Murat Belge
Başbakan Fas’tan telefon ediyor, bilmemne kanalının bilmemne programında geçen altyazı karşısında duyduğu hoşnutsuzluğu dile getiriyor. Altyazı kaldırılıyor.
Modern teknoloji Başbakan’a çok yardımcı oluyor: her an, her yerde olabiliyor onun sayesinde. Bu da herhalde Başbakan’a en fazla mutluluk veren şey. Kendisi Kaf Dağı’nın ardında dahi olsa, bir telefon, “Orada içki servisi yapılıyor, görüyorum!” İşte, ideal Başbakan.
Fas’tan gelen telefon meselini şimdi yasalaştırıyor da. Onun yerine TİB’in başına getireceği adam müdahale edecek şimdi, internet falan, asayiş berkemal. Belki bundan sonra ona telefon eder “Yahu, X mesaj atmış Y’e, durdursana! Ne bekliyorsun?” falan.
Başbakan özellikle şu son yolsuzluk ihbarlarıyla birlikte ölçüleri kaybetti. Yaptıkları yapılacak, söyledikleri söylenecek şeyler değil. Gene bu süreç içinde, zihniyetini aynı zamanda yasalaştırıyor, yani Türkiye’nin yapısını belirleyen kurallar haline getirmeye çalışıyor.
Şimdi burada, bir başka sorunla karşılaşıyoruz: bu, hoş bir durum değil ama eşi benzeri görülmemiş bir durum da değil. Diktatoryal eğilimleri, özlemleri olan siyasî önderler dünyanın her yerinde görülür, görülebilir. Sorun, toplumun buna nasıl ve neyle direneceği.
Bu soru bizi Türkiye’nin kuruluş mantığına kadar götürüyor. Yani gene, bu toplumun bütün tarihi sözkonusu, işin içinde. Türkiye Cumhuriyeti, son analizde, ordusu tarafından kurulmuş bir toplum. Dolayısıyla burada başlangıçta, bir “sigorta” düşünülmüşse, o sigorta ordu.
Yalnız “düşünülmüş” olmakla kalmıyor. Öyle “olmuş” da. Yönetim ordudan olmayanların eline geçince “sigorta” gerektiren durumun oluştuğu kanısıyla 27 Mayıs yapılmış ve perde açılmış. Bundan sonra on yılda bir asker iktidarda. Birçok şey yapıyor iktidarda, ama en çok yaptığı kendi varlığını kurumsallaştırmak. 12 Eylül de bunun şahikası.
Sonrası malum. Soğuk Savaş bitiyor, dünya değişiyor. Yeni kurulan dünya böyle ordulu, askerli, darbeli rejimlere payanda olma stratejisini terk ediyor, terk etmesi gerekiyor. Bu sırada burada AKP iktidarı... Geleneksel askerî refleksler, itiş kakışlar... Ve kışladan içeri girmiş bir ordu.
Başbakan Erdoğan başlı başına bir muamma. Ayrıntısına girmeye gerek yok. Davranışları, sözleri ortada. Bunlara ne anlam verileceği, başlattığı gidişin nereye varacağı da belli; uzun boylu tartışılır şeyler değil. Her durumda Başbakan’ın arkasında durmaya karar vermiş, özellikle de sayıca azımsanmayacak bir kesim var memlekette. Ama Başbakan’ın tutumundan, eyleminden, üslûbundan rahatsız olanların sayısı gittikçe artıyor.
Böylece, yukarıda değindiğim, ucu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine kadar sorunla göğüs göğüse geliyoruz: diktatoryal eğilimlerini zaptetmekten vazgeçen ve demokratik rasyonalitenin sınırlarından dışarı taşan bir iktidar, bir “siyasî önder” karşısında toplum ne yapar? Toplum kendisi ne yapar?
Demokrasinin dünyada en köklü olduğu yer, Batı, yani Batı Avrupa ve Kuzey Amerika. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tarih içinde, bu coğrafî (ama aynı zamanda tabii siyasî de) bölgede, Tayyip Erdoğan gibi bir Başbakan, bir Başkan çıksaydı, ne olurdu? Böyle bir kişi, Erdoğan’ın şu ana kadar yaptıklarını yapmış ve söylediklerini söylemiş kişi, Başkan mıdır, Başbakan mıdır, her ne rütbede, ne görevdeyse, orada kalmazdı.
Ne olurdu da kalmaz, kalamazdı, bunun bütün demokrasileri kapsayan bir formülü muhtemelen yoktur. Muhtemelen bu bir “teamül” sorunudur. Her yerde farklı işleyecektir, ama işleyecektir.
Örneğin Britanya’da gemi azıya alan Margaret Thatcher’ı kendi partisi görevden aldı.
Burada “sigorta” ne? Silahlı Kuvvetler dışında?
Yarın konuya devam edeceğim.