30 Aralık 2024 21:18
T24 Kültür-Sanat
Genç tiyatrocu Burak Can Aras, yakın zamanda Boa Sahne'de prömiyerini yapan, hem yazdığı hem de oynadığı Kek isimli oyununu, lise arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Freak Tiyatro'yu, oyun arkadaşlarını ve tiyatro yapmanın tüm zorluklarına rağmen tiyatro yolculuğunu T24'e anlattı.
Kek, genç yaşta evlenmiş ve ebeveyn olmuş bir çiftin hikayesini anlatırken, içinde kadın-erkek ilişkilerinden yakalanan, insanların kolayca empati kurabileceği sahneleriyle seyirciyi kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkarıyor.
- Tiyatroyla tanışman nasıl oldu?
Ortaokulda kantinde arkadaşlarımla sohbet ederken bir anda ortaya bir laf attım; “Dün Barzani’yle yemek yedim” dedim. O zamanlar televizyonda sıkça duyduğumuz Barzani aklıma geldi, tamamen uydurdum yani. Herkes kahkahalarla gülünce, bu durum aşırı hoşuma gitti. Türkçe dersinde hocam “Hadi gel, tahtada da anlat” dedi ve bir anda tahtanın önü sahne oldu benim için. Veli toplantısında hocam, “Bu çocuğu bir tiyatro kursuna yazdırın” demiş. Haftasına babam beni kolumdan tutup Duru Tiyatro’ya götürdü ve orada eğitim veren Banu Çiçek’e teslim etti.13-14 yaşlarındaydım gerçek bir sahneye ilk adımımı attığımda.
- Sonra eğitimine devam ettin mi?
Evet, ortaokul bitince lise sınavları başladı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi’ne başvurdum ve kazandım. 4 yıl orada okudum. Sonra üniversitede İstanbul Aydın Üniversitesi Drama ve Oyunculuk bölümünü tam bursla kazandım ama 3 ay sonra keskin bir kararla okulu bıraktım. Aklımda başka bir okul vardı, denedim ama olmadı. Sadri Alışık Akademisi’nin Konservatuvar bölümüne girdim ve 2 yıl orada eğitim aldım. İlk oyunum Domuz Tepesi’ni de orada yazdım.
- Domuz Tepesi ilginç bir isim. Kek de öyle.
Konusu da öyle; farklı mekânlarda aynı gecede geçen bir polisiye oyun. Aslında Kek ortaya çıkmadan önce onu sahnelemeyi planladık ama 11 kişilik bir oyun olduğu için şimdilik rafa kaldırdık. Tarantino, Reservoir Dogs’un senaryosunu yazmadan önce ismini bulmuş ve “Çok iyi bir isim oldu, hadi şimdi buna senaryo yazalım” demiş. Domuz Tepesi de böyle ortaya çıkmıştı. Heybeliada’da bir yerdi; ismi hoşuma gittiği için notlarıma kaydetmiştim. Kek’in böyle bir hikâyesi yok, üzgünüm. Düz Kek.
- Daha önce profesyonel oyunculuk tecrüben oldu mu?
Evet. Liseye giderken Merhamet dizisinde rol aldım; o zamanlar ses getiren bir iş olmuştu. Sonra Öğretmen, Mezarlık gibi diziler oldu. Bu sene, Altın Koza Film Festivali’nde rol aldığım Hiçbir Şey Yerinde Değil isimli film üç ödülle döndü. Sadri Alışık Tiyatrosu’nun Esaretin Bedeli ve Ozan Ağaç’ın yazdığı Hediye isimli oyunlarda da yer aldım.
- Kek’i konuşmadan önce hayal ettiğin tiyatroculuk hayatını yaşayabiliyor musun diye sormak isterim. Tiyatro yaparak hayatını idame ettirebiliyor musun?
Bence şu an kurulan bizim gibi genç ekiplerin tiyatrodan bir para beklentisi yok. Biz de yola çıkarken kendi içimizde bunu konuştuk, asla maddi bir beklenti içinde olmadan, elimizdeki imkânlarla yapabileceğimiz en iyi işin peşinden gideceğiz dedik. Keşke bütün bu koşturmanın emeğinin içinde bunun tatmin edici bir maddi karşılığını bulabilsek ama günümüz şartlarında bu oldukça zor. Biz, üç arkadaş Harun Osman Timur ve Baran Aktaş ile birlikte Freak’i kurduk. Yola çıkmadan önce ne gibi zorluklarla karşılaşacağımızı tahmin ediyorduk. Bugün en uygun salon kirası 10 bin lira artı KDV. Biz yeni kurulan bir ekibiz, ne kadar seyirci çekeceğiz, ne kadar bilet kesilecek, ne kadarının salona, ne kadarının çektiğimiz krediye gideceği belli değil. Bugün oyuncu arkadaşlarımıza ne kadar vereceğiz gibi büyük sıkıntılar yaşadık ve hâlâ yaşamaya devam ediyoruz. Bu sıkıntıları yaşayan bizim gibi birçok ekip olduğunu da biliyoruz. İmkansız değil tabii ki, bir gün her şeyin daha güzel olacağına inancımız tam olduğu için bu düzenin içinde savaşmaya, ayakta kalmaya ve biz de buradayız demeye devam edeceğiz.
- Bu zorluklar yaratım sürecini etkiledi mi?
Elbette. Kek’in yazım sürecinde çok şeyi silip attım metinden. Hizmet etmiyor diye değil, bunu yapmak çok para ister diye. Bu bir yerde tetikleyici bir şey aslında. Zaten müthiş imkânlarımız var diyip işi tamamen şova döküp büyük prodüksiyonlu çoğu kötü iş gibi dekorun, kostümün orkestranın arkasına gizlenen bir oyun yapabilirdik ve yaptığımız şeyin inanılmaz iyi olduğuna kendimizi inandırır, tek başımıza kaldığımızda da oyundan gizli gizli nefret ederdik. İyi ki paramız yok demeyeceğim tabii ki de ama şu an bu imkansızlık, elde olanı en iyi hale getirmek için güçlü bir azim göstermemize sebep oluyor.
- Oyun yazmaya nasıl başladın?
O da sanırım lisede başladı. Çok hızlı kompozisyon yazıyordum ve bunu yaparken aşırı eğleniyordum. Ama tabii üzerine çok düşmedim. Yıllar sonra Ozan Ağaç’la tanıştım. Yönetmen-oyuncu ikilisi olarak başlayan bağımız, zamanla abi-kardeş ilişkisine dönüştü; ardından da Training Day filmindeki Alonzo ve Jake ikilisine evrildi. (Referans verdiğim bu filme çok şaşıracaktır, eminim) Ufkumu açan film önerileriyle bana hikaye anlatıcılığını, diyalog mantığını ve karakter yapısını öğreten, yazdığım her şeyi sabırla okuyup gelişmem için vakit ayıran sevgili hocama da buradan sevgilerimi iletmek isterim.
- Provalar nasıl geçti?
Provaları mezun olduğumuz lisede aldık. Harun, Baran ve ben, lise arkadaşıyız. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi mezunuyuz. Okul dağıldıktan sonra sahneye biz giriyorduk. Prova mekânımızın rahat olması bizi çok ileri taşıdı. Yavaş yavaş, her anı oturta oturta ilerledik.
- Diğer oyuncularla enerjiniz nasıl uyuştu? Nasıl bir araya geldiniz?
Işıl Yılmaz ve Ezgi Bayramoğlu müthiş yetenekli kadınlar. Işıl ve Ezgi’yi Harun tanıyordu zaten. Ezgi, yüksek lisanstan arkadaşı; Işıl’la da konservatuvar sınavlarından tanışıyorlar. O kefil olunca, biz de Baran’la hemen tamam dedik. İyi ki de öyle olmuş. Metni tamamen sahiplenip en iyi hale getirebilmek için çok uğraştılar. Bu bence işin en kıymetli yanı. “Geldim oynadım, gittim” değil, “Hadi daha iyi nasıl olabiliriz?” sorusunu hep kollamak, tiyatronun kolektif yapısına yakışan bir durum. Tanımadığınız biriyle işe başlamak zaten zor bir şey; bir de o iş tiyatro olunca zorluk ikiye katlanıyor. “Acaba anlaşabilecek miyiz? Acaba gerçekten metne inanacak mı? Disiplinli mi, uyumlu mu?” gibi bir sürü soru dönüyor kafada. Ya da, “Dünya iyisi bir insan ama oyunculuğu pek iyi değil, nasıl söyleriz? Ne deriz? Çok üzülür ama söylemezsek süreçte biz daha çok üzülürüz. Allah kahretsin, neler yaşayacağız?” diye dertlendik epey. Ama hiçbiri olmadı, çok şükür, sorunsuz atlattık süreci.
- Metni yazarken özellikle neye dikkat ettin?
Gerçek neyse onu bulmak için uğraştım. Öyle olunca empati kurmak bence daha kolay bir hâl alıyor. Seyirci, yani en azından benim için, oyunu izlerken karakterle empati kurduğu an keyif almaya, yanındaki arkadaşını koluyla dürtüp “Bak, aynı sen!” dediği an metnin içine girmeye başlıyor bence. Öbür türlüsü facia zaten. Seyircinin bir tane cumartesi akşamı var, onu da seni izlemeye ayırmış, bilet almış, kalkmış, neredeysen gelmiş yanına oturmuş ve izlediği şey saçma sapan, ne olduğu belli olmayan abuk sabuk bir şey. Öyle olunca o insan çıldırıyor tabii ki. Cumartesi gecesine mi yansın, 400 lirasına mı? Tabii bunun biletin bin küsür lira olduğu versiyonları da var, onları saymıyorum.
- Artık oyuna geçelim. Nasıl bir motivasyonla bu oyuna başladınız?
Harun ve Baran’la bütün yaz metin okuduk. “Onun dekoru zor, bunun oyuncu sayısı çok, ötekinin yazarı çok Euro ister” derken asla bir şey bulamadık. O ara internette gezinirken Kuvvetli Bir Alkış dizisinin fragmanına denk geldim. 1 dakikalık bir şeydi. Ama başa sarıp sarıp izliyordum. “Ya, acaba böyle bir şey olur mu?” diye düşünerek izlemeye devam ettim. Bir rehberlik öğretmeninin zamanla ilişki terapistine dönüşeceği bir oyun… Aynı gece 4 sayfa bir şeyler karalayıp Harun’a attım. Sabah okuyup aradı sağ olsun, “Kimin bu? Hemen yapalım” dedi. Öyle başladık. Tabii sonra yol boyunca çok şekil değiştirdi.
- Kek bize ne anlatıyor?
Bu oyun ne söylüyor? sorusu müthiş bir anksiyete yaratıyor bende. Yazarken hiç “Ya, yazıyorum ama bir şey söylemek de lazım” gibi düşüncelerim olmuyor. Seyirci olarak gittiğim oyunlarda da işin bana ne anlattığıyla değil, ne hissettirdiğiyle ilgileniyorum daha çok. İyi bir oyun izlemenin üzerinde bıraktığı etki, o gece seninle evine kadar geliyor; müthiş bir şey bence bu.
Berkun Oya bir yazısında şöyle diyor: “Asıl suç, suçlu hissettirmektir zaten çoğu zaman ve biz suçlu hissederek gizleriz bu suçu, kendini yutan kara deliktir suçluluk duygusu. Bir insana kıymak da illa şakağına silah dayayıp tetiği çekmekle olmuyor, gerçeğin, sevdiğin biri tarafından gizlenmesi de bir tür cinayet. Üstelik gerçek, kendinden kaçanı en gülünç durumlara düşürüyor her zaman. Bir gün geliyor, gerçekten kaçanlar, tutmayan dizilerin çakma jönleri gibi kalıveriyor ortada.” Bu yazı oyunun en iyi tanımlaması olabilir, en azından benim için.
- Harun Osman Timur oyunun yönetmeni. Süreçte yazar-yönetmen arasında anlaşmazlıklar yaşandı mı?
Yazım sürecinde Baran ve Harun’un hep desteği oldu; o dünyayı birlikte kurduk sayılır. Bu yüzden metin bittiğinde aşağı yukarı neler yapacağımızı zaten biliyorduk. Harun, ne istediğini bilen ve bunu karşı tarafa iyi aktarabilen bir yönetmen. O yüzden her şey sorunsuz işledi.
- Bazı yazarlar, metni uzun süre kafalarında tasarlayıp bir anda yazmaya başlar. Sen de öyle misin?
Uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bir hikaye var; genç bir polisin başına gelen tatsız bir olayla ilgili. Ama yazmıyorum, sebebi de kafamda tasarladığım için falan değil, sadece nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Belki o bahsettiğin şey 35’imden sonra olur, bilmiyorum. Şimdi, daha her şeyin çok başındayım.
- Yazım sürecinde etkilendiğin ya da esinlendiğin bir yazar ya da iş oldu mu?
Scenes from a Marriage var, Bergman’ın. O olabilir. HBO uyarlamasından bahsediyorum ama.
- Son olarak oyun takviminden bahsedelim ve gündeminizde yeni projeler var mı ?
En yakın tarih 11 Ocak Cumartesi saat 20:30’da Taksim Ara Sahne’de olacağız. Aylık program takvimi için sosyal medya hesabımızı takip edebilirsiniz. Yeni projeler üzerinde konuşmaya başladık ama ne zaman, nasıl olacağı henüz belirsiz. Umarız yine en güzeli olur.
© Tüm hakları saklıdır.