Yaşam

'Devletin kendisi meşru değilse ne yapacağız?'

Türkiye'de Siyasal Şiddetin Boyutları editörü İbrahim Şirin: Sistem karşıtı görünümlü yeni bir vesayetçi düzen sürekli kendini üretiyor. Sistem tek adamlar üretmeye çok müsait

15 Mart 2014 15:02

Türkiye'de Siyasal Şiddetin Boyutları adlı kitap yakında raflardaki yerini alacak. Hamit Bozarslan’ın sunuşunu yazdığı bu kitapta, birçok önemli isim, Osmanlı’nın son döneminden günümüze Türkiye’nin siyasetinde, akademyasında ve gündelik hayatındaki şiddeti derinlemesine inceliyor. Kitabı, editörleri Güney Çeğin ve İbrahim Şirin yorumladı.  İbrahim Şirin, "Weber’le beraber şu 'meşru şiddet tekeli' meselesini yeniden düşünmeliyiz. Devletin kendisi meşru değilse ne yapacağız?" dedi.

"Türkiye'de Siyasal Şiddetin Boyutları" kitabının editörleri Güney Çeğin ve İbrahim Şirin Emre Can Dağlıoğlu'na konuştu. Agos'ta yer alan söyleşinin tamamı şöyle:

Bu kitap, Türkiye gibi bu kadar yoğun şiddetle iç içe yaşayan bir ülkede önemli bir boşluğu dolduruyor. Bu kadar iç içeyken, şiddet üzerine bu derece üretimsiz kalınmasının sebepleri nelerdir?

Güney Çeğin: Siyasal şiddet açısından sicili epeyce kabarık olan bir ülkede, akademik faillerin meseleye ilişkin aşikâr bir suskunluğa gömülmesinin iki temel nedeni var. Birinci neden, Türkiye’de akademi alanının zülfüyâra dokunmaktan sakınmasıyla alakalı. Bu yapının tarihsel-siyasal arkaplanı, zaten sözkonusu çalışmamızın asli parametrelerini oluşturmakta. Neticede akademik alan da, diğer pek çok saha gibi siyasal şiddet pratiklerine maruz kalan hiyerarşik bir yapıya sahip. İkinci neden; şiddet olgusunun psikolojik, sosyolojik veya felsefi arkaplanına eğilmenin, siyasal şiddetle kurulacak olası bir meşgaleden daha az rahatsızlık verecek olması! Akademisyenlerin ekseriyeti, iştirak ettikleri üniversite alanındaki sembolik tahakkümü sineye çekmekte ve bu susuş kumkumasının yeniden-üreticileri olmaktalar. Bu yüzden,Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları kitabında, milliyetçi tarihyazımının bir semptomu olan, Türkiye’nin tarihini kavrayışımızda öne çıkan hâkim dili sorunsallaştıran bir tutum sergiledik. Çalışmanın yeni araştırma alanlarına kapı açması en büyük temennimiz.

İbrahim Şirin: Bir tarihçi olarak üzülerek belirtmeliyim ki, tarihçilerin yazdığı tarihte insan yok, onun acıları, duyguları, trajedisi yok. Şiddet gibi hayati bir konu, sanki tarihin konusu değil. Tarih adına öyle saçma konuları kendine mesele edindiği için tarihçiye şiddeti tarih konusu yapmak sırası gelmiyor. Daha çok devlet merkezli bir tarih yazımını kendine şiar edinen bir tarihçinin şiddeti araştırma konusu yapması olası değil. Devlet merkezli bir tarih anlayışında devletin ebed müddet devamı için şiddeti meşru gören bir anlayışın şiddetin bizzat mağduru olduğunu fark etmesi olası değil.   Bu kadar ortada görünür olan şiddetin görmezden gelinmesini şiddet karşında şartlanmışlık, korku gibi yine insanca pek insanca duygularla açıklanabilir.

Türkiye tarihinde, devlete yönelen bir sol şiddet ve buna karşı devlet tarafından beslenen bir sağ şiddet macerası var. Devletin şiddeti tekelinde tut(a)madığı bu dönem, devlet meşruiyetini nasıl etkiliyor?

GÇ:Takdim yazısıyla bizi onurlandıran Hamit Bozarslan, pek çok metninde Osmanlı’nın son döneminden modern Türkiye devletine uzanan bir güzergâhta devlet alanının egemenlik sentaksındaki krizlerin ne türden meşruiyet ihlallerine yol açtığını uzunca anlatmıştı. Devletin kendi dışındaki aktörlere (aşiret reisleri, Teşkilat-ı Mahsusa tarzı oluşumlar, devlet içi çeteler vs.) zor kullanma salahiyetini tanıması, dolayısıyla cebir araçları üzerindeki tekelinden vazgeçmesi, paramiliter yapılanmaların önce inşasına akabinde de özerkleşmesine neden oluyor. Türkiye tarihinde bunun sayısız örneği var. Devlet içinde kendisine ciddi dayanak noktası bulamadığından 90’larda mafyalaşan sağ militanlar gibi… Ama belki de Weber’e karşı ve Weber’le beraber şu “meşru şiddet tekeli” meselesini yeniden düşünmeliyiz. Devletin kendisi meşru değilse ne yapacağız?


Türkiye’de devlet şiddetinin uygulanması kadar bir de meşrulaştırılması ve toplumun ikna edilmesi sistemi de işliyor. Bu sistem nasıl kuruluyor?

İŞ: Şiddeti tek meşru görülen organ, bu topraklarda devlettir. Devlet yaptığı şiddeti meşru göstermek için okul gibi araçları devreye sokuyor. Öğretmeni, her ne sebep olursa olsun kendi varlığının devam ettirici unsuru olarak görüyor. Öğretmen, devletin resmi ideolojisini belletmekle görevli bir memura dönüşüyor, adeta bir gardiyana. Eğitim, bireyi geliştirmek, kendini gerçekleştirmekten çok, devletin varlığı için kendi varlığını feda edeceği bir sistemdir. Birey, kendini aşkın değerler uğruna feda etmeye ikna edilmiştir. Kahraman fetişizminin bu topraklarda çokça görünür olmasının önemli sebebi feda etmek ve kahramanlık arasındaki ilişkidir. Eğitim bireylerin yaşaması, üretmesinden çok ölmesi üzerine kendini kurmuştur. O yüzden bireye öğretilen tarih kahraman ve hain diyalektiğinin bolca yer aldığı bir derstir. Kendinden başka dost kendinden başka herkesin düşman olduğu bir dünya tasavvuru belletmen öğretmenler tarafından belletilir. Birey kahraman olacağı zaman aralığını bekler. Kurtarılacak bir ülke yoksa önce kurtarılacak hale getirir sonra kurtarır.”Darbenin olgunlaşmasını beklemek ve sonra darbe yapmak demek beş binden fazla insanın bir birini öldürmesini beklemek demektir.” Tehlikeyi yaratan da ortadan kaldıranda aynı kişi olmalıdır. Yoksa bunca kendini feda etmeye hazır kahraman adayları nasıl gerçek birer kahraman olabilir ki. Türkiye sürekli tehlike de olan ve kurtarılması gereken bir ülkedir. Medya iktidarın önemli araçlarından bir tanesidir. Medya toplumun bütün kesimlerine uygulanan şiddetin bir aracıdır. İktidarın önemli unsurlarından birisi toplumu terörize etmektir. Yani korkutmaktır. Toplumlar korkuları ile yönetilir. 20 bin ya da daha fazla kişinin hukuksuz olarak dinlendiği haberi bir yıpratma ve korkutmayı içerir. Bu rakam 500 binlere çıktığında korkunun tozu artar. Bireyler kendilerinin de dinlenmiş olacağını düşünerek paniğe kapılırlar, önce başkalarına sonra kendine güvensizlik başlar. Gündelik yaşamda tedirginlik giderek derinleşir. Paranoya salgın gibi yayılır. Korku yılgınlık ve çaresizliği, çaresizlikte iktidarın gücünü kabul etmeyi beraberinde getirir. Korkudan korkmamaya başladığında ise normalleşmeye ve iktidara direnmeğe hazır hale gelinir. Ya da “Korkuyu Bekleriz”

GÇ: Ülkede muazzam işleyen bir şiddet ekonomisi var. Fakat sorunuzun ima ettiği üzere şiddeti açıklamak için salt Türkiye siyasal alanının tarihsel dinamiklerine ya da devletin kriz anlarında devreye soktuğu stratejilere odaklanmak da yeterli değil. Bu bir kolaycılık olur. Siyasal şiddeti bizim açımızdan “olağan” kılan mekanizmaların tam da toplumsalın bağrında inşa edildiğini (kadın-erkek eşitsizliğinden, aşiret yapılarının varlığına, aile-içi şiddet tarzlarından simgesel şiddet düzeneklerine değin) unutmamak gerekir.
- Türkiye entelektüelleri ve üniversiteleri, bu ikna sisteminin neresinde duruyorlar?
İŞ: İktidar, kendi vatandaşlarının zihinlerini kontrol etmeyi iktidarın devamının garantisi olarak görür. Aydınlar, iktidarın kuruluşu ve devam etmesinde önemli misyonlar yüklenirler. İktidarın meşrulaştırılmasında, insanların iktidarı kabul etmesinde iktidarın yanında yer alırlar.  Aydın-toplum içinde yapılması gerekenin doğru olanın ne olduğuna kesinlikle inandığı gibi bunu başkasına bildirmenin ve toplumu biçimlendirmenin bir ödev olduğuna inanır. İktidarla bu anlamda organik bir ilişki içinde toplumu iktidarın arzusu doğrultusunda biçimlendirme görevini üstlenir. Bu görevi benimsemeyenler, iktidarın kıyım makinelerinde sürgün, hapis baskı gibi şiddete maruz kalırlar. Polonyalı yazar CzeslavMilosz, “Kuşatılmış Zihinler” kitabında, iktidarın baskısına direnemeyen inanç ve düşüncelerini saklayıp takiye yapan aydınlardan bahseder.

Aydınlar tehditlere boyun eğip yaşamsal kaygılarla iktidarın şiddetine ortak olurlar ya da iktidardan nemalanarak, kişisel çıkarlar için ortak olurlar. İktidarın totaliterleşmesinde çıkarcı aydınlar kadar korkuya boyun eğen susan, kendine sansür uygulayan aydınların da büyük rolü vardır. Totalitarizm, senin söylediğin şeylere ya da sürdürmeyi istediğin pratiklere ben saygı duymadığımda ortaya çıkar. Her şeyin şimdi nasıl olduğu ve gelecekte nasıl olacağını kesinkes bilmenin bir ürünüdür totalitarizm.

En basit tanımı ile bir tek tipleştirme edimi, tek din, tek dil, tek millet şeklinde bütün renklere düşman bütün çoğullukları ortadan kaldırma biçimidir. Genelde kişi tapıncının yaşandığı, kendi olma korkusu yaşayan, kendini önder, şef, lider, komutan gibi bedenlerde kendini yok eden, kısaca özgürlükten kaçan toplumlarda sıkça yaşanan bir durumdur. Entelektüel, kendi olma korkusunu aşmış zincirlerini kırmış sorunlu ve sorumlu bir yaratıktır. Özgür olmayı her şeyin üzerinde gören bir yaratıktır. Bu bağlamda, bütün iktidara muhalif bir yanı vardır. Baskı ve şiddete boyun eğmez. Aydın ve entelektüel kelimesinin iktidar karşında tavır alışları ile birbirinden ayırmak gerekmektedir. Aydın, şu ya da bu sebepten iktidarla organik bir ilişkiye girerken, entelektüel doğası gereği iktidara muhaliftir.

Türkiye’de bilginin sosyolojik tarihine baktığımızda, iktidar eliyle medreselerin kurulması ile birlikte bağımsızlığını yitirdiği ve siyasallaştığını görürüz. Devlet, bir meşruiyet organı, kendi ideolojisini üretecek bir aygıt olarak medreseyi görmüş ve kullanmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethi sonrası medreseler üzerinden sistemi yeniden tesis etmesi, Sünni İslam’ı bir devlet mezhebi haline getirmesinde, ulema son derece önemli bir görev yüklenmiştir. Ha keza, Şah İsmail, Şiiliği bir devlet mezhebi olarak topluma benimsetme noktasında mollaları, daileri kullanmıştır. Hem Osmanlı hem de Safevi tarafında, devletin bu mezhep diktesini kabul etmeyenler, kıyıma, sürgüne tabii tutulmuş, şiddete maruz kalmıştır. Gariptir ki, Osmanlı kıyımından bahsedenler Safevi kıyımını görmezden gelmiş ve gelmek de,Safevi kıyımından bahsedenler ise Osmanlı kıyımını görmezden gelmeye devam etmektedir. Bu bizim şiddet karşında ikiyüzlülüğümüzün çok açık kanıtıdır.

Sürekli görmezden gelinerek tarihle hesaplaşıp barışılmaz. O yüzden, bu topraklarda tarih, toplumun ayak bağıdır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçtiğimizde, durumun pek değişmediğini görürüz. Ulus-devletin inşa edilmesi ve devletin ideolojisinin oluşumu ve benimsetilmesi noktasında, üniversitelere büyük misyon yüklenmiştir. Kemalizm’in sistemleşmesi ve sürdürülmesinde Kemalist ulema çokça çaba sarf etmiştir. Bu yönü ile Cumhuriyet’in vatandaşı ile Osmanlı’nın tebaası arasında pek bir fark yoktur. Üniversite ve genel olarak eğitimi makbul vatandaşı yetiştirmek için vardır. Çünkü bütün sistemler, bugünkü nesli değil, gelecek nesilleri hedef alırlar. İktidar, varlığını devam ettirmek için yeni nesillere ihtiyaç duyar. Cumhuriyet yeni nesillere emanet edilir. Yeni nesil, öğretmenlerin eseri olarak görülür. Bugün Türkiye’nin çağdaş üniversiteleri, iktidarın arzu ettiği biçimde “dindar nesil” projesi için dün olduğu gibi canla başla çalışacaktır. Üniversitelerden beklenen, evrensel ölçülerde bilim üretmeleri değil, iktidarın sosyal mühendislik harikası yeni bir nesil yetiştirmesidir.

Kitapta Kemalizm’i önce çok başarılı bir blok, bu bloğu başarıyla parçalayan bir iktidar yapısı olarak tanımlıyorsunuz. Son dönem tartışmalarından yola çıkarsak, AK Parti’nin aynı iktidar yapısına sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?

GÇ: Kemalist kozmoloji, tesisinden itibaren ulusal mevcudiyeti hem Türklüğe hem de İslam’a, daha doğrusu Sünni bir kimliğe dayandırıp, cebri otoritesini tedrici olarak artırmayı başaran bir iktidar konfigürasyonuydu. Ne var ki bu yapılanmanın kendine özgülüğü/başarısı, başta kurduğu kırılgan blokun çözülüşünü ve kendi tertibatına dönük sivil şiddet repertuarlarının gelişimini de tetikledi. Kökten ayaklanmalar ile devlet cebri arasındaki diyalektik salınımın asli nedenini kurucu şiddet repertuarlarına uzanarak anlayabiliriz ki, o günden bugüne farklı ton ve etkilerle aralıksız süren bir mekanizmadan bahsediyorum. AKP de yeni hegemonya tesisi sürecinde çoğulcu bir siyasal söylem inşa ederek, muhtemel siyasal imkânlara kendi gündeminde yer açmış, böylece muhafazakârlık, milliyetçilik, liberalizm ve çok-kültürcü anlayışları mevcut siyasal söylemi içerisinde eritmeyi başarmıştır. Ancak 2006-2007 sonrası (örneklerle yaklaşırsak) Danıştay saldırısından Dink’in öldürülmesine, enformatik kanallardan yayılan neo-milliyetçi hareketlilikten, her yönüyle belirsizliklerle dolu Ergenekon tutuklamalarına değin siyasal alanın istikrarsızlaştırılmasıyla beraber, egemenlik alanı içindeki ittifaklar parçalandı. Ülke bundan sonrası hegemonyanın yeniden-tesisi mücadelesine sahne olacak ve sanırım bu kavga bir hayli sert geçecek. Peki, bu fasit daire neden var? Elcevap: Türkiye’nin zengin siyasal topografyasını ve iklimini kavramak açısından belirleyici olan güç ve değişkenlerin, 1923’ten bu yana, siyasal alanı demokratikleştirmek yerine “devlet kapasitesi” üzerinde seferber olmalarıyla alakalı.

 

1915’ten kalan miras, HDP’ye saldırıların kaynağı

 

Türkiye’de siyasal şiddetin boyutları ölçüsünde, 1915 Ermeni Soykırımı’nın bıraktığı miras nedir? ‘Kurucu katliam’ gibi bir tanım yapılabilir mi 1915 için?

GÇ: Cumhuriyet rejiminin, Emval-ı Metruke kanunlarının tesis ettiği hukuk sistemi üzerinde yükseldiğini göz önüne almamız gerekir öncelikle. 1908–1918 arası dönemi kapsayan karar alım süreçleri ile devletçe işletilen cebri mekanizmaların devlet inşasının omurgasını oluşturduğunu da hesaba katacak olursak, 1915 felaketinin devleti oluşturan “yasa”nın fizyonomisini teşkil ettiğini düşünebiliriz. Yasa koymak, bizatihi cebir uygulamaktır çünkü. İttihatçılıkla organik bir devamlılık içinde cisimleşen Kemalist paradigmanın yeni devleti, Türklük temelinde tarif edişinden tutun, Türkiye siyasal alanının kuruluşundan itibaren politik “düşman” üretiminin çeşitliliği de bu hipotezimizi destekler nitelikte. Devredilen mirasın sadece genel siyasi kavrayışlarımıza değil, paramiliter oluşumlara bile kaynaklık teşkil ettiğini görmek içinse uzağa gitmeye gerek yok. Son zamanlarda HDP’ye dönük lokal saldırılar bunun en açık göstergeleri bence.

Tek parti yönetiminin yanı sıra DP, AP, ANAP ve AK Parti’nin de demokratik taleplerle yola çıkıp otoriter bir niteliğe kavuşması, bu iktidar pratiğinin Türkiye için sistematik olduğunu gösteriyor. Sistem neden kaçınılmaz olarak böyle işliyor Türkiye’de?

İŞ: Biraz daha geriden başlarsak, devlet, 1839’da mal-can,  namusu güvencesi altına aldığını deklare ederek geleneksel patrimonyal anlayıştan modern bir devletin doğasına doğru evirilmeye çabaladığını göstermişti. Devlet, askeri bir imparatorluktan bürokratik bir devlete evrilirken, tebaa vatandaşa doğru dönüşmeye başladı. 1876’da ise parlamenter monarşi ile tanıştık. Mutlak sultan yetkilerini paylaşmak için söz vermişti. Güvenlik gerekçesi ile parlamentoyu askıya alma yetkisi vardı ve bu yetkiyi kullandı. 1908’e kadar Meclis kapalı kaldı. Meşrutiyet, pek çok alanda cumhuriyetin provası oldu. Tebaadan vatandaşa geçiş,sistemi değiştirmek ve dönüştürmek isteyen bürokratların işidir. Bu anlamda toplumsal bir karşılığı yoktur. Vatandaş, tebaa üzerine sürülmüş bir ciladır ve kazındığında tebaa ortaya çıkar.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e “batı Cephesinde değişen bir şey yok”. Zira halkın yoğun istek arzu ve hatta baskıları sonucu demokratik bir yönetime geçilmemiştir. Yönetenlerin istekleri demokrasi arzusunu belirlemiştir. Demokrasi, seçilmişler için kendilerini iktidara taşıyacak bir araçtır. İktidarı paydaşları ile paylaşacakları bir araç değildir. Demokrasi, iktidar ve muktedir olacakları devleti ele geçirecekleri, kadrolaşacakları bir araçtır. Devleti ele geçirmek deyimi bu ülkede tarihi sosyolojik ve antropolojik karşılığı olan bir deyimdir. Ele geçirdikten sonra başka seçilmişlerin iktidara gelmesini engellemek, iktidarı mutlaklaştırmak için demokrasi rafa kaldırılır. İktidar despotlaşır, tek parti ve tek adamlığa doğru evrilir. Vesayetin karşısında olanlar gerçekten karşısında değiller. Vesayetin kendilerinde olmamasına karşılar. O yüzden, bir vesayetten başka bir vesayete sürükleniyoruz. Sistemi ele geçiren sistemin kendileri lehine işlemesi için devam etmesinden yana bir tavır takınıyor.

Sistem karşıtı görünümlü yeni bir vesayetçi düzen sürekli kendini üretiyor. Sistem tek adamlar üretmeye çok müsait. Toplumun büyük çoğunluğu vesayetin çok farkında değil. İnanılmaz bir şekilde manipüle ediliyor. Modern manipülasyon araçları iktidar tarafından ustalıkla kullanılıyor. Farkında olanların büyük kısmı, öğrenilmiş çaresizliğin pençesinde kıvranıyor. Daha büyük kısmı, başka bir ülkede yaşar gibi bu ülkede yaşadığı için umursamıyor. Hafta sonu, bütün ülkenin kendisi gibi aktiviteler içinde olduğunu sanıyor. Herkes kendi adasında RobinsonCrouse ve adalar arası iletişim söz konusu değil.