Kürşat Bumin
(Yenişafak, 25 Şubat 2012)
Devlet Denetleme Kurulu'nun (DDK) "Hrant Dink Cinayeti"ne ilişkin raporu haklı olarak ilgi çekti. Ancak kabul etmeliyiz ki söz konusu rapor söz konusu kurulun yetkileri çerçevesinde kaleme alındığı için, tabii olarak bilinenleri tekrarından öteye gidemedi. DDK da zaten raporunun ("kapalı" satırlarda ne anlatıldığını bilemiyoruz tabii ki) bir yerinde bu sınırlı yetkiye dikkat çekiyor: "...DDK tüm yetki ve araçlarla donatılmış soruşturma birimi değildir.
Bu itibarla, Hrant Dink ve benzeri olaylarda DDK'nın kamuoyunda oluşan beklentileri tümüyle karşılamaya yönelik görevi, yetkisi ve kullanabileceği araçları sınırlıdır. Devlet Denetleme Kurulu, tanık dinleme veya bunları getirtme, iletişim bilgilerini alma ve bunları inceleme ya da ceza soruşturmalarında delil tespitine yönelik getirilen diğer araçların hiç birisine sahip değildir. Nitekim, Hrant Dink olayında da ancak; idare organlarınca yürütülen soruşturmaların hukuka uygunluğu açısından denetimi ile kamu görevlilerinin yargılanmasına ilişkin mevzuatın geliştirilmesine yönelik bir çalışma yapılmıştır."
Görüyorsunuz; bu durumda DDK'yı daha fazla sıkıştırmanın anlamı yok tabii ki. Son derece sınırlı bir yetkiyle, son derece sınırlı bir alanda yapılan bir çalışmanın ürünü olan bir raporla karşı karşıyayız. Bu sınırlılıktan olsa gerek, raporun önemli bir bölümü (Osmanlı döneminden başlayarak) ülkedeki kamu görevlilerinin yargılanmasına ilişkin mevzuatın hatırlatılmasından oluşmuş. Yararlı bir hatırlatma tabii ki; ama herkes "bu işin" nasıl yürütüldüğünden haberdar değil mi zaten? Bu kadarının bile olması hiç olmamasından evladır şüphesiz; ama raporu fazla abartmamak da gerekiyor.
Ancak bu "sınırlı" raporda bazı ifadeler var ki bayağı yadırgatıcı nitelikte. Bir kere cinayetten söz edilirken Hrant'dan bahisle kullanılan "ötekileştirme" sözcüğü. Bana göre "ötekileştirme" gibi sosyolojik-politik bir kavramın bu raporda yeri olmaması gerekiyor. Raporun daha ilerdeki sayfalarında yer alan şu sözler ise yadırgatıcı olmaktan da ötede: "Esasen, Hrant Dink'i hedef haline getiren ve Hrant Dink'i öldüren kişinin eline bayrak vererek resim çektiren marjinal anlayışların ortaya çıkmasına yol açan bazı paradigmalarla yüzleşilmesi; bu tür ortamlardan..."
Fark ettiğiniz gibi bu cümlede iki problemli iki ifade yer alıyor: "Marjinal anlayışlar" ve "bazı paradigmalar". Bilmiyorum, belki benim anlamadığımı siz anlamışsınızdır. Ne işi var bu ifadelerin raporda? Ayrıca –çok önemli olarak- eline bayrak tutuşturulmuş katil ile aynı kareye girebilmek için gayret sarf eden bu anlayış ne münasebetle (hukuk terimleriyle soracak olursak: "Hangi delillere dayanarak") "marjinal anlayış" olarak nitelendiriliyor. Bu münasebetsiz yorumlara raporda yer verilmesi de yeni bir "paradigma"nın ürünü mü yoksa? DDK başkan ve üyelerinin fark etmemiş olabileceğini düşünerek manzarayı bir de ben betimleyeyim: Karşımızdaki manzara, güvenlik güçleriyle ilgili hiç de "marjinal" sayılamayacak bir "paradigma"nın sergilenmesidir.
DDT raporuna ilişkin son olarak bir değerlendirme daha yapmak istiyorum. Anlaşıldığı kadarıyla Cumhurbaşkanı'nın kendisine bağlı DDK'yı çalıştırmaya karar vermesi bir yıl kadar önce (2011 Ocak ayı) Strasbourg'da bir grup gazeteci ile bir araya gelmesinin sonucunca gerçekleşmiş. Bu durumu söz konusu toplantıya katılan bazı gazeteciler özellikle belirttiler.. Doğrusu ben, bu olayın bir "gazetecilik zaferi" olarak sunulmasını da yadırgadım. Düşünün, Cumhurbaşkanı, kendisine bağlı DDK'ya bir rapor hazırlaması yönünde ancak bir yıl önce talimat veriyor... Oysa cinayet 2007'de işlenmiş ve Cumhurbaşkanı yine bu tarihten beni Çankaya'da.
Bilmiyorum ki ne demeli? En iyisi bundan böyle, DDK tarafından araştırılmasını istediğimiz olayları Cumhurbaşkanı'nın gezisine katılan gazetecilere not ettirmek herhalde! Onlar hatırlatsınlar ki, "Yürütme" de harekete geçebilsin...
Bitirmeden şunu da hatırlatayım: DDK üyesi Mehmet Ali Özkılınç'ın (bir meslektaşıyla birlikte) daha önce mülkiye başmüfettişi olarak Mehmet Ocaktan'ın başkanlık ettiği TBMM Hrant Dink Cinayeti Araştırma Komisyonu'na bir rapor sunduğu bilgisi de gözüme çarptı.
Bu rapor önümde olmadığı için hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Ancak bu vesileyle şu hususun altını çizmek isterim: En yakın örneğiyle "Uludere Komisyonu" dolayısıyla da görüyoruz ki, yetkisi son derece sınırlı (TBMM Araştırma Komisyonları ya da DDK örneğinde olduğu gibi) kurullarla ülkenin çok önemli dosyalarının altından kalkabilmek imkansız görünüyor. Ne yapmalı o zaman? Tabii ki her şeyden önce (madem ki "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir"!) TBMM'nin Araştırma Komisyonları'nın yetkilerini artırmak gerekiyor. DDK'nin –bir bakıma- eksikliğinden şikayet ettiği yetkileri bu komisyonlara tanımak gerekiyor. Bu yönde bir seçim "kuvvetler ayrılığı" ilkesine filan da aykırı değil, demokrasilerde benzer komisyonların hangi yetkilerle nasıl çalıştığını hatırlayın..Söz konusu "komisyonlar" komisyonluğunu yapamayacak durumdalar ise, bu mahvillerde geçirilen zamana yazık değil mi?