*Ragıp Duran
Başarısız darbe girişiminden bu yana neredeyse bir ay geçti. Mümtaz medyamız ve kuyumcu terazili adliyemiz, bu girişim konusunda temel ve esaslı birçok noktayı hâlâ aydınlat(a)madı. Egemen medya, tekbirli ve idam cezası talepli, dönerli ayranlı, bedava taşımalı, yoklamalı, dolayısıyla organize kitlesel etkinlikleri demokrasi şöleni diye sunarken, haksız ve temelsiz gözaltı, tutuklama ve işten el çektirmeleri görmezden geliyor, hatta bu hukuksuzluğu meşru göstermeye çalışıyor. Bir de itirafçılar geçidi başladı ki, hem hukukî olarak hem de vicdanî olarak sorunlu. Darbe başarısız oldu diyorlar, ama başarılı olsaydı acaba bugün yapılanlardan farklı olarak ne yapılırdı?
Egemen medya iktidar tarafından övgülere boğulduktan sonra, yetmedi, Saray’da ağırlanıp bir kez daha takdir edildi, fotoğraflar çekildi ve o an ölümsüzleştirildi. O kareye giren gazeteciler, çocuklarına, torunlarına uzun uzun anlatır artık…
Oysa ki “büyük” medya yanıtlarını araması gereken soruların yanından bile geçmedi:
Darbe girişiminin askerî ve siyasî lideri kimdi?
TRT’de okunan Yurtta Sulh Konseyi’nin bildirisini kim(ler) kaleme aldı? Darbeciler hakkındaki tek resmî belge olan bu metnin içeriği üzerinde neden herhangi bir araştırma ya da tartışma yapılmıyor?
Son tasfiyeler göz önünde bulundurulduğunda, Cemaat ordu ve bürokrasi içinde gerçekten bu kadar iyi örgütlenmişse, darbe yapmaya ihtiyacı var mıydı?
Gözaltına alınan, tutuklanan, işinden atılan binlerce insanın hepsi gerçekten Gülenci mi?
Roboski’den Soma’ya, KCK’den Ergenekon’a, Fenerbahçe’nin şikesinden Rus uçağının düşürülmesine kadar birçok siyasî, toplumsal skandalın gerçek siyasî sorumlusu kimdir?
Soruları çoğaltmak mümkün.
Gazeteci, esas olarak, kamuoyunda yanıtsız kalmış sorulara yanıtlar arayan bir profesyonel olmalı. Yeni soruları ortaya çıkarmak da gazetecinin işi. Gazeteci, keza, kamuoyunda yaygınlaşmış, ama doğruluğu şüpheli bilgi ve görüşleri de inceleyip, araştırıp açıklığa kavuşturan kişi olmalı.
Gazeteci, üç gün önce hakaret ettiği yabancı bir lidere bugün gülücükler atmaz. Gazeteci, geçmişte öve öve bitiremediği bir cemaat liderini iki dakikada harcayamaz. Ama oluyor işte. Neden mi? Çünkü manevra yapan gazeteci değil ki… Patron dönünce o da dönmek zorunda. Gazeteci, bağımsız ve özgür olmayınca, gazeteci olamaz. Olsa olsa sözcü olur, temsilci olur, propagandacı olur, reklamcı olur…
Araya sıkıştırayım: Egemen medya bu soruların yanıtını arayamaz, arasa da bulamaz. Çünkü 15 Temmuz konusundaki birçok gerçek, mevcut iktidara dokunuyor.
Benim takıldığım bir başka nokta var:
Salt siyasî tartışmaların konusu değil. Medya, bir konuyu özel olarak ele alıp işliyorsa o konunun tersini, yani zıddını, farklı bakış açılarını da incelemeli.
Çok sayıda devlet adamı, siyasetçi ve bazı meslektaşlar, 15 Temmuz’dan sonra, özel olarak da cadı avının başlamasıyla birlikte, Gülen cemaati konusunda yanıldıklarını, aldatıldıklarını itiraf etti, yazdı, söyledi.
Aldatılanlar ve itirafçılar ekranlarda bu kadar boy gösteriyorsa, aldatılmayanları ve Gülen’e baştan beri karşı çıkanları da yurttaşın tanıması, bilmesi gerekir, değil mi? Belki böylelikle aldatılanların neden aldatılmış olduğu, itirafçıların da neden itirafçı oldukları daha iyi anlaşılabilir. Hiçbir şey, zıddı teşhir edilmeden/deşilmeden doğru dürüst anlaşılamaz.
Aldatılanlar listesine baktığımda, örnek olsun diye bile, bir tane hakiki laik, hakiki cumhuriyetçi, hakiki solcu yok! Üç sıfata da hakiki vurgusunu yapmak zorunda hissettim, çünkü memlekette aslında resmî bir dinin mensubu gibi davranıp kendini laik sanan, 29 Ekim, 10 Kasım ya da 30 Ağustos’larda heyecanlandığı için kendisini cumhuriyetçi sanan ve en nihayet sağcılardan hoşlanmadığı için, ama sağcı devlet gibi düşünmesine rağmen kendini solcu sanan yüz binlerce yurttaş var.
Laikliğin, cumhuriyetçiliğin ve solculuğun “yenilenmiş 1789 versiyonunu” benimsemiş olanlar Gülen cemaatine hiçbir zaman yüz vermedi, onlara inanmadı, onlar tarafından da aldatılmadı. Çünkü azınlık da olsa bu kesim, ideolojik olarak Gülen ile AKP arasında büyük, önemli, tayin edici bir fark olmadığını biliyordu. Hele laiklik, cumhuriyet ve solculuk konularında Gülen ve Erdoğan dün de, bugün de aynı saftalar. Kürt meselesi, Ermeni sorunu, Kemalizm gibi tayin edici siyasî konularda da Gülen ve AKP hep hemfikir.
Laik, cumhuriyetçi ve solcu muhalefetin bir başka avantajı daha var: AKP de, Gülen de esas olarak iktidar ideolojileri ve yapılanmaları. Erdoğan başbakan iken, bir oylama öncesinde, seçimleri kaybederse siyasetten çekileceğini açıklamıştı. Çünkü onun için siyaset sadece iktidar anlamına geliyordu. Ve Erdoğan gibi büyük bir devlet adamı, genel müdürlerin uğraşı olan muhalefet liderliğine tenezzül etmezdi. Gülen cemaati de kendisini geçmişte ve bugün hep iktidara göre konumlandırıyor. Eskiden Ecevit’le flört, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller ile iyi geçinme, son dönemde de CHP’ye sızma bunu kanıtlıyor.
Laiklik, cumhuriyetçilik ve solculuk, insanı Gülen ya da AKP gibi mecralardan koruyan sağlam zırhlardır. Muhalefet de, insanı her daim canlı ve mücadeleci tuttuğu için vazgeçilmez bir yaklaşım…
Şimdi, üç temel kimliği/niteliği/siyasî-ideolojik tutumu biraz somutlaştıralım:
Özü din ile devlet/kamu/toplum işlerini birbirinden ayırmak olan laiklik, dinî temaları kullanarak siyaset ya da hizmet yapan kesimlerden uzak durur. Laiklik, devlet yönetiminde dini değil, bilimi temel alır. Laiklik, tüm dinlere, inanç ve mezheplere eşit uzaklıkta durur ve hepsine kördür. Gülen’in ve AKP’nin devlet ve toplum konusundaki söylemleri ve eylemleri din temelli olduğu için, laiklik, bu iki kesime de uzak durur. Daha çok Gülen cemaatinin söylem ve eylemlerinde varolan, hep din temelli hurafe ve itikatlar, laikliği kavramış olanları uyarır. En basitinden Darwinciliğe karşı tutum önemli.
AKP okullarda din derslerini zorunlu yapmaya çalışırken Erdoğan’ın ‘’Matematik nasıl zorunlu ders ise, din dersi de zorunlu olacak’’ mealindeki açıklaması bu kesimin bilim konusundaki tutumunu yansıtıyor. Pozitif bilimlere önem vermesine rağmen —o da bilim aşkından değil, iktidarı ele geçirmek için— Gülen cemaati de son tahlilde kendi oluşturmaya çalıştığı din temelinde faaliyet gösteriyor.
Şimdi burada uzun uzun cumhuriyetçilik tarihine ve tasvirine girecek değilim. Ancak cumhuriyet, tekke, tarikat, cemaat, şeyh, ağa tanımaz. Kısacası, tüm yurttaşlar her alanda eşittir. Cumhuriyette hiç kimse ya da hiçbir kesim, özel olarak dinî kimliği nedeniyle veya başka bir nedenle imtiyaz sahibi olamaz. Cumhuriyet, feodallerin, yani toprak sahipleri ve ruhban sınıfının iktidarını yıkarak, Kral’ın ya da Padişah’ın keyfî düzeni yerine hukukun üstünlüğünü esas alarak kurulmuş bir düzendir. AKP de, Gülen cemaati de teorik ve pratik olarak cumhuriyetçi değil. Her iki kesimin Osmanlı hayranlığı cumhuriyet karşıtlığının sadece bir örneği. Esas olarak kendi örgütlerinin iç işleyişinde demokrasiden değil, tek adam egemenliğinden kaynaklanan uygulamalar da cumhuriyetçi olmadıklarını gösterir. Gülen ve AKP’nin ideologları bağıra çağıra 1789’a, Batı değerlerine karşı çıkar. Onların karşı çıktıkları aslında cumhuriyet, laiklik ve hukukun üstünlüğü. Sabah gazetesinin zavallı bir yazarı, Yeni Şafak’tan bir köşe yazarıyla girdiği polemikte, mealen “Türk milletinin vicdanı evrensel hukukun üstündedir” diye yazmıştı. AKP de, Gülen de, cumhuriyet deyince hem cehaletten hem de kasıtlı olarak sadece Kemalist cumhuriyeti anlıyor. Kemalist cumhuriyetin (ki cumhursuz bir cumhuriyettir ve “çivit badanalıdır”) benim savunduğum cumhuriyete teğet bile geçemediğini belirteyim.
Solculuk da, kaçınılmaz olarak tartışmalı bir kavram olsa da, özü, esası, genel tanımı belli. Solculuğun olmazsa olmaz üç temel niteliği, sermayeye karşı emekten yana olmak, milliyetçiliğe karşı enternasyonalist olması ve özel çıkara kaşı hep kamu çıkarını savunması.
AKP ve Gülen’in vazettiği ve uyguladığı neoliberal politikalar, solculuk açısından, bu iki kesimle mücadele etmek için yeterli bir neden.
Türkiye’de kendini solcu sanıp devlete karşı Kürt haklarını savunan ne kadar insan ya da grup var? Ulusalcılık (bizim Celal’in deyimiyle ulusolculuk), milliyetçiliğin sol jargonla savunulması. Emin Çölaşan, Yılmaz Özdil ya da Doğu Perinçek solcu olarak kabul ediliyorsa, bu solculuk majestelerinin solculuğudur, resmî solculuktur, devlet solculuğudur, yani devletçi ve milliyetçidir… Almayalım, kalsın!
Erdoğan’ın formüle ettiği “millî ve yerli” kavramı da, milliyetçiliğin, içe kapanmanın ifadesi, enternasyonalizme set çekmenin tezahürü.
Dünyada galiba Karl Popper ile başlayan, bizde de ‘80 sonrası sivil toplumculuk olarak tezahür eden sol görünümlü bir akım da var. 1980 sonrasında, İslâmcıların da mağdur olması bahanesiyle, Medine Vesikası gerekçesiyle, bazı solcu aydınların, Ecevit’in de… Dilipak’larla, Bulaç’larla işbirliğine başlamaları da pek hayırlı sonuçlar vermedi. Şerif Mardin hoca da Said-i Nursi’nin sivilliğinden filan dem vurmuştu sosyolojik tahlillerinde, değil mi?
Bir televizyon programı, bir gazete köşesi, okul gösterme bahanesiyle bir yurtdışı gezisi, her yıl Abant’ta kürsüye çıkma karşılığında ya da tamamen gafletten, ideolojik zaaftan aldatılmış kişiler olabilir. Bazıları da arkadaşlarımız.
İktidar sahiplerinin aldatılmışlığı ise pek inandırıcı görünmüyor. Onların o zaman Gülen’e ihtiyacı vardı. O kadroları kullandılar, koalisyon kurmuşlardı. Kasıtlı olarak, bile bile tonla yasadışı ve gayrimeşru işi birlikte yaptılar. O zamanlar iki taraf da samimi idi, gayet iyi anlaşıyorlardı. Kimse kimseyi aldatmadı.
Foucaultgiller yanılmadı. Laikliği, cumhuriyetçiliği, solculuğu ilke edinenler, muhalefetten vazgeçmedi. Hiçbir özel çıkarı savunmadı, hep kamu çıkarını ön planda tuttu. Dini kişisel alanda tuttu, dinin kamuya, devlete, kolektife, topluma sıçramasına rıza göstermedi, bu girişime alet olmadı, karşı çıktı.
Biz aldatılmadık. Siz de gerçekten laik ve cumhuriyetçi olsaydınız, aldatılmazdınız. Ya da aldatıldık demezdiniz. Solcu olmanız şart değildi. Zaten sizin solcu olmanız mümkün değil ki…
*Bu yazı ilk olarak birdirbir.org'ta yayımlanmıştır