Kültür-Sanat

Deniz Gezmiş, Nil Yalter ve Göçmen Hayatlar

Sanatçı Nil Yalter'in 'Sürgünlük Zor Zanaat Zor' sergisi Köln'de açıldı

17 Nisan 2019 12:11

*Doğan Akhanlı

Serginin “Deniz Gezmiş” bölümünde, Deniz, Yusuf, Hüseyin’i simgeleyen grafiklerin önünde takılı kalmam, 1972 baharından haberler veren Milliyet Gazetesi’ni satır satır okuyor olmam ve Kahire doğumlu sanatçı Nil Yalter’in idamlar karşısında kendi çaresizliğini de belgelediği fotoğraflardan yayılan acıyı derinden hissetmemin nedeni, idam günlerini bire bir yaşamış olmamdı. Yarım yüzyıl öncesinin idam günlerine dair solgun hatıralar canlanmaya başladığında, Bremen’den gelmiş sekiz kişilik gruba refakat eden, sergiyi düzenleyen müzenin müdür yardımcısı Rita Kersting, Deniz Gezmiş’in kim olduğunu anlatıyor, onun Almanya’daki 68 öğrenci hareketinin biraz Rudi Dutschke’si biraz da Ulrike Meinhof’u olduğu bilgisini veriyordu. Bense kraft ambalaj kağıtlarına çizilmiş, çerçevelenmiş, yukarıdan aşağıya üç daire ve bir çizgiden oluşan grafikleri inceliyordum. Farklı tonlardaki yazısız bir mührü andıran üç daire, Deniz, Yusuf, Hüseyin’in 6 Mayıs 1972 şafağında kemente geçirilen başlarıydı. Yukarıdan aşağıya uzanan o soğuk çizgi ölümle aralarındaki mesafeyi gösteriyor, her çerçevede üç gencin kırılacak olan boyunları ölüm çizgisine yaklaşıyor ve son grafikte sadece ölümü temsil eden tek bir renk bütün tabloya hakim oluyordu. Sergi mekanındaki grafikler, gazete kupürleri ve fotoğraflar girdaba kapılmış kuru yapraklar gibi dönüp dururken etrafımda, o günlerde odasına kapanmış 36 yaşındaki Nil Yalter’in idam günlerindeki kendi çaresizliğini ve acısını belgelediği fotoğraflarda, toplumun her kesimini etkisi altına alan kolektif acıyı da hissediyordum. Bir taraftan sergiyi izleyen gruba, o üç genci kurtarmak için beş gencin tünel kazarak hapisten kaçtığını, diğer altı gençle buluştuktan sonra, Karadeniz’in güzel bir beldesindeki NATO üssüne baskın yapıp üç teknisyeni kaçırdıklarını, 11 gencin 10’unun ve üç teknisyenin idamlara 36 gün kala Kızıldere adlı bir köyde, kuşatıldıkları evde öldürüldüklerini anlatma ihtiyacı hissediyordum ama o efsanevi hayatları, sanatsal bir gezi için beş yüz kilometre uzaktan Köln kentine gelmiş gruba anlatmamın mümkün olamayacağını anında bilince çıkarıp suskunluğumu sürdürüyordum.

Neticede sanatsal bir sergideydik. Güneşli bir nisan günü, mızıkacıları geride bırakıp bunca yolu katetmiş Bremenli sanatseverlerin kafalarını karıştırmak, o günlerin hayatta kalmış en önemli tanıklarından biri olan Ertuğrul Kürkçü’nün, şimdi milletvekili olmakla beraber, Türkiye’ye giderse tutuklanabileceğini de onlara söylemek isterdim ama Türkiye’nin yıllardan beri bitmeyen can çekişen hallerinden söz etmek işime gelmedi nedense. Muhtemelen anlayamayacaklarından korktum.

Sergideki “Apollon Tapınağı” tablosunun önünde durduk. Bir zamanlar Side’de böyle bir antik tapınak görmüştüm. Denizlerin idamının üzerinden 10 yıl geçmişti. Yolum neden Side’ye düşmüş olabilirdi o günlerde? Muhtemelen, 12 Eylül 1980 darbecilerinin beni bulamayacakları bir yer arayışındaydım. Sideli biri, Apollon Tapınağı’nın önünde, tapınağın yeniden gün yüzüne çıkış hikayesini anlatmıştı bana. Eskiden demişti, burası üzeri toprakla kaplı düz bir alandı. Şu gördüğün sütunun tepesine biz eskiden eşek taşı derdik. O taşın üstüne çıkıp eşeğe binerdik.

Şimdi o eşek taşı gökmavi bir zemin üzerinde yıkılmış, o asla geri getirilemeyecek yılların hüznüyle sanatsal bir yapıta dönüşmüştü.

Çok çok eskilerden kopup gelen, Anadolu’nun geçmiş ve bugünkü çıkmazlarını özetleyen, hüzün saçan bir tabloydu bu. Görkemli medeniyetlerden sıradan hayatlarımıza kadar her şeyin geçici olduğu gerçeğinden kaçamayacağımızın bir kanıtı gibiydi. Bremenliler ne düşündüler o tablonun önünde bilemem ama ben, Selçuklular Anadolu’ya ayak bastıklarında 16 Milyonluk nüfuslu memleketimi düşündüm. Selçukluların gelişiyle beraber nüfus iki yüz bin daha artmıştı. 800 yıl sonra, 1914’te Anadolu’nun nüfusu halen 16 milyondu. Demek ki sekiz yüz yıl içinde öyle çok kırım ve savaşlar yaşanmıştı ki, nüfus bir türlü artmamıştı. Birinci Dünya Savaşı başladığında, nüfusun nerdeyse yarısını oluşturan Hristiyanlar da, sekiz yıl içinde o topraklardaki kırım ve sürgünler sonucu kaybolup gitmişti ve bizler, adına Türkiye Cumhuriyeti denen bir devlet kurmuştuk. Nerdeyse yüz yaşına yaklaşan bu devletin yurttaşlarına mutlu bir hayat sunduğunu söylemek zordu. Mutlu hayat sürdüren bir kesimin olduğuysa kuşkusuzdu ama mutsuzlarla kıyaslandığınsa onların küçücük bir azınlığı teşkil ettikleri kesindi.

“Toprak Ev”in önündeydik o sırada. Bir göçebe çadırı da denebilirdi bu yapıta. Yaşar Kemal’in “Binboğalar Efsanesi”nden bir alıntının Türkçe ve Fransızcasıyla süslü bir çadır. Yaşar Kemal’in merkezi devlete uyum sağlayamayan göçerlerin çaresizliğini yansıttığı ağıtsal metnini kaç kez okudum bilemiyorum. Her seferinde, boğazımda bir şeyler düğümlendi ve bu kutsal devletin acı vermediği kaç yurttaşı olduğunu düşünmeye başladım. Tamam, Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Kürtleri, Alevileri, Süryanileri, Romanları solcuları, daha daha nicelerini anladık da, devleti için can vermeye hazırken işkencede tırnakları sökülen aşırı sağcıların, üzerinde sigara söndürülüp ipe çekilen başbakanın ve bakanların başlarına gelen hadiselerin anlamına kafa yordum. Öyle dalıp gitmişim ki, Bremenli sanatseverler çoktan gözden yitmiş ve serginin “Diyarbakır” başlıklı bölümüne ulaşmışlardı.

Ben grubu ararken, erkekten kadına dönüşen bir video enstalasyonunun bulunduğu odadaydım. 1970’li yıllarda sağcı ve solcu gençler birbirini kırmakla meşgulken Nil Yalter, erkek ve kadın dışında da cinsler olduğunu çoktan keşfetmişti. Demek ki, diye düşündüm, zaman uygun olmasa da, bir sanat yapıtı yıllar sonra da güncelliğini koruyabiliyor, yapıldığı yıllardaki anlamsızlığı yıllar sonra ciddi bir siyasi ve sanatsal manifestoya dönüşebiliyordu

Demek istediğim Köln adı verilen, Romalıların kurduğu bu sevimli şehirde, kendini “Ben bir mesajım” diye özetleyen, kökleri Selanik’e uzanan, İstanbul’da büyümüş bir Fransız vatandaşının muhteşem sergisi var. Bütün eserleri Türkçeye çevrilmiş Heinrich Böll’ün adını taşıyan meydandaki Ludwig Müzesi’nde 2 Haziran’a kadar açık. Türkçe ve Kürtçe turlar da mevcut. Serginin adı Nazım Hikmet’in şiirinden alıntı: Sürgünlük zor zanaat zor! Bana kalırsa mutlaka görün derim. Sergi, Atlantik’in öte yanına, New York’a gitmeden önce hazır Köln’deyken, "Ludwig Heinrich Böllplatz" daki müzede mutlaka görün...


Nil Yalter, Sergi: Sürgünlük Zor Zanaat Zor // Exile is a Hard Job

Museum Ludwig

Heinrich Böllplatz 50667 Köln