26 Haziran 2016 11:58
Yazar Elif Şafak, Müslüman Anadolu Gençlik ve Alperen Ocakları'nın tehditlerinin ardından İstanbul Valiliği tarafından ‘güvenlik’ gerekçesiyle Taksim’de Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasına ilişkin olarak, “Bu, temel bir demokratik haktır. Ve en büyük destek kadınlardan gelmeli. Çünkü kadını ezen ataerkil sistemle, cinsel azınlıkları hor gören ataerkil zihniyet aslında aynı kör zihniyet!” dedi. Elif Şafak, katılacak olanların tehdit edildiği Onur Yürüyüşü’ne ve ramanzanda alkol içildiği gerekçesiyle saldırıya uğrayan Firuzağa’daki etkinliğe dair, “Mesela bugün Onur Yürüyüşü’nü ya da Radiohead dinlerken yobazlardan dayak yiyen gençleri veya Kürtlerin haklarını en fazla kim desteklemeliydi biliyor musun? Başörtüsünden dolayı vaktiyle üniversiteye giremeyen genç kızlar! Eskiden ezilenler, bugün ezilenleri daha iyi anlamalı. Halbuki öyle olmuyor Türkiye’de…” diye konuştu.
Yazar Şafak, yeni çıkan kitabı 'Havva'nın Üç Kızı' sebebiyle Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği söyleşide "Bu memleket, hepimizin öyle değil mi? “Ya sev, ya terk et” sloganı kadar korkunç bir slogan olamaz mesela! Kim, niye terk etsin? Esas mesele, farklılıklarla birlikte insanca yaşamayı başarabilmek. Laik babanın ölümünden sonra dindar annenin çökmesi çok önemli bir metafor. Cumhuriyet’in temel değerleri ve kazanımları tamamen yıkılırsa, yıkanlar da bu enkazın altında kalacak!" dedi.
Elif Şafak’ın Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği yazılı söyleşi şöyle:
Yeni doğan bebeğine iltifat edip, diğerlerini beğenmiyormuş gibi olmak istemiyorum ama ‘Havva’nın Üç Kızı’ senin en iyi romanın olabilir mi?
-Ben bu romanı yıllardır içimde biriktirmişim Ayşe. Gördüklerim, duyduklarım, hissettiklerim, okuduklarım, araştırdıklarım… Senelerin birikimini bu kitaba aktardım. Yazarken bir ara o kadar derin bir paniğe kapıldım ki, “Eyvah! Ben ne yapıyorum, yüreğimi sonuna kadar açıyorum” diye. Ama hikâye o kadar çılgın, içten ve güçlüydü ki duramadım. Yazdım…
Bir başyapıt yani? Bana öyle geldi de…
-Takdir her zaman okurun. Yani gerçek edebiyat okurundan bahsediyorum. Onların yeri bende apayrı. Kitap okuyan insana her zaman değer verdim. Belki daha romanı okumadan abuk sabuk laflar edenler olur gene. Ama var ya, umurumda değil. Ben yüreğimin sesini dinleyerek yazdım. Bir de vicdanımın…
Belki de hepimiz benzer tespitleri, benzer kuşkuları ve kafa karışıklığını yaşadığımız için bu romana yakalandık, çekildik… Ben yani…
-Romanda anlatılan kafa karışıklığı tam da Türkiye’nin hikâyesi. Hepimizin hikâyesi aslında. Türk, Kürt, Alevi, Zaza, Ermeni, Yahudi… Buralı olmanın bedeli, sancısı. Bütün dünyaya bir bak; zihni bu kadar karışık başka memleket yok. Ne Doğu’da ne Batı’da. Kimlik, inanç, din, coğrafya, tarih… Ne çok çözümlenmemiş meselemiz var!
Bu romanı neden yazdın?
-Birikti, birikti içimde. Edebiyatçı, çetrefil konularda en temel soruları sakınmadan, sansürsüz sorabilmek ister. Ama cevapları okura bırakır. Bu romanda dile getirilen tartışma konuları o kadar mühim ki. Bunları anlamadan, Türkiye'yi anlamak mümkün değil.
Bize neyi göstermek istedin?
-Kendi iç çelişkilerimizi! Fay hatlarımızı, kırılma ve kırma noktalarımızı. Nasıl birbirimizi yiyip bitirdiğimizi! O kadar yazık ediyoruz ki! Bunca güzel insan var bu ülkede ama halimiz ortada. ‘Gerçekleşmemiş potansiyeller diyarı’ Türkiye. Halbuki o değerli potansiyeli gerçekleştirseydik, çoğulcu demokrasiyi özümseyebilseydik, bu memleket ne kadar başka bir yer olurdu, olabilirdi…
Kelimelerinle, tespitlerinle Türkiye’nin aynasını mı tuttun?
-Evet, ayna tuttum bu topluma! Muhafazakârlar da, Kemalistler de var bu romanda. Dindarlar, dinsizler, solcular, sağcılar, muhalifler, muktedirler… Herkes var.
Nasıl bir Türkiye anlattığın?
-Kendi kendine yazık eden bir Türkiye! İnsanlarını pul gibi harcayan, geçmişin hatalarından ders almayan bir Türkiye. Milan Kundera’nın vaktiyle Doğu Avrupa ülkeleri için dediği gibi: “Tünele girmiş bir memleket.” Kimse bilmiyor nasıl çıkacağız bu hoyrat iklimden!
Roman kahramanı Peri’nin annesi katıksız bir dindar, sorgulamadan dinin bütün verilerini kabullenen biri. Tarikata mensup. Baba ise Kemalist, laik, eğitime ve aydınlanmaya önem veren, duyarlı, içli bir insan. Evlilikleri bir azap. Karı-koca birbirine tahammül edemiyor. Tam bir cehennem. İki abiden biri solcu, Marksist. Öteki Türk milliyetçisi oluyor. Peri ise Oxford’a okumaya gidiyor. O hep arada kalıyor, kimseyi incitmek istemiyor… Bu anlattığın tablo aslında Türkiye mi?
-Evet, Peri’nin sıkışmışlık hissi o kadar derin ki. Hep yapayalnız, arafta…
Bu aile, Türkiye’nin bölünmüşlüğünü mü temsil ediyor?
-Nalbantoğulları ailesinin sarsıcı hikayesinde, Türkiye’nin en derin kültürel çatlakları saklı, evet…
Ama bu aile, birbiriyle anlaşamasa bile hayatlarının sonuna birlikte yaşamayı beceriyor. Hatta laik baba ölünce, dindar anne çöküyor… Türkiye, bunu becerebilecek mi sence? Bölünmeye rağmen birlikte yaşamayı başarabilecek mi?
-Bu memleket, hepimizin öyle değil mi? “Ya sev, ya terk et” sloganı kadar korkunç bir slogan olamaz mesela! Kim, niye terk etsin? Esas mesele, farklılıklarla birlikte insanca yaşamayı başarabilmek. Laik babanın ölümünden sonra dindar annenin çökmesi çok önemli bir metafor. Cumhuriyet’in temel değerleri ve kazanımları tamamen yıkılırsa, yıkanlar da bu enkazın altında kalacak!
Türkiye’deki her türlü yaşam şeklinin bir yansıması var romanında. Sence ne durumdayız biz?
-Peri, annesini de seviyor elbette. Ama bariz bir şekilde babasının kızı. Babasına olan hayranlığı, muhabbeti o kadar derin ki… Bir sahne var kitapta. Mensur Bey bardaktaki suda dağılan rakı damlalarına bakıyor. “İşte biz de böyle dağıldık gittik bir cehalet denizinde!” diyor. Liberaller, demokratlar, Kemalistler, Kürtler… Böyle hisseden çok insan var bu artan otoriterlik dalgası karşısında. O dalga her şeyi yutuyor…
1980-2016 arasındaki Türkiye aslında anlattığın… Bölgesel istikrarsızlık, politik çalkantılar, bombalar, kutuplaşmış toplumun yüksek tansiyonu, fanatizm, seksizim, otoriterlik, köhnelik, ataerkillik, alaturkalık, cinsel istismar, tecavüz, kadına şiddet, adaletsizlik, gelir uçurumu, beyin göçü… Bu mu Türkiye? Parçaları eksik yap boz gibi, hep yarım…
-Hem bu hem de bundan ötesi… Romanda bütün bu saydıkların var ama aşk da var, sevgi de var, dostluk da var, güzellikler de var...
Evet, romanda yok yok! İnanç meselesini, felsefi olarak tartışıyorsun. Türkiye’nin politik durumunu mercek altına alıyorsun, düşünme sistemleri üzerine kafa yoruyorsun. Bir de kitabın içine müthiş bir aşk sokuşturmayı başarıyorsun… Bunu nasıl yaptın? Bütün bu kolajı nasıl gerçekleştirdin? Elif Şafak olmak demek bu mu?
-Ben kah Türkiye’de, kah yurtdışında büyüdüm. Üniversitede uluslararası ilişkiler okudum. Sonra Kadın ve Cinsiyet Çalışmaları’nda master yaptım. Siyaset Biliminde doktora yaptım. Yurtdışında farklı üniversitelerde akademisyen olarak dersler verdim. Doğu’dan da okudum, Batı’dan da. En inançlı düşünürleri de okudum, en inançsızları da. Bugün ‘dindar nesil’ yetiştirme adına gençliğe sadece kendileri gibi düşünenleri okumaları telkin ediliyor. Bu, korkunç bir şey! Mümkün olduğunca farklı fikir duymalıyız. Farklı yorumlar okumalıyız. Ancak böyle gelişebiliriz zihnen ve ruhen…
Kolay okunuyor ama inanılmaz zor bir şey anlatıyorsun… Buna ne kadar kafa yordun?
-Yazarken çok garip bir şey yaşadım. Bir yandan su gibi aktı roman. Çünkü biriktirmişim içimde bunca zaman. Bir yandan depresyonlar, panik ataklar, endişe yumağı oldum. Tırnaklarımı yoldum, sağlığımı bozdum. Kafayı yedim. Geceleri uykularım kaçtı. Rüyalarımda cümleler kurdum… Ama yazdım inançla. Edebiyat da, inanç işi aslında. Bir romana inanmak. Bir hikâyenin peşine düşmek. Hem inanç hem kuşku işi. Kendinden hep şüphe duymalısın, kendini sorgulamalısın. Ne mutlak inanç, ne mutlak akılcılık. Mutlakiyetçilik sevmiyorum…
Peki Neden ‘Havva’nın Üç Kızı’?
-Bütün İbrahimi dinler bize benzer bir Adem ile Havva hikâyesi anlatır. Habil ve Kabil ile başlatırlar çatışmaları. Peki Adem ile Havva’nın kızları da vardı. Sahi onlara ne oldu? Nerede onların hikâyesi? Ben bu romanı yazarken bu tür eksik parçalardan da ilham aldım. Kadınlardan yola çıktım…
Londra’da üç Müslüman kız anlatıyorsun… Havva’nın üç kızı bunlar… Şirin günahkâr, Mona inançlı, Peri ise şaşkın, kafası karışık, mütereddit… Bu formül, bütün dünya üzerindeki dine inananların formülü mü? Her dinin günahkârı, inançlısı ve arada kalmışı mı var?
-Havva’nın üç kızı, evet, günahkâr, inançlı ve mütereddit. Şu anda bilhassa doğuştan Müslüman kesim arasında büyük tartışmalar var. Türkiye bu tartışmaların dışında kalamaz. O kadar korkunç şeyler yapıyor ki bazı insanlar din adına, bir sürü insan da dinden soğuyor haklı olarak. Ben objektif bir şekilde dünyadaki tartışmaları da yansıttım. En çok da kadınların konuşması lazım. En çok bizi ilgilendiriyor bu konular. Çünkü bizim kaybedecek şeyimiz daha fazla. Kamusal alanda daha çok kadın olmalı. Siyasette de tabi…
Bizdeki durum şu anda ne? Var olan kutuplaşma, olması gereken neyi yok ediyor?
-Bir tarafta dindarlar var, kendinden gayet emin. Bir tarafta, “Modern olmak demek, her türlü maneviyati reddetmek demek!” zannedenler var. Onlar da kendinden gayet emin. Halbuki bir üçüncü yol arayanlar var bu arada. Yani inançla ilgili olup da ‘dindar’ olmayanlar. Dinden ziyade, Tanrıyı arayanlar. Tanrı ihtimalini felsefi açıdan sorgulayanlar…
Oxford’da tanrı felsefesi dersi veren üniversite profesörü, karizmatik Azur neyi temsil ediyor?
-Azur, benim en sevdiğim karakterlerden biri. Benim için de sürpriz. Biraz Nietzsche. Biraz Halil Cibran. Biraz İbni Arabi, biraz Spinoza, biraz İbni Rüsd. Aslında ben genelde erkek karakterlerimin içine saklanırım her kitapta. Kimse bilmez bunu. Düşündüğüm, sorguladığım çok konuyu Azur dile getiriyor. Ama tabi ki hayali bir karakter! Bunu söyleyeyim de, sonra gerçek sanmasınlar adamı…
Azur üzerinden anlattığın, tanrı felsefesi, tanrıyı arama yöntemi, bilgiye ulaşma yolu mu?
-Hem laikliğin kıymetini bilen, hem özgürlükçü ve eşitlikçi, hem Tanrı’yı merak eden ve maneviyatı önemseyen bir yaklaşım bu. Kimseyi dışlamayan yepyeni bir dil arayışı. Aslına bakarsan hem yeni, hem değil. Mistiklerin ve filozofların yüzyıllardır konuştuğu dil buydu zaten…
Tanrıyı ararken, aslında bilgiyi mi arıyor insan?
-Evren hep genişliyor. İnsanın zihni de aynen öyle olmalı. Öğrenmek, öğrenci olmak kadar güzel bir şey yok ki. Tanrıyı aramak demek, bilgiyi aramak demek. Bilgiyi aramak ise kendini bilmek demek...
Bilgiye ulaşmanın en önemli yolu, kesinlikten, dogmalardan kurtulmak mı? Hep ama hep sorgulamak mı? Bu açıdan, arada kalmak, tereddütlü olmak, kuşku duymak iyi bir şey mi?
-Doğrusu ben kesinlik değil, tereddüt seviyorum! Tevazu seviyorum. Kendinden çok emin insan, sağırdır, duymaz. Böyle insanlarla diyalog kurulmaz. Romanda Azur diyor ki: “Entelektüel bir tartışmaya girmek, âşık olmak gibidir. Öyle ki, bittiğinde değişirsiniz, bambaşka bir insan olursunuz!” Televizyondaki tartışma programlarına bak, herkes kendi sesine hayran. Eğer fikrinizi gözden geçirmeye hazır değilseniz, kimseyle hiçbir konuda tartışmaya girmeyin.
Azur’un söylediği gibi kesin inançlıların kuşkuya, kesin inanmayanların da inanca mı ihtiyacı var?
-Önce şunu tespit etmek gerek. İnanç demek, ille de ‘din’ demek değil. Mesela âşık olmak, bir roman yazmak, evlenmek, çocuk doğurmak, yeni bir şehre yerleşmek… Bunların hepsi inanç işi! Öte yandan, insan habire kendini sorgulamalı. Doğrularını gözden geçirmeli. ‘Vardım’ ya da ‘oldum’ zannetmemeli.
Romanda anlattığın çelişkileri sen de yaşadın mı?
-Hem de nasıl. Oldum olası din felsefesi okumayı severim. Ama dindar hiç değilim. Tam tersine, katı dindarlığın insanları ‘biz’ ve ‘onlar’ diye ikiye ayırmasını tasvip etmiyorum. İçsel, ruhani yolculukları seviyorum. İçe dönünce, din ya da millet ya da ırk veya cinsiyet ayrımı yapmazsın. Mimar Sinan’ın dediği gibi “Bütün kubbelerin üzerinde gök kubbe var” ve onun altında Müslüman da, Yahudi de, Hiristiyan da, Zerdüşt de eşit. Herkes bir. Ayrımcılık yapan her türlü üslubu reddediyorum. Belki içten içe, ben de romandaki Mensur gibi o eski, nüktedan, kalendermeşrep Bektaşi-Melami-Mevlevi geleneklerini arıyorum. Onlar bambaşkaydı…
Bu zorlu yoldan sen de geçtin mi?
-Açıkçası ben hem demokrat, laik ve eşitlikçi hem de mistik ve inançlı olunabileceğine düşünüyorum. Ama bu nüansı Türkiye’de konuşmak ne kadar zor! Ne solculara anlatabilirsin ne sağcılara. Ne modernlere ne muhafazakârlara. Ama ne tuhaftır ki her kesimden okurum var. Çünkü her kesimde yalnızların, arayıştakilerin, araftakilerin, sorgulayanların sayısı az buz değil. Biz, Mevlana’nın bahsettiği topal kuşlarız. Sürülerle uçamayan…
Bu romanda yazardan çok, filozof gibi takılmışsın… İki çocukla nasıl yapıyorsun?
-Anne olunca filozoflaşıyor kadınlar galiba! Hayata, varoluşa dair sorular doluyor zihnimizi. Ama çok da okuyorum bu konularda. Seviyorum felsefeyi…
Bu kadar derin bir romanı İngilizce yazabilmek bir meydan okuma mı?
-Yaklaşık 14 senedir romanlarımı İngilizce yazıyorum. Sonra Türkçe’ye çevriliyor, çeviriyi alıp yeniden yazıyorum. Yani iki kat emek sarf ediyorum. Delilik! İlk başta çok laf eden oldu. “Vayyy, bir Türk romancı İngilizce yazar mı?” diye. Yazar, niye olmasın? Keşke Rusça, Almanca, İbranice, Çince de yazabilsem! Çok isterdim. Birden fazla dilde rüya görebiliyorsak, birden fazla dilde hikâye de yazabiliriz. 19’uncu yüzyıla ait milliyetçi kalıplarla hareket etmek zorunda değilim. Şimdi yadırgıyorlar. Halbuki 100 sene önce bu topraklarda entelijansiya birden fazla dilde yazardı. Keşke hem Kürtçe hem Türkçe yazan daha fazla şairimiz, yazarımız olsa…
Sence de hayat, bir ‘empati laboratuvarı’ mı?
-Bütün fanatiklerin, bağnazların ortak bir yanı var. Empati yetenekleri çok düşük! Bütün eşitlikçi demokratların da ortak bir yanı var. Empati yetenekleri fazla! Bu kadar basit aslında. Kendini başkasının yerine koyamayan, hayata bir de oradan bakmayı beceremeyen insan, düşünmeyen insandır…
Azur neden din anlatmıyor da, tanrı anlayışı anlatıyor. “Dine takmayın, Tanrıyı arayın” diyor… Neden? Ve ne demek bu?
-Bu engin bir yolculuk. Bir arayış. Romanda profesör Azur’un dindar öğrencileri de var, dinsiz öğrencileri de. Her dinden öğrenci mevcut sınıfında. “Tanrı felsefesiyle acaba ortak bir dil yaratabilir miyim?” bunun peşinde. Başarıyor mu başaramıyor mu, orası, okura kalmış…
Dünyanın en tehlikeli insanları, tanrı algısını kendi çıkarları için kullananlar mı? Yani dini, siyasete alet edenler mi?
-Evet, dünyanın en tehlikeli insanları, Tanrı adına hareket etmeye yetkili olduklarını zannedenler! “Ben böyle düşünüyorum bu benim yorumum” demiyor böyle tipler. Diyor ki, “Allah böyle emrediyor, nokta.” Ya bir dur bakalım. Belki sana öyle geliyor. Belki sen öyle yorumluyorsun. Bu kadar katı olma. Bu kadar tepeden bakma. Yok, kendi fikrini, illa ki Yaradan'a mal ediyor, oradan erk kazanmaya çalışıyor! Bu, korkunç bir dogma. Çıkmaz sokak…
Türkiye’de artık ‘tanrı’ deyince hakaret olarak algılayanlar var. ‘Yaratıcı’ sıfatını da Allah dışında kullandığında suratını asıyorlar… “Cahil muktedirler” bunlar mı?
-Türkiye’de cahil muktedir ne yazık ki çok fazla! Sadece bizim memleketimizde değil tabi ama biz buraya bakalım evvela. Bunların çoğu, dikkat et, kadını aşağılar. Seksist, ataerkildir. Kadını kendinden eksik görür. Bunu da belli eder. Kadın yazarı, gazeteciyi, akademisyeni daha çok aşağılar…
Kitaptaki bir tartışmada, başörtülüler de ‘ezilen’ konumunda anlatılıyor. “Kendi başına düşünemeyecek konumda olan birileri” gibi değerlendirildikleri söyleniyor… Bu, senin tespitin mi? Bu, farklılığa, ötekine tahammülsüzlük mü?
Onur Yürüyüşü’nün yasaklanmasına çok tepki duyuyorum. Bu, temel bir demokratik haktır. Ve en büyük destek kadınlardan gelmeli. Çünkü kadını ezen ataerkil sistemle, cinsel azınlıkları hor gören ataerkil zihniyet aslında aynı kör zihniyet!
Başörtülülerin de ‘ezilen’ olduğu tarihsel dönemeçler oldu elbette. Yere ve zamana göre bakmak gerek. Genelleme yapmadan yani. Romanda Mona, Avrupa’da, Amerika’da başörtülü bir genç kız olmanın zorluklarını yaşıyor. O da önyargılarla boğuşmak zorunda kalıyor. Böyle birçok genç kız var. Türkiye’de ne eksik biliyor musun? Başörtülüler ezildiğinde onların haklarını, Kürtler ezildiğinde onların haklarını, eşcinseller ezildiğinde onların haklarını, Ermeniler ezildiğinde onların haklarını… ‘Öteki’ her kim ise, onun haklarını sonuna kadar savunan 360 derece demokrat bir bakış açısı! Biz bunu geliştiremedik bu ülkede! Mesela bugün Onur Yürüyüşü’nü ya da Radiohead dinlerken yobazlardan dayak yiyen gençleri veya Kürtlerin haklarını en fazla kim desteklemeliydi biliyor musun? Başörtüsünden dolayı vaktiyle üniversiteye giremeyen genç kızlar! Eskiden ezilenler, bugün ezilenleri daha iyi anlamalı. Halbuki öyle olmuyor Türkiye’de…
“Türkiye’de ölmenin 10 popüler yolu”nu sayıyorsun, neler onlar?
-Romanda kara mizah bol! Başka bir ülkede olsa skandal sayılacak şeyler, bizde olağan addediliyor. İnsan hayatının bu kadar ucuzlaştığı bir ülkede fallara da falcılara da rağbet arttı. Sokakta yürürken, kapağı açık rögar deliğinden içeri düşebilir, balkonda otururken holigan kurşununa kurban gidebiliriz bu memlekette! Tabii bir de holiganlara, teröristlere ve rögar deliklerine kurban gitme endişesinin neden olduğu stres kaynaklı hastalıklar…
Peki “Bu romanı da Batı’nın gözüne hoş görünmek için yazdı” diyenlere ne cevap vereceksin?
-Böyle lafları ancak hayatında hiç roman yazmamış insanlar söyleyebilir! Roman, öyle deli bir tutku ki, başkası istedi diye filan yapamazsın. İçinden gelmeli. Yüreğinin tam ortasından çıkmalı, bağrından kopmalı. Yoksa aylarca, senelerce kapanıp bu işi yapamazsın. Roman aşk işi, tutku işi, inanç işi. Hakikaten akılla izah edemem ben bunu…
Artık çoğunluk mu cahil muktedir?
-Çoğunluğa “cahil muktedir” demiyorum. Hatta o yaklaşımı sorunlu buluyorum. Ben elitist biri değilim. Tepeden halka bakan yaklaşımı sevmem, benimsemem. Başka bir şey diyorum: Türkiye’de demokrasi ile çoğulculuk karıştırılıyor. AKP'nin en büyük hatalarından biri bu oldu. Seçimler tabii ki önemli. Ama tek başına seçimlerle demokrasi olmaz. Olsa olsa, çoğunluğun iktidarı olur. Gerçek demokrasinin olması için güçler ayrılığı, özgür basın, ifade özgürlüğü, akademik bağımsızlık, kadın hakları, azınlık hakları ve muhakkak hukuk devleti gerek. Bizde bunların hepsi yara aldı, fersah fersah geriledi! Şimdi laiklik aleyhine laflar ediliyor. Bunlardan gerçekten çok endişe duyuyorum.
Tuhaf bir ruh halindeyiz. Bombalar patlıyor, masum insanlar katlediliyor. Bir yandan dehşet içindeyiz. Bir yandan de gündelik hayat akıp gidiyor. Bazen soruyorum kendime, “Acaba şaşırma duygumuzu mu yitirdik?” Uyuşuyoruz sanki. Uyuşmamak gerek…
Ben yalnız bir çocuktum. Annem beni dünyaya getirdikten sonra üniversiteye dönüp eğitimini tamamladı, her zaman çalışan bir anneydi. Yani mevcut vahim tanıma göre o da ‘yarım anne’ sayılır! Canla başla çalışan, kariyer yapan, anneliği tek varlık sebebi gibi algılamayan bütün kadınlara saygım sonsuz. Bana gelince, ben kendi kendimi büyüttüm çoğu zaman. Kendi kendime öğrenmek zorunda kaldım. Hep seyrettim insanları. Gözlemledim. Anlayabilmek için sevebilmek lazım. Azur’un dediği gibi. "Sevemediğin şeyi anlayamazsın!" O yüzden hem çok eleştiriyorum bu toplumu bu romanda, hem de belli ki çok seviyorum bu ülkeyi…
© Tüm hakları saklıdır.