İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) bünyesinde Sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset küratörlüğünde "iyi bir komşu" temasıyla düzenlenen bienalin siyasi sorunlara insan odaklı bakan yaklaşımının vurgulandığı haberde, serginin "sanatın gücüne inancımızı yenilediği" belirtildi. Bienalin, dünyada yaşanan siyasi çalkantılara, "hayal gücü ve saygıyla" cevap verdiği söylendi.
İngiltere merkezli Financial Times gazetesinde 5 Ekim Perşembe günü yayımlanan Rachel Spence imzalı haberde, "günümüzün siyasi koşulları düşünüldüğünde komşuluk temasının ne kadar isabetli bir seçim olduğu" yorumunda bulunuluyor.
“Siyasi çalkantıların insani bedeli” başlıklı haberin Türkçe çevirisi şöyle:
Etkinliğin küratörleri, çalkantılı bir dünyaya hayal gücü ve saygıyla tepki veriyor
Profesyonel küratörler gergin olmalılar. Berlin kökenli ikili Michael Elmgreen ve Ingar Dragset’in küratörlüğünü yaptığı bu yılki İstanbul Bienali, son zamanlardaki birçok serginin şüphelenmemize yol açtığı şeyi kanıtlıyor: bu günlerde en iyi küratörler sanatçılar arasından çıkıyor.
Kişisel ve siyasi kaygıları ortak bir noktada buluşturan ve duyguları teorinin önünde tutan 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığıyla açık sözlü, insani ve güncel. Milyonlarca insanın hareket halinde olduğu ve geri kalanımızın da bu insanlara hoş geldin diyebilir miyiz, dersek nasıl deriz diye merak ettiği bir zamanda komşulukla ilgili bir temadan daha uygunu kolay kolay bulunamazdı.
Bu mesele Türkiye’den başka bir yerde bu kadar şiddetli halde değil. Orta Doğu ve Avrupa arasında sıkışıp kalmış, 3 milyon mülteciye yuva ve çok sayıda terör saldırısına da hedef olan Türkiye’nin komşu ülkeleriyle olan uyumu, halkını ve daha geniş çapta bir belirsizlik perhizinde bulunan dünyayı besliyor. Bu baskıya ek olarak Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminde, kendi görüşünden olmayanları bastırmaya kararlı Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki hükümet tarafından gazeteciler, akademisyenler ve yazarlar da dahil on binlerce insanın hapse atıldığını gördük.
Hem iş hem hayat arkadaşları olan Elmgreen ve Dragset, darbeyi takip eden bu korku ikliminde harekete geçmeyi düşündüler. İstanbul havaalanına giderken taksideki sohbetimizde “Kendimize böyle bir zamanda sanatın rolü ne olabilir diye sorduk.” diyor Dragset. Bu soruya cevap vermek için Türkiyeli tarihçiler, akademisyenler ve sanatçılarla tanışmışlar. “[Türkiye’de] her şeyin çok karmaşık ve her zaman birçok tarafı olduğunu fark ettik.” diyor Dragset. “Ama herkes şunu söylüyor: ‘Bienal’e ihtiyacımız var.’ … Hepsi Türkiye’nin kendisini dışlanmış hissetmemesi gerektiği ve sanatın diyaloğu ve anlayışı genişletebileceği konusunda hemfikir.”
15. İstanbul Bienali işte bu amacı gerçekleştirmelidir. Az bulunan, ahenkli ve son derece düşünceli Bienal, siyasi çalkantılara, bu çalkantıların mal olduğu insanlığın altını hayal gücü ve saygıyla çizerek tepki gösteriyor. Resmi bir başlangıç noktası olmasa da yolculuğa başlamak için iyi bir mekân olarak şehrin özel yönetimdeki sanat müzesi İstanbul Modern gösterilebilir. Müze, giriş katını sergiye ayırmış. Buradaki ilk eser, “Ground” (Zemin, 2014/2017), Çinli sanatçı Xiao Yu’nun ıslak çimentodaki saban izleri üzerinde toprağı süren bir eşeği gösteren videosu, bizi insanın ve doğanın barış içinde birbirinden bağımsız var olduğu ormana ilişkin ve sanayi öncesi bir çağa fırlatıveriyor. Köşeyi dönünce Adel Abdessemed’in Nick Ut’un 1972’de napalm saldırısından sonraki Vietnamlı çocukları gösteren ünlü fotoğrafından esinlenilen 2013 tarihli çığlık atan çıplak çocuk heykeli, “Cri” (Feryat) sanayileşmiş dünyanın kabul edilemez tehlikelerinin yolunu açıyor.
Takibindeki gösteri, şiddetten ve yerinden edilmişlikten neredeyse sağır kalmış bir topluma tanıklık ediyor. Latifa Echakhch’ın siyasi gösterileri anlatan, boyaları pul pul dökülmüş, onarılmaz şekilde zarar görmüş duvarlarla kaplanmış bir oda olan “Crowd Fade” (Silinen
Kalabalık, 2017) çalışmasında demokratik protestonun ölümünü görürüz. Lydia Ourahmane hem dünyamızın hem de değerlerimizin zehirlendiğine yarım kalmış beton binalarla işaret eder, “Cennetin en tepesinden cehennemin en dibine kadar” (2017). Bir üst katın inşasını bekleyen çıplak metal çubuklardan oluşan kasvetli iskelet, Cezayir’deki kimyasal zehirlerle kirlenmiş bu yüzden de yoksul alıcılara verilen bölgenin küçük arsalarından birini kopya etmektedir.
Bu Bienal tekrar ve tekrar dünya çapındaki ait olamama hastalığını vurgulamaktadır. Los Angeles’tan gelen sanatçı Kaari Upson, filozof Slavoj Žižek’in “evsiz nesne” kavramından ilham alarak içinde genç bir kadının bir varoş evinin ötekiliğini bozmakla kafayı bozduğu ve bir televizyon etrafına yerleştirilmiş süngerimsi kirlenmiş aynı zamanda tuvalet olan koltuklar gibi anti mobilyalarla distopik bir ev yaratır. Irak’ta doğmuş ve Ontario’da yaşamış Mahmoud Obaidi’nin yalın iki siyah beyaz tablosu evlerini kafalarına giyen figürler sunmaktadır. Köksüzlüğün, aynı sanatçının “Compact Home Project” (Kompakt Yurt Projesi 2003-4) enstalasyonunda da altı çizilir. Eski sınıfların ideal sergi alanları oluşturduğu şık neoklasik bir bina olan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda yer alan Obaidi’nin geçici şeylerden oluşan paslanmış arşivi, doğduğu yeri, Bağdat’ı bırakışının kederine şahitlik ediyor.
Bu kadar çok toprak yakıldığında mültecileri nerede buluruz? Kaçışların ve geri çekilmelerin resimleri, umut dolu zamanlarda, hayatta kalan birinin son sığınağını bulduğu zamanlarda ikircikli bir geri çekiliş gibi serginin her yerinden çıkıyor. “Evim Evim Güzel Evim” (2017) isimli üç parçalı videosunda Türkiyeli sanatçı Volkan Aslan, bir ekranda virane halindeki yüzen evinde çalışan, yazan ve bitkilerini diken genç bir kadın kurar, bu kadın, başka bir sahnede gösterilen Boğaz’ın öte tarafında dünyanın başına gelen her türlü korkuya kayıtsız bir haldedir.
Yer altının siren çağrısı çoğunlukla kendini alternatif bir mesken olarak sunar. Galata okulunda Kolombiyalı sanatçı Pedro Gómez-Egaña, “Domain of Things (Eşyaların Etki Alanı, 2017) enstalasyonunu oluştururken terk edilmiş bir oturma odasına temel oluşturan iskelet bir çerçevede emekleyen oyuncular koreograflar. Aynı mekânda, ABD’li ikili Jonah Freeman ve Justin Love, Kaliforniya’nın Hollywood sağlığı pırıltısının altında fokurdayan saykodeli, punk, doğu Avrupa kaçakçıları, sahte lüks eşyalar gibi pasaklı karşıt kültürlerle bizi sarsan baş döndürücü labirent odaları oluştururlar.
Ana akım söylem bozulduğunda kurumları da parçalanır. Genellikle İstanbul’daki şehir kültürünün direği Osmanlı sanatının Pera Müzesi’nde gözler önüne serilen bölümünden ortaya çıkan mesaj bu. Burada, yabancı diplomatların geleneksel Türk kıyafeti içindeki 19. yüzyıl tabloları arasında Dayanita Singh’in siyah beyaz fotoğrafları, terk edilmiş müzelerin karamsar sevimliliğinin, “küratör” ve “sicil memuru” efsanelerini taşıyan boş tahta sıralarla pekiştirilen ihmal halinin tarihini çıkarır. Köşeyi dönünce felaketin daha az üstü kapalı bir ifadesi, betondan bir levhanın patlamasıyla neredeyse yutulan bir Romantik manzara tablosu şeklinde Meksikalı sanatçı Alejandro Almanza Pereda’nın inceliği olarak ortaya çıkar.
Beceriksiz ellerde “iyi bir komşu”nun melankoli damarı bizi tesellisiz bırakabilirdi. Gerçekteyse meşru ve güçlü bir direniş olarak sanata olan inancımızı büyütüyor. Erkan Özgen’in “Harikalar Diyarı” (2016) isimli Suriyeli sağır ve dilsiz bir çocuğun IŞİD’in
2015’teki Kobani kuşatmasındaki deneyimlerini ses ve mimikleriyle anlatışının şaşırtıcı bir şekilde dokunaklı videosunu kimse unutamayacak. Afrikalı-Amerikalı sanatçı Fred Wilson’ın Pera Müzesi’ndeki sergisi de aynı derecede çarpıcı. Muhteşem multimedya enstalasyonu, Osmanlı tarihi ile iç içe geçmiş ama bu tarihten silinmiş siyahi insanların deneyimlerini aydınlatmak için İznik çinilerini, geleneksel Türk ve Afrika heykel ve oymalarını, nostaljik fotoğrafları içine alıyor.
En üst katta Monica Bonvicini’n kutudan kafasını duvara vuran çıplak bir kadını gösteren 1997 tarihli efsane videosu “Hausfrau Swinging” ve Aude Pariset’in canlı solucanların kuşattığı bebek karyolası “Toddler Promession” (2016) da dahil kendine güvenen bir feminist topluluk buluyoruz. Cihangir mahallesinin üst taraflarında Mısırlı sanatçı Mahmud Halid modernist güzel bir konutu, memleketi Kahire’deki cezadan kaçmak için eşcinselliğin yasal olduğu Türkiye’ye gelen kuir genç bir adamın dokunaklı tapınağına dönüştürmüş.
Böyle eserler renge, cinsiyete veya cinselliğe ayrıcalık tanıyanların, belli yerleşik yapıların ölüme terk edilmesi gerektiğini hatırlatıyor bize. Bu Bienal’in Türkiye politikasına daha doğrudan karşı çıkmış olması gerektiğini iddia edenlere gelince hiç kuşkusuz ki insanların fikirlerini söyledikleri için düzenli olarak hapse atıldığı bir ülkede sanatçıları veya kurumları ılımlı adımlar attıkları için suçlamak kolay değil. Dahası laik, zengin elitlerin daha yoksul çoğunlukla çekişme halinde olduğu ve demokratik olarak seçilen bir liderin insan haklarına zarar verdiği düşünülürse Türkiye’nin durumu, pek de emsalsiz değildir. Bu eserlerin çoğu New York, Londra veya Kahire’de oldukları kadar İstanbul’da da karşılık bulmaktadır. Son olarak Elmgreen ve Dragset’in etiket duvarlarında sanatçıların ülkelerini ya da kökenlerini yayımlamama kararı, bu günlerde insan özgürlüğü mücadelesinin her birimizi etkilediğinin altını çiziyor.
Haberin orijinal metni için tıklayın.