Aysel Sağır
“Filistinli gerillalar Sağmalcılar Cezaevi’nden kaçmıştı kurtarılmış bölgede Çayan Hücresi yakalanmıştı terk edilmiş bir evde dev-Genç makbuzları ve kızıl bayraklar bulunmuştu polis dernekleri kapanmıştı Sefaköy’de liseli bir genç kurşuna dizilmişti Demirel kurtarılmış bölgelerin ülke bütünlüğünü zedelediğini söylemişti Ankara’da bir avukat... bir kahve...”
Yaşama tutunduğumuz tüm değerler, tanıdığımız film kahramanları, öğrendiğimiz masallar, hayata dair bildiklerimiz, gerçeklik duygusu zamandan daha hızlı davranarak biz(ler)i terk ediyor. Sadece bizi değil tabi, bizden sonraki ve önceki kuşakları da. Çünkü her bir kuşak bir öncesizlik ve sonrasızlığın içine yuvarlanıyor. Zira Ethem Baran’ın Emanet Gölgeler Defteri bunu bize fazlasıyla duyumsatıyor.
Metindeki Yağız’la, bundan 40-50 yıl önce, Yozgat’da başlıyor yolculuğumuz. Daha doğrusu, 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte noktalanarak, Türkiye’ye özgü linear kurguya çarpmadan önce. Ama Baran’ın bu çizgiyi takip ettiğini söyleyemeyiz. Fakat bütün sular, hayatı keskin bir bıçak darbesiyle kesen sözkonusu kurguya akıyor dememiz yanlış olmaz. Filmin sonunu tamamladığımızda ise hafıza sıfırlanıyor. Yani bellek yitimiyle birlikte, mevcut duruma uyum başlıyor. Yalnız bu bir sonuç. Onca yaraya dokunduktan sonra gördüğümüz bir resim sadece. Başa dönersek, metinde, üçüncü bir kişi anlatıyor bize Yağız’ı. Daha doğrusu onun çocukluğuna, ilk gençliğine, yetişkinliğine tanıklık etmemizi sağlıyor. Bazen de Yağız giriyor araya. O üçüncü kişiye eşlik edercesine, yani sahiciliğini daha da hissettirmek için. Böylelikle, Yağız’ın bir bankada hademe olan babası, çocuklarına kol kanat geren annesi, kardeşleri, onbeş-onaltı yaşında akrabasıyla evlenen kız kardeşi, aşık olduğu kuzeni, Almanya’daki akrabalar, veresiye alışveriş yapılan küçük bakkal dükkanları, büyük şehirlere göç etmiş komşular da çevremizi sarmaya başlıyor.
Yaşadığımız ülkenin renksiz filmi
Yağız’la yaptığımız mahalle turlarında diğer gençlerle de karşılaşıyoruz. Aslında onları daha önceden tanıdığımızı söylemeye gerek yok. Tutkuları, içinde yuvarlandıkları boşlukları, çarptıkları duvar(lar)ı tahmin etmek hiç de zor olmuyor. Mahalledeki “gençlerin neredeyse tamamı, gençliklerinin sonuna gelmiş gibi, yürüyüşlerini, bakışlarını ağırlaştırmış, gülmeyi bir kenara bırakmış, yıllardır beklediklerini bulmuşçasına babalarımıza, amcalarımıza, dayılarımıza benzer kalıpların içine girerek o bildik hayata şaşılası bir çabuklukla uyum” sağlıyor. Metinde tanıklık ettiğimiz yaşamların durağan bir atmosferde gerçekleşmesi de tesadüf değil. Zira şehir(ler)e, kasaba(lar)a bugünden baktığımızda, çok yavaş gözüküyor(lar). Bu yüzden olsa gerek tanıklıkların ivmesi de -yitirme duygusunun başat durumda olduğu- okuyucu belleğiyle hızlanıyor. Zira bakkaların yerini marketlerin, tanıdıkların-akrabaların yerini sokakların ya da ucuz pansiyonların aldığı zamanla bugün arasındaki geçiş oldukça keskin gözüküyor.
Çok değil bundan bir-iki kuşak öncesinin yaşamı sözkonusu olan. Yani yaşadığımız ülkenin siyah-beyaz uzun metrajlı bir filmi. Yoksulluğun gri rengiyle görme edimleri sınırlanmış, varoluşsal debelenme içinde olan insanlar, ülkenin saklanan yüzü. Yağız’ın çocukluğu ve ilkgençliği sürecinde Yozgat’ta bulunduğumuz süre içinde bunu hep duyumsuyoruz. Tabii bu arada, aynı Yağız(lar)ın, bulunduğmuz ülkenin başka şehir(leri)nde, kasaba(lar)ında yaşadıklarını, eş duyumsal bir öze sahip olduklarını da biliyoruz. Yani diğer Yağızlar’ın da Almanya’da akrabaları var. Onlar da tıpkı, Yağız’a yaptıkları gibi eski elbiselerini kendileri kadar şanslı olamamış yakınlarının çocuklarına göndermişler.
Devlet dersinde öldürülen çocuklar...
Almanya’da yaşayan akrabaların çocuklarının bir sıfır önde olduğu, sosyal farkların umarsız aşkların ateşini daha bir körüklediğini söylemiyor Yağız. Ama Almanya’daki dayısının kızı Sevdiye’ye imkansız bir aşkla bağlanıyor. Benzeri aşkları mahallenin diğer gençleri de yaşıyor. Yalnız kolaylıkla pes edip, hemencecik evlenerek çoluk çocuğa karışmakta gecikmiyorlar. Çünkü hepsi daha önce Ece Ayhan’ın dizelerindeki gibi “devlet dersinde öldürülmüş çocuklar.” Ama Yağız, salt okumaya olan düşkünlüğüyle yırtıyor. Bu düşkünlük, Ankara’da bir üniversiteye kadar onu iteliyor. Üniversiteye başladığında da bize sürekli anlatan üçüncü şahsa; şeylerin daha bir ayırdına varmış bir sesle yaklaşmasını söylüyor. Zira Yağız’ın çocukluk-gençlik yaşamı Ankara’dan daha bir temize çekilmiş gözüküyor. Ama yanlış anlaşılmasın, özlem, yitirme, dostluk-sıcaklıklığın kendini dayattığı bir temize çekme bu. Bu kez de Ankara’nın gecekonduları var karşımızda. Merkezin uzağında kalmış, görece refah yaşam(lar)ın dışındaki halka halka büyüyen hayatlar. Ülkenin dört bir yanından gelmiş tutunamamışlar.
Yağız’ın yaşamına yaptığımız tanıklık aynı zamanda, bugünün erkek-kadın ilişkileriyle, erkeği biçimleyen kültürle ilgili de bir alt metin sunuyor. “Bütün arkadaşlarım yapıyor, diyemedin, derelere gidiyoruz, önce otuzbir çekiyor sonra derede çimiyorlar... Mahallenin abilerinden neler öğreniyordun, neler... Eşeğe, eşek demeye utanan adamların, eşeğe her şeyi yaptıkları gibi bir de ona şiir yazdıklarını (Sabahleyin kalktım düştüm peşine/ Uğramıştım zemherinin kışına/ Kıvırdım kuyruğun çektim döşüme/ Sesime gel kara sıpa sesime...) kime, nasıl anlatmalı? Dere boyunda, viran evlerin izbe bahçelerinde, yaz gecelerini şenlendiren uzun yürüyüşlerde ezbere alınan ne maniler, ne şiirler, ne ayıp sözler vardı erkekler arasında dolaşan.”
Cüneyt Arkın, Battal Gazi, Kara Murat...
Otobüs yolculukları, sıkça içilen sigaralar. Kurnazlıklarıyla işlerini yürüten, kasabadaki yakınlarının iftihar etttiği hizmetli “Şeremet emmi”ler. Torunlarının içini ısıtan “Dudu nine”ler, “Sefer dede”ler. Siyah-beyaz tv yayınları, Cüneyt Arkın, Kara Pençe, karınca duaları, sinemalarda düşlerini parçalayan ergenler, uzun saçlı, İspanyol paçalı şehirliler, çamurdan ağırlaşmış ayakkabılar, çatkapı gelen komşular, sobanın üstünde tüten çaydanlık, mahalle düğünleri, davul-zurna, Frukolar, damlarından su sızan odalar, “Türkeş’çiler”, anarşist olmasından korkulan gençler, “Çölde Kaybolan Çocuk” filmi... Yağız’ın kuşağı, Battal Gazi’yle, Kara Murat’la, Malkoçoğlu’yla “serhat boylarında dıgıdık dıgıdık, ırmakları sıçratarak, ormanları çınlatarak at sürüp Arap Celal’in veya Reha Yurdakul’un hanına gelirler; oradaki, bizimle –nasılsa oluyorsa- aynı dili konuşan keferelere hadlerini bildirip, hancının yangılı karısı ya da önüne gelene veriyormuş gibi işveli kızıyla yatan” filmleri izlerken nasıl bir gerçekliğe çarptığını bilmiyor. Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay yanıbaşlarında, aşklarını özlemlerini fısıldarken umutlular. Biz de aynı şarkıları dinlemeye hazırlanırken, masum bir okuyucu profili oluşturamıyoruz ne yazık ki, araya giren bilincimiz bizi uyarıyor. Zira geçmişte kalan saflığa, naifliğe bodoslama dalan sadece zaman değil.
Bir süre sonra belleğimizin metne yansıdığı yanılsamasına kapılıyoruz. Filmin kareleri bu kez de o çok tanıdık 12 Eylül vurgusuyla, kocaman bir virgülcesine metnin sonuna bir çengel gibi asılıyor. Siyah-beyaz kareler, tüm teknolojik-yapay renkleri aralamış gibi oluyor.
EMANET GÖLGELER DEFTERİ
Ethem Baran
İletişim Yayınları- 2013. S, 263