Ali Türer
Sosyal, kültürel, siyasal alanı kilitleyen hiçbir esaslı sorun, eğitim yaşantılarından ayrı ele alınamaz, ele alınırsa yeterince anlaşılamaz. Dikkat ile bakılırsa, bu ülkede yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal her sorunun temelinde, eğitime dönük ideolojik müdahalelerin yer aldığı görülür.
Türkiye’de modern eğitime yön veren düşünce, İslamcılık, Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük kimlikleri arasında yaşanan çatışma-uzlaşma arayışları içinde ortaya çıktı. Her siyasi konjonktür değişikliği, eğitime farklı ideolojik müdahaleyi de beraberinde getirdi. Eğitim düşüncesi “din ve devlet için eğitim” ile “millet ve devlet için eğitim” arasındaki ara tonlarda gidip geldi. Araç olarak ister din, ister millet kullanılsın, asıl amaç hep devleti ayakta tutmaktı. Ama tam da kullanılan bu araçlar nedeni ile devlet bir türlü laik, demokratik çağdaş bir hukuk devleti, sosyal devlet olamadı.
Osmanlı Devletinde, ilmiye sınıfından gelen her türlü baltalamaya rağmen Modern Eğitim, 1727-1838 yılları arasında askeri alanda ortaya çıktı. Tanzimat’tan itibaren de siyasi birliği sağlama (Osmanlıcılık) yolunda araç olarak kullanılmaya başlandı. II. Abdülhamit döneminde Anadolu’da yaygınlaştı, kavramsal çerçevesi, amacı, doğrultusu ise II. Meşrutiyet yıllarında şekillendi. Cumhuriyetin tek parti döneminde modern eğitim anlayışı kendine uygulama alanı buldu.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren 1950’lere kadar, ideolojik boyutta amaç, Türk etnik kültürü temelinde siyasi birliği sağlamaktı. Çok partili siyasi yaşama geçişle birlikte bu biraz yumuşadı. 2000’li yıllara kadar Türklük, bir üst kimlik olarak vaaz edilirken, Atatürk ilkeleri, Atatürk Milliyetçiliği, birlik bütünlüğü sağlayacak ortak paydalar olarak kullanılacaktı.
Oysa modernleşme, Anadolu’da sadece Türklerin değil, diğer unsurların kendi kültürleri etrafında bir araya gelme dürtüsünü de ateşlemişti. 1950’lerden sonra iktidarlara gelen seçkinler, siyasi birliğin bu topraklarda ancak farklılıklara saygı temelinde, vatandaşlık kültürü üzerinden örülebileceğini görülebilselerdi, bugün bu topraklar üzerinde başka bir tarih yazılırdı. Biz eğitimciler de bugün başka şeyler konuşur olurduk.
Modernleşme süreci içinde, Türkiye’de toplum, eğitim ile yukarıdan aşağıya şekillendirilmek istendi. Eğitim, araç olarak kullanılınca toplumun beklentileri ile bireyin ilgi ve ihtiyaçları arasındaki denge bir türlü tutturulamadı. Beka söz konusu olunca birey hep ihmal edildi. Bireyden hep, özünü kolektif kültür içinde eritmesi, fedakârlık istendi. Ziya Gökalp’e göre yaratık olmaktan çıkıp insan haline gelmek tümüyle buna bağlıydı.
Devleti ayakta tutacak elit ile kullanışlı ara insan malzemesini yetiştirmek, eğitim ile ulaşılmaya çalışılan başlıca hedefti. Sonuçta bireyin ilgi ve ihtiyaçları da, konu alanının gerektirdikleri de toplumun beklentilerine tercüman seçkinler tarafından belirlendi. Kültür (haraset-i fikriye), sonuçta eğitim ile aktarılan hasletti.
Eğitim yaşantılarını bu anlayış içinde düzenlemenin, sosyal, siyasal, iş yaşamı ve üretim ilişkileri ile ilgili belirgin sonuçları oldu, bugün bunları yaşıyoruz.
Ekonomi büyük ölçüde kayıt dışı, çünkü iş yaşamı, eğitim yolu ile alınan belgeye dayalı olarak kurulmamış, insanların çoğu mesleğini usta-çırak ilişkisi içinde öğrenmiş. Evinize çağırdığınız elektrikçiden fatura alamıyorsunuz, neden, orta öğretimi büyük ölçüde mesleki eğitim temelinde oluşturamadık da ondan. Emeğin değerinin ayaklar altında olmasının nedeni de bu.
Mesleki kişilik sahibi, katma değer üreten birey yetiştirme yerine, fakir fukara çocuklarına bari bir el sanatı öğretmek gibi bir tür hayır işi sayıldı bu topraklarda, mesleki eğitim.
Bu ülkede meslek okullarına giden öğrenciler, kalkınma planlarında ortaya konan hedeflere rağmen, bir türlü aynı yaş gurubunda öğrenim görenlerin %30’unu aşamadı. (AKP, bunun yerine ortaöğretimde öğrenim gören öğrencilerin %30’unu İmam Hatiplere gitmeye zorladı) İş yaşamı- meslek okulu bağı bir türlü kurulamadı. Bu okullardan mezun olanların birçoğu da devlete kapağı atamadığı, iş güvencesi bulamadığı için şansını başka ülkelerde aradı. Yani, yetiştirdiğimiz iş gücüne bile sahip çıkamadık.
Aldığı eğitim ile işini hakkı ile yapan, liyakat sahibi, aralarındaki ilişkileri hukuk temelinde kuran bir bürokrasimiz de olamadı. Devlette “hamili kart yakınımdır” diye yer bulan, üsttekine “bağlılık” (intisap) alttakine “koruma” güdüsü ile birbirlerine bağlanan, gelenek ve göreneğe dayalı memurlar ile nasıl bir demokrasi, nasıl bir hukuk devleti kurulabilirdi ki?
İş yaşamının sağlıklı geliştiği, yaşamın birlikte üretildiği toplumlarda ilişkiler daha yumuşak. İnsanlar, üretimde kurulan ilişkiler içinde kimliklerini buluyorlar, özgüvenleri pekişiyor, doyum sağlıyorlar. Birlikte üretmenin, birlikte tüketmenin mutluluğunu yaşıyorlar.
Elbette bu, emekçilerin, dikensiz gül bahçesinde yaşadıkları anlamına gelmiyor. İşsizlik artışı ile dayatılan, giderek derinleşen emek sömürüsü, gelir adaletsizliği karşısında el birliği, güç birliği içinde, mücadele etme imkânları var, sivil toplum hareketlerinin desteğini alabilme fırsatları var. Dahası siyasi mücadele de verirler. Ama bütün bunlar için bile askeri bir hukuk, kuralların açık seçik ortada olduğu işleyen bir demokrasiye sahip olmak lazım. Bu da mücadele içinde elde edilebilecek bir sonuç.
Kurtarıcılar arasındaki kavga ile belirlenen süreçte, iktidarı eline geçiren elit elinde yeniden dizayn edilen bir ülkede, bu kavga nasıl verilir? Kimlik savaşları, çeteleşme, hukuksuzluk, gelir adaletsizliği, yoksulluk ve işsizliğin bir tür kader haline getirilmeye çalışıldığı yerde bunu nasıl yapacaksınız? Kurtarıcıların, yaşam biçimleri üzerinden emekçileri, hatta aynı evde yaşayanları bile birbirine düşürdüğü, onlardan arkalarında saf tutmasının beklendiği, üstelik bu politikanın toplum içinde alıcısının bir hayli çok olduğu yerde, bunu nasıl başaracaksınız?
Sonuç: Bilimsel, laik, demokratik, çok kültürlü, çağdaş bir eğitim sistemi kurma mücadelesi, güçler ayrılığı temelinde hukuka dayalı, katılımcı, demokratik, sosyal bir Cumhuriyet için mücadelenin ayrılmaz parçasıdır.