30 Eylül 2015 18:01
Radikal Genel Yayın Yönetmeni Ezgi Başaran, Fethullah Gülen cemaatinin bir kurgusu olduğu suçlamalarına da zemin olan "Tahşiye örgütü soruşturması"na ilişkin olarak iki bölüm halinde oluşan bir yazı kaleme aldı. Başaran "Kimse kusura bakmasın, 'Cemaat iddianamesini' aklımla irdeledim" başlığıyla kaleme aldığı ilk yazısında, savcının Gülen cemaati için yaptığı "terör örgütü" suçlamasına gerekçe olarak, "Bu örgütte birebir şiddet ve cebir öğeleri bulunmasa da terör örgütüdür çünkü suçlu olmayan kişileri suçlu ilan edip hapse tıkarak insanları ‘terörize etmektedir" ifadeleri için "Takdir edersiniz ki, böyle ‘terör örgütü’ tanımı yapılamaz. İddianame dediğin bir fikir makalesi değildir, ceza kanunlarına ve delillere dayanmak durumundadır" yorumu yaptı.
Ezgi Başaran, "Kimse kusura bakmasın, Gülen cemaati içinde bir 'örgüt' var" başlıklı ikinci yazısında ise, "İddianamedeki bazı unsurlar, sanık polislerin organize bir yapı içerisinde faaliyet gösterdiğine, Gülen'i rahatsız eden bir dini grubun bir kumpas ile hapse atıldığına dair kuvvetli şüphe uyandırıyor" görüşünü dile getirdi.
Başaran'ın 'Tahşiye iddianamesi'ne ilişkin yazı dizisinin ilk bölümü şöyle:
İddianame sadece Cemaat içindeki bir organize suç örgütünü değil, tüm Cemaati 'terör örgütü' statüsünde değerlendiriyor.
Fethullah Gülen’in terör örgütü lideri olarak yargılandığı davanın iddianamesi (Tahşiye iddianamesi olarak geçiyor) geçen hafta yayınlandı.
İddianame iki sebepten çok önemli:
BİR; bu iddianame ile, bir dini cemaat, terör örgütü ilan ediliyor. Fethullah Gülen’in, bu cemaatin polis ve medya içindeki üyelerinin neden terör örgütü mensubuymuş gibi sunulduğuna mesnet bulunmaya çalışılıyor.
İKİ; Balyoz, Ergenekon, Birleştirilmiş Poyrazköy (Askeri Casusluk, Amirallere Suikast, ÇYDD), KCK davalarında payı olduğu iddia edilen Cemaatin emniyet birimlerini nasıl kullanmış, nasıl bir sistematik içinde hareket etmiş olabileceğine dair ilk kez somut bir çerçeve ortaya konuyor.
İddianamenin sağlam olan ve olmayan bölümleri var. Önemli deliller olduğu gibi siyasi ifadeler ve hukuk adına tehlikeli maksimalist yaklaşımlar da...
Bunların hepsini teker teker irdeleyeceğim.
Öncelikle nedir şu Tahşiye onu kabaca anlatayım.
**
Meselenin kaba özeti –iddianameye göre- şu şekilde: Nur tarikatı içerisinde Muş’ta yaşayan imam Mehmet Doğan’ın takipçileri vardır. Bu kişiler sohbet toplantıları yaparlar, kitaplar çıkarırlar. Nurcuların bir çok farklı kolu gibi Said-i Nursi öğretilerini kendilerine göre yorumlarlar. En dikkat çekici özellikleri Fethullah Gülen’in dinler arası diyalog, zekat vs. gibi bir takım fikirlerini eleştirmeleridir.
İddianameye göre... Gülen bu eleştirilerin farkındadır. Yine müştekilerin ifadelerine göre bu gruba mensup kişilerin çıkardığı kitaplar Gülen’in kitapçı zinciri NT’de ‘yasaklıdır.’ Satılmamaktadır. Gülen’in bu gruptan haberdar olması da İstanbul Emniyet’inde görevli polis Ali Fuat Yılmazer aracılığıyla olmuştur. Yılmazer’in yönettiği bir organizasyon ile grup üyeleri 2008 yılı süresince dinlenmiştir.
6 Nisan 2009’da Fethullah Gülen herkul.org sitesinde yayınlanan sohbetinde bir irtica tehlikesinden söz eder. El Kaide ile bağlantılı olabilecek bir grubun Türkiye’de dalga dalga tehlike yaratacağını, isminin de ‘Tahşiyeciler’ olabileceğini söyler.
İddianameye göre... Bu konuşmadan 5 gün sonra İstanbul Emniyeti’ne ‘Tahşiyeciler’ ile ilgili isimsiz bir ihbar mektubu gönderilir. Halbuki daha önce Emniyet’in terörle mücadele birimlerinde bu isimle bir örgütten söz edilmemiştir. Yani bu isim ilk kez Gülen’in 6 Nisan 2009’daki konuşmasında geçmiştir. Mehmet Doğan ve takipçileriyle ilgili tatbikat başlar ve sonuçta bu kişilerden birinin evinde bomba ve mühimmat bulunur.
**
Türkçe’ye tercüme edersek... İddianameyi hazırlayan savcının meramı şöyle: Fethullah Gülen kendisini eleştiren bu Nurcu grubu ‘hukuk aracıyla halletmek’ istedi. Önce Emniyet’teki cemaatçi polisler (Ali Fuat Yılmazer) aracılığıyla bu grubu takip ettirdi, sonra sohbetinde böyle bir gruptan söz etti. Ardından Samanyolu TV’de yayınlanan Tek Türkiye dizisinde yer alan ve diziye sonradan –(Samanyolu TV Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın Fethullah Gülen ile yaptığı bir telefon konuşmasından sonra, Gülen’in isteği ve onayıyla)- eklenen Karanlık Kurul bölümünde Tahşiyeciler adlı bir tehlikeli gruptan sözedildi. Sonrasında bu grubun üyelerinden bir kaçının evine baskın yapıldı ve bomba ve mühimmat bulundu. Dolayısıyla Fethullah Gülen, 20 kadar polis, Hidayet Karaca’nın da içinde yeraldığı 32 kişi, suçu olmayan bir dini grubu sırf Gülen’i eleştiriyor diye terör örgütü ilan etti ve hapse attı. Bulunan bombaları da baskından bir gece önce o eve birkaç polis memuru koymuştu. Tüm bu sebeplerle Fethullah Gülen bir terör örgütü lideridir. Paralel Devlet Yapılanması (PDY) veya FETÖ olarak anılan bir terör örgütü vardır.
Evet, savcının iddiası bu yönde.
**
Gelin iki günlük bu yazı dizisinde işe iddianamenin sağlam olmayan kısımlarıyla başlayalım.
1) İddianamede çeşit çeşit ‘terör örgütü’ tanımı yapılıyor. Gülen cemaatinin Tahşiyeciler grubunu kriminalize etmek için yaptığı eylemler bu tanımlardan birine oturtulmaya çalışıyor. Fakat savcı kendisi de tam olarak başarıya ulaştığına ikna olmuyor. TCK’daki tanımına göre bir örgütün, terör örgütü ilan edilmesi için gereken şiddet ve cebir hususlarının sözkonusu duruma uymadığını fark ediyor ama şöyle bir çözüm buluyor: Evet, diyor, ‘Bu örgütte birebir şiddet ve cebir öğeleri bulunmasa da terör örgütüdür çünkü suçlu olmayan kişileri suçlu ilan edip hapse tıkarak insanları ‘terörize etmektedir. Sonra bir Fransızca sözlüğe referans veriyor: ‘Zaten terör korkutmak ve titretmek köklerinden türemiş bir kelimedir. Gülen cemaati yapılanması da çeşitli grupları korkudan titretir. O yüzden terör örgütüdür.’
İddianamedeki ifadeye dikkat: “Her ne kadar bu aşamaya kadar aktif cebir, şiddet içeren eylem ve işlemleri (bombalama, öldürme, yağmalama, kurşunlama ve sair) tespit edilmiş olmasa da özellikle emniyet genel müdürlüğü kadrolarının ve hassaten İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün etkin birimlerinde yapılanan örgütlü yapının emniyet birimlerinin doğasında var olan cebir ve şiddet kullanma yetkisinin verdiği baskı ve korkutuculuğu kullanarak manevi cebir sayılabilir.”
Sevgili okurlar, takdir edersiniz ki, böyle ‘terör örgütü’ tanımı yapılamaz. İddianame dediğin bir fikir makalesi değildir, ceza kanunlarına ve delillere dayanmak durumundadır.
2) İddianame ‘Fethullah Gülen Terör Örgütü’nün kuruluşunu şöyle anlatıyor: “Erzurum-Pasinler-Korucuk köyü nüfusuna kayıtlı Ramiz ve Rabia oğlu 27.04.1941 doğumlu Fetullah GÜLEN, 1958 yılından itibaren çeşitli illerde imam ve vaiz olarak görev yapmıştır. 1970'li yıllara kadar Yeni Asya Grubu içerisinde yer alan Fetullah GÜLEN bu tarihten sonra İzmir Kestanepazarı Kuran Kursu'nda görev yaptığı dönemde çevresinde bulunan arkadaşları ile dini motifleri de kullanmak (istismar etmek) suretiyle örgütünün çekirdek kadrosunu oluşturarak müstakil hareket etmeye başlamış, faaliyetlerini daha ziyade 13-18 yaş grubundaki öğrenci ve genç kesim üzerinde yoğunlaştırarak,teyp/video kasetlerine çekilen vaaz ve konuşmaları, sohbet toplantıları ve özellikle yaz kamplarında görüşlerini ulaştırdığı sempatizan grubu ile kendi adı ile anılan örgütünü kurmuştur.”
Bakınız bu tehlikeli bir bölüm. Zira iddianame bu kuruluş hikayesiyle, bir dini cemaatin içinde ‘organize eylemler yapan bir grubu’ itham etmiyor, bu cemaatin tamamını ‘terör örgütü’ haline dönüştürüyor. Bu durumda herhangi bir fikirsel, dini grubun tamamının keyfe keder biçimde ‘terörist’ ilan edilmesinin önü açılıyor, sözkonusu suçlarla hiç ilgisi olmayan inançlı insanlar töhmet altında kalıyor. unutuyorsunuz.
3) İddianamenin temelini Gülen’in talimatıyla hareket eden polislerin bir dini grubu (Tahşiyeciler) suçlu ilan etmek için yaptığı faaliyetler oluşturuyor. Bunların başında da Tahşiyeciler davasında sanık olanlardan birinin evine konulan bomba ve mühimmatlar teşkil ediyor. İddianame bu bombaların polisler tarafından sanığın evine konulduğunu söylese de bunu doğrudan kanıtlayamıyor ve bunu söylüyor: “Her ne kadar bu çalışma ve analizler sonucunda bomba ve mühimmatları ikamete koyan ve buna gözcülük yapan şüpheliler net olarak tespit edilememiş ise de, tüm birimleri ile bir biri ile uyumlu ve koordinasyon içerisinde çalışan tüm ülke çapında olduğu gibi İstanbul Emniyet Müdürlüğünün kadrolarında görev yapan şüpheli Fetullah GÜLEN'e bağlı paralel yapılı terör örgütü mensubu olan şüphelilerden iddianamede isimleri belirtilip bu aşamada tespit edilenlerin çok iyi hazırlanmış plan çerçevesinde hareket ederek bomba ve mühimmatları yerleştirmiş oldukları, bu sebeple aradan geçen 5 yıllık süreçte bombayı ikamete yerleştiren şüpheliye ilişkin kamera kaydı ve ses kaydı gibi doğrudan birincil nitelikli delillerin elde edilmesinin mümkün olmadığı...”
Hepimiz kabul edelim ki, bu “Her ne kadar”lı cümle müddei savcı açısından sorunlu bir durum yaratıyor.
4) Samanyolu TV Grubu Başkanı Hidayet Karaca’nın bu davada sanık olmasının sebebi Fethullah Gülen’in talimatlarını Tek Türkiye adlı diziye ‘yedirmesi’ ve bu talimatların dizi aracılığıyla polislere verilmesi iddiası.Samanyolu dizileri konusuna yarın daha detaylı değineceğim, şimdilik ‘talimatın diziyle verilmesinin tam olarak kanıtlanamadığını’ belirtmek isterim. Diziyi Cemaat tabanında algı yaratmak için kullanmak ayrı şey dizinin bir ‘terör örgütü’ için haberleşme aracı olması ayrı şey. Samanyolu dizilerinde hayli ‘tuhaf’ öğeler olsa da, özellikle sözkonusu Tek Türkiye’deki diyalogların doğrudan ‘örgüt talimatı’ kabul edilmesi için daha güçlü deliller gerekir.
5) İddianamenin ciddiyetini bozan bir başka unsur da daha önce de söylediğim gibi zaman zaman siyasi makale havasına bürünmesi. Gülen cemaatinin bir terör örgütü olduğunu kanıtlama gayretindeyken şu bölümün lüzumu nedir? “Örgütün bu tavrı yeni olmayıp 28 Şubat sürecinde de anti demokratik girişimler grubun medya organlarınca desteklenmiş ve dönemin hükümetini devirmeyi hedefleyen yayınlar yapılmıştır. Yine 1980 askeri müdahalesinin hemen ardından F. GÜLEN, Sızıntı Dergisi'nde yayınlanan yazısını ‘Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz’ diyerek sonlandırmıştır.” Bir hukuki iddianamede böyle bir ‘tıynet’ yorumu son derece anlamsız. Gülen Cemaati’nin 28 Şubat ve 12 Eylül’de takındığı tavır ile Tahşiyeciler davası arasında somut bağ kurmak abesle iştigaldir. Bir siyasi parti liderinin propaganda malzemesi olabilecek cümlelerin hukuk metninde yeri yoktur.
Yarın Gülen Cemaati iddianamesinin ‘sağlam’ bölümleriyle devam edeceğiz.
Başaran'ın 'Tahşiye iddianamesi'ne ilişkin yazı dizisinin ikinci bölümü şöyle:
İddianamedeki bazı unsurlar, sanık polislerin organize bir yapı içerisinde faaliyet gösterdiğine, Gülen'i rahatsız eden bir dini grubun bir kumpas ile hapse atıldığına dair kuvvetli şüphe uyandırıyor.
Fethullah Gülen cemaatini topyekün terör örgütü ilan eden, örgütün kuruluşunu Gülen cemaatinin kuruluşuyla eş zamanlı başlatan iddianamenin kavruk yanlarını dünkü yazımda irdelemiştim.
Bana kalırsa, Tahşiye davası iddianamesi Fethullah Gülen cemaatini bir terör örgütü olarak tanımlamak ve bu tanıma delil sunmak açısından başarılı değil. ‘Terör örgütü’ tanımında ısrar etmemesi, meseleyi bir organize suç şeklinde masaya yatırması daha doğru olurdu.
Fakat bu durum iddianamenin ‘çökmüş’ olduğunu filan göstermez.
İddianamedeki bazı unsurlar, sanık polislerin organize bir yapı içerisinde faaliyet gösterdiğine, Gülen’i rahatsız eden bir dini grubun bir kumpas ile hapse atıldığına dair kuvvetli şüphe uyandırıyor.
10 adımda bunu detaylandıralım.
**
1) MEŞUM 2009 TARİHİ: Gülen cemaati iddianamesinde sanıkların neredeyse tamamına yakını için ‘suçun işlenme tarihi olarak’ 2009 gösteriliyor. 2009 ilginç bir tarihtir. Şöyle ki… Cemaatin parmağı olduğu iddia edilen bir çok başka siyasi davanın bir biçimde fitilinin ateşlenmesi bu tarihe denk gelir. Örneğin Balyoz davasının sahte olduğu anlaşılan dijital delillerinin 2009 yılında üretildiği ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla eğer tüm bu davalar bir ‘Cemaat’ üretimiyse, delil vs. hazırlanması için başlangıç 2009 yılıdır.
2) İSİMSİZ İHBAR MEKTUBU: Tahşiye soruşturması da son dönemde siyasi ve sosyal hayatımızı değiştiren ‘tarihi’ davaların çoğunda olduğu gibi isimsiz bir ihbar mektubuyla başlamıştır. Mektubun dili ve hitap tarzı Ergenekon davasındaki ihbar mektuplarıyla fazlasıyla benzerlik gösterir. Aralık 2009’da gönderilen bu ihbar mektubunun kim tarafından gönderildiği hiç araştırılmamıştır. Tıpkı diğer davalarda olduğu gibi.
3) NİYE İSTANBUL NİYE YILMAZER: Fethullah Gülen’i eleştiren Mehmet Doğan ve takipçilerinin oluşturduğu dini grubun merkezi Muş. Fakat bu grup hakkındaki ilk araştırmayı İstanbul Emniyeti’nden Ali Fuat Yılmazer yaptırıyor. Neden?
4) YİNE DE OPERASYON: Yılmazer, 2008’de 12 şehrin istihbarat müdürlüklerinden Tahşiyeciler grubuyla ilgili bilgi talep ediyor. Hiç bir şehirden bu grubun şiddete yatkın ya da El Kaide’yle bağlantılı olduğuna dair bir bilgi gelmiyor. Buna rağmen gruba operasyon yapılıyor. Öyleyse bunun ardındaki motivasyon nedir diye sormak hakkımız…
5) O NASIL İSTİHBARAT: Elazığ İstihbarat Şubesi’nin Yılmazer’e cevabı ise tuhaf: “Gülen’in yaptığı konuşmanın zamanlama ve içerik olarak çok isabetli olduğunu, polisiye tedbirlerle çözülemeyecek bir konunun yüzde seksen çözüme ulaştığını, ilerleyen süreçte Tahşiye Grubu’nun irtica bağlantısı ile ilgili kamuoyunda çıkarılabilecek art niyetli haberlerin ve izleyebilecekleri harekat tarzının Gülen’in bu konuşması ile deşifre edildiği şeklinde görüş beyan edildiği...” Böyle bir istihbari yazışma olur mu Allahaşkına?
6) TAHŞİYE LAFINI İLK KİM KULLANDI: Savcının iddiasına göre ‘Tahşiyeciler’ tabiri ilk kez Fethullah Gülen’in 6 Nisan 2009’daki bir sohbetinde geçiyor. Daha önce emniyetin terörle mücadele repertuarında böyle bir örgüt yok. Bu iddia basında yer aldığında Nazlı Ilıcak tarafından çürütülmeye çalışılmıştı. Ilıcak’ın yayınladığı belgeye göre ‘Tahşiye’ ifadesi daha önce MİT’in Genelkurmay’a yazdığı bir cevap yazısında yer almıştı.
İddianame Ilıcak’ın yazısını da konu ederek şöyle diyor: “Şüpheliler Ali Fuat Yılmazer, Erol Demirhan, Hidayet Karaca savunmalarında; tahşiye grubuna yönelik faaliyetlerin Şüpheli Fetullah Gülen'in emir ve talimatı üzerine yapılmadığını, bu hususta 2008 yılı öncesinde MİT tarafından çalışmalar yapıldığını aynı şekilde Genel Kurmay İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nca çalışmalar yapıldığını beyan etmeleri üzerine MİT'e 12.02.2015’te yazılan müzekkereye istinaden verilen 28.04.2015 tarihli cevapta Tahşiye grubuna ilişkin elde edilen bilgilerin Emniyet Müdürlüğü ile paylaşılmadığını, Genel Kurmay Başkanlığına Muş ilinde ihale alan bir firma yetkilisine ilişkin açıklama yapılırken tahşiye grubundan bahsedildiğinin belirtildi.”
Öyleyse Tahşiye’yi kriminalize etme işi Gülen’in konuşmasından sonra değil MİT tarafından yapıldı diyenler doğru söylemiyor.
Nazlı Ilıcak’ın köşesinde bu haber çıktıktan sonra savcılık, Genelkurmay’a 15.02.2012’de bir kez daha bunu sormuş.İddianame’ye göre yanıt şöyle: “Genel Kurmay Başkanlığı İstihbarat Dairesine sorulduğunda; habere konu olan (Kara Kuvvetlerine hitaben yazılıp isme gönderilen) yazının 15.02.2012 tarihinde gereği yapıldıktan sonra kayıtlardan çıkartılarak imha edildiği bildirilmiş olması karşında imha edilerek kayıtlardan çıkarılmış olan bu yazının basın yayın kuruluşlarına sızdırılmasına ilişkin olarak da Genel Kurmay Askeri Savcılığı tarafından soruşturma yürütüldüğü, MİT tarafından İstanbul Emniyet Müdürlüğü yahut diğer birimlerine herhangi bir yazı yazılmadığı, Genel Kurmay Başkanlığı’nın yapılan ihaleyi alan bir firmaya ilişkin güvenlik araştırması yapılmasını MİT’ten talep etmesine istinaden ihaleyi alan kişi hakkında elde edilen bilgiler Genel Kurmay Başkanlığı İstihbarat Daire Başkanlığına gönderilmiştir. MİT'ten gelen ihbar ve bilgilerin değerlendirildiği iddia ve savunmasının doğrulanmadığı keza askeri birimler tarafından da emniyet birimlerine yine tahşiye grubu hakkında herhangi bir bilgi yazısı gönderilmediğinin anlaşılmıştır.”
7) NAZLI ILICAK ‘BAŞARISI’: Burada iddianamede de dikkat çekilen bir hususun altını çizmek isterim. Genelkurmay’ın MİT’ten istediği ve daha sonra herhangi bir araştırma konusu yapmadığı ve imha ettiği bir belge nasıl olup da Nazlı Ilıcak’ın köşesine konu olmuştur? Kanımca bu durum herhangi bir ‘gazetecilik’ başarısıyla açıklanamaz. Ama devletin çeşitli mertebelerinde Cemaat’e bağlı ama ayrı bir gündemle hareket eden kişilerin MİT ve Genelkurmay’a da sızdığını ve hala varlıklarını sürdürdükleri şüphesini kuvvetlendirir. (Ilıcak belgenin kendisine bir Twitter kullanıcısı tarafından, Twitter üzerinden ulaştırıldığını yazdı)
8) POLİSLERİN BOMBASI: Tahşiye soruşturmasını 2009’da açan polislerin ‘talimatı’ doğrudan Fethullah Gülen’den aldığına dair bir delil yok ama hukukun ve kaidelerin dışına çıktıkların gösteren bir delil var. Bombaların bulunduğu evde bir gece öncesinde konuşlandıklarına dair baz istasyonundan alınan sinyallerin listesi mevcut. Taşhiye’ye ait 37 adres, beş sohbet evine operasyon yapılmış, bunlar içinde sadece Turgut Yıldırım’a ait evde mühimmat ve el bombası bulunmuştu. Yıldırım, ifadesinde saat 22’de evi kontrol edip çıktığını fakat ertesi gün yani bombaların bulunmasından sonra kendisini gözaltına alan polisin ‘Dün gece hep ışıklarınız yanıktı, en son yaşlı biri evden çıktı’türünden sözler söylediğini belirtmişti. Bunun üzerine yapılan incelemede diğer adreslerde işlem yapılmadığı halde sadece Yıldırım’a ait ev için Terörle Mücadele ve İstihbarat Şubesi ve hatta diğer suç örgütlerine bakan R Bürosu görevlilerinin bile geceden itibaren ev çevresinde oldukları, cep telefonu sinyallerinden anlaşıldı. Lakin dünkü yazımda da belirttiğim gibi bu bombaları sözkonusu polislerden hangilerinin koyduğuna yahut koyup koymadığına dair başka bir delil bulunmuyor. Öte yandan tarif edilen durumun son derece tuhaf olduğunu kabul etmemek de imkansız. Ayrıca geçmişteki bir çok davada, örneğin Hanefi Avcı’nın sanık olduğu davada veya Balyoz davasında (Gölcük Donanması, Hakan Büyük’ün Eskişehir’deki evi) polisin bir takım delilleri ‘eliyle koymuş gibi bulduğu’ olaylar yaşadığımızı da hatırlatmak isterim.
9) DELİLLERE İMHA: 'Tahşiye’ye yapılan operasyon kapsamında Bahçelievler’deki evde bulunan el bombalarının üzerindeki seri numarasının silinmiş olduğu anlaşıldı. Bulunan mühimmatların da yeniden incelenmek istendiğinde, 17/25 Aralık soruşturmasından hemen sonra, 31 Aralık 2013’te imha edildikleri ortaya çıktı. Evdeki ve mühimmatların yer aldığı poşet üzerindeki parmak izinin kime ait olduğu tespit edilmedi. Neden? Savunmanın bu iki duruma karşı makul bir açıklaması bulunmuyor ve bu da şüpheleri arttırıyor. Bir ilginç detay da yine sözkonusu evde bulunan sis kutularıyla ilgili. Savcı sis kutularına nadir rastlandığını, daha önce Poyrazköy’deki kazılarda aynı tip sis kutularının karşımıza çıktığını hatırlatıyor iddianamede.
10) ERKENKONDU SAVCISI N’OLDU: Gelelim şu dizi meselesine… İddianame Samanyolu dizisi Tek Türkiye’deki diyaloglarla Cemaat’in polislerine talimat verildiğini söylüyor. Bu pek akla yatmıyor. Lakin tesadüfleri aşan bazı noktalar da yok değil. Bir anda hiç duyulmadık bir Tahşiye lafının dizinin akışına uymayan ve diziye Fethulla Gülen ile Hidayet Karaca’nın yaptığı telefon görüşmesinden sonra –Gülen isteğiyle- eklenen Karanlık Kurul bölümünde geçmesi hayli ‘ilginç.’ Dizinin yapım şirketi ve senaristlerinin ilgili bölümü yazmadıklarını söylemeleri ‘ilginç.’ İddianameye göre dizinin o bölümlerinin bir polis tarafından yazılması da ‘ilginç.’ Biraz fazla ‘ilginçlik’ bir araya toplanmış gibi. Fakat tüm bunlar dizinin bir ‘talimat aracı’ olarak kullanıldığına kesin delil oluşturmuyor. Halbuki savcının elinde Samanyolu dizileriyle ilgili çok daha iyi bir malzeme vardı: O da Kollama adlı başka bir Samanyolu dizisindeki bir hadise idi.
Dizi, Ergenekon davasının, tüm sanık ve konularını işliyordu. Günlerden bir gün, bölümlerden bir bölüm, ‘Erkenkondu Savcısı Zeki Yahya’ kendisine kurulan bir kumpas sonucu görevinden alınmıştı. Dizide Zeki Yahya savcımızın başına 25 Mart 2011’de gelen bu hadise, 4 gün sonra, 29 Mart 2011’de gerçek oldu ve Zekeriya Öz Ergenekon davasından alındı. Bir dizi, o vakitler efsane olan firari savcı Öz’ün ortada hiç bir emare yokken görevden alınacağını nasıl tahmin etmişti?
Samanyolu TV bu durumu kibirli bir tonla dalgaya almış, ‘Eminiz bu komik iddialar dizimizin reytinglerini arttıracak’ demişti. Dolayısıyla Samanyolu dizilerinin ‘müneccim’liğiyle ilgili savunma makamının esaslı bir açıklama yapmasını isteme hakkımız var.
**
Sadede gelelim…
Dünkü yazımda ve yukarıda belirttiğim noktaları birleştirdiğimde bir fikir elde etmiş bulunuyorum. Meşum tarihi davalarımız olan Ergenekon, Balyoz, Kafes, Askeri Casusluk, KCK, OdaTV ve Devrimci Karargah iddianamelerini de iyi kötü incelemiş biri olarak da şunu söyleyebilirim: Biz bu filmi gördük. Tahşiyeciler adlı grup üyelerinin araştırılması, soruşturulması, hapse atılması, delillerin muhteviyatı, bir Samanyolu dizisi fenomeni… Hepsi ama hepsi bu saydığım davalarınkine fazlasıyla benziyor.
Evet… Elbette ‘benziyor’ ile hukuk davası yürütülemez.
Evet… Fethullah Gülen liderliğinde bir ‘terör’ örgütü olduğu iddiası kanıtlanmıyor.
Evet… Bir takım polislerin Fethullah Gülen’den talimat alarak hareket ettikleri kanıtlanmıyor.
Ama bence artık Gülen cemaatine mensup bir takım polis, savcı ve hakimlerin “organize bir örgüt” sistematiğiyle ve bir ajanda doğrultusunda hareket ettikleri suçlamasını destekleyecek ciddi veri birikmiş vaziyette.
Benim açımdan resim gayet açık.
Bu açıklığı hukuk diline dökmek için OdaTV ve Balyoz davalarındaki izleri sürmek gerekecek. Fakat o zaman ‘başkalarının’ kirli çamaşırları da ortaya saçılacaktır. İşte buna var mısınız, şüpheliyim!
Not: İddianameye baktığımda Samanyolu TV Başkanı Hidayet Karaca'nın tutuklu yargılanmasındaki mantığı göremiyorum, burada bir mağduriyet yaratılıyor.
© Tüm hakları saklıdır.