğrendikleri birçok gerçek, ikisinin de hayatlarını geri dönülemez şekilde değiştiren cinsten. Ancak roman süresince birlikte öğrendikleri onlarca katliama, köy yakmaya, infaza rağmen romandaki acının yanı sıra baskın olan his sevgi.
İnson ve Gyongha arasındaki dostluk ve şefkat; yas tutmanın, geçmişe ve gerçekliğe isyanın, baş edilemeyecek boyuttaki insanlık suçlarının varlığında bile bize hayatın kapkaranlık olmadığını gösteriyor.
Hayalet mi, anı mı, rüya mı?
Eserde, yazarın en çok oynadığı imgelerden biri hayaletler ve gölgeler. Gyongha, İnson’dan uzun zaman sonra aldığı ani bir mesaj üzerine apar topar hastaneye gidiyor ve onun Jeju Adası’ndaki evinde bir kaza geçirmiş olduğunu öğreniyor. Gyongha’dan isteği ise acilen evine doğru yola çıkıp kuşu Ami’yi yaşatması. Gyongha, İnson’u hastanede bırakıp korkunç bir kar fırtınasının içinde bin bir zorlukla onun evine vardığında Ami’yi yapayalnız ve ölü buluyor.
Ancak evde İnson da var, Ami de, hatta önceden ölen kuşu Ama da. Evdeki İnson bir hayalet mi, anı mı, yoksa buz gibi soğuktan uykuya düşmüş Gyongha’nın rüyasında mı tam bilemiyoruz. Yine de, ölü kuşların gölgeleri etrafımızda uçuşurken, İnson bize annesinin dikiş kutularından gazete kupürleri ve mektuplar gösteriyor. Böylece annesinin ve onun ailesinin yaşadığı katliamlara dair kesitler öğrenirken aynı zamanda annesinin geçmişin hayaletleriyle kurduğu ilişkiye tanık oluyoruz. Yıllarca kabuslardan korusun diye yatak örtüsünün altında kıl testereyle uyuyan annede, aynı zamanda bu hayaletlere veda etmemekteki ısrarı buluyoruz.
Kitabın anlatımında en çok hoşuma giden şeylerden biri ise son derece bedensel oluşu. Karların ve kuşların kimi zaman hafifliğini kimi zaman ağırlığını, bazen de sıcaklığını ya da soğukluğunu bize sonuna kadar hissettiriyor; canlı ve ölü bedenleri bu yolla sezdiriyor.
Tek bir kar tanesinin kuş tüyü hafifliğinin hemen ardından kendimizi buz gibi fırtınanın ortasında tonlarca karın nispi sıcaklığına sığınmaya çalışırken bulabiliyor, parmağımızdaki minik kuşun ağırlığıyla onun canlılığını hissedebiliyoruz.
Kendisinin ölü olduğunu zannettiğimiz bu minik kuş bir gözüyle bize, diğer gözüyle gölgelere bakarken şimdiki zamanın gerçekliğine geçmişi de sığdırıyor ve İnson’un evinde zaman alabildiğine bükülüyor.
Bu ruhlarla dolu evde sivil infazlarından köy yakmalara, siyasi esaretlerden toplu mezarlara kadar birçok olay açığa vurulurken yazar gerçeklik ve rüya, ölüm ve yaşam arasındaki çizgiyi ustaca bulanıklaştırıyor.
Bizi üç kadının gözünden yaşaması ayrı, öğrenmesi ayrı, veda etmesi ayrı imkansızlıkta bir geçmişe tanık ederken, insan bedeni ne kadar zayıf ve ölümlüyse, hayaletlerin de bir o kadar canlı ve kalıcı olabildiğini gösteriyor bize.
Karların ve cesetlerin arasında, insanlık dışı soğuklarda insan kalabilmek için çekilmesi gereken acılar ve yasa dair hassas tartışmalarıyla Han Kang, bir kere daha benzersiz bir esere imza atıyor. Anlatması güç yaşantılar, yaşlı bir kadının iç çekip “Pekâlâ, anlatacağım…” demesiyle dile geliyor.
Han Kang’ın ismini Vejetaryen vesilesiyle duyan herkesin Türkçeye yine April Yayıncılık tarafından kazandırılan diğer üç kitabını da mutlaka okumasını tavsiye ediyorum.
'Yunanca Dersleri' ve 'Sevgilinin Soğuk Eli'nin basılması için ise biraz daha beklememiz gerekecek. İstikrarlı başarısıyla Kang, bizi kendisiyle birlikte uzun soluklu bir edebiyat yolculuğuna hazırlıyor gibi görünüyor. İyi yolculuklar!