16 Ekim 2014 01:54
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Al Jazeera’ye verdiği özel mülakatta Türkiye’ye gelen 1 milyon 800 bin sığınmacıdan, 1 milyon 600 bininin rejim, geriye kalan 200 bininin ise IŞİD saldırılarından kaçanlar olduğunu dile getirdi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Al Jazeera Arapça'dan Ahmed Mansur’un sunduğu ‘Bila Hudud’ (Sınırsız) programında bölgede yaşanan gelişmeler, Kobani meselesi, IŞİD ve Türkiye’nin bölgedeki rolü hakkında açıklamalar yaptı.
Türkiye’ye gelen mültecilerin çoğunun IŞİD’den değil rejimin hava bombardımanından kaçtığını söyleyen Davutoğlu “Miloşeviç’e karşı harekete geçen uluslararası toplum Suriye’de de kimyasal silah kullandığında Esed’e karşı harekete geçseydi IŞİD doğmazdı” ifadelerini kullandı.
Davutoğlu, Türkiye’nin insani yardım konusunda büyük bir rol üstlendiğini ancak tek başına bir savaşa müdahil olmasının nihai bir çözüm getirmeyeceğini belirterek şu ifadeleri kullandı:
“Bizim Suriye konusunda çok açık bir prensibimiz var: Suriye’de hangi etnik ve mezhebi kökenden olursa olsun, ister Arap, İster Kürt, ister Türkmen, ister Sünni, ister Nusayri, ister Hristiyan bütün kardeşlerimiz, dostlarımız herhangi bir yardıma ihtiyaç hissettiklerinde Türkiye yanlarında olmuştur. Bu sebeple geçmişte Arap, Kürt ve Türkmen 1 milyon 600 bin kardeşimizi kabul ettik. Halep’te, Azez’de, Tel Abyad’da, Rasulayn’da, İdlib’de sınır boylarımızda bir ihtiyaç hâsıl olduğunda elimizden geleni yaptık.
Ancak Kobani konusunda yani Aynul Arap konusunda da aynı yardımı sergiledik. 200 bin Kürt kardeşimizi Aynul Arap’tan bir hafta içinde kabul ettik. Bütün Avrupa’nın üç buçuk yıl içinde kabul ettiği Suriyeli mülteci sayısı bizim üç gün içinde kabul ettiğimizden daha az. Dolayısıyla gönlümüzü ve yüreğimizi açtık Suriyeli kardeşlerimize. Ama Türkiye’nin herhangi bir savaşa tek başına müdahil olması nihai bir çözüm getirecek durum değil. Eğer gerçekten bir müdahaleye ihtiyaç varsa bütün uluslararası toplum hep birlikte ve sadece Aynul Arap’a değil Suriye’deki bütün zulümlere müdahil olması lazım. Çünkü nihai kertede Suriye’de IŞİD terörü dışında da, IŞİD ortaya çıkmadan önce de, geçen sene IŞİD 2013 Mart’ında ortaya çıktı, ondan önce de yüz binlerce insan öldürüldü, kitle imha silahları kullanıldı, scud füzeleri kullanıldı. İnsanlar Suriye’den kaçmak zorunda kaldılar. Bizim mesajımız çok açıktır: İnsani yardım konusunda hiçbir sınır tanımayız. ‘Bila hudut’ insani yardım yaparız. Yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Ama Suriye’ye müdahale konusunda her şeyden önce uluslararası toplumun entegre bir strateji geliştirmesi lazım. Sadece Aynul Arap’a dönük değil, Suriye’nin bütününe dönük bir strateji geliştirmeden, sadece Kürtleri değil, Suriye’nin bütün halkını korumaya dönük bir strateji geliştirmeden, sadece IŞİD terörüne karşı değil, zalim bir rejime karşı da ortak bir strateji geliştirmeden bir çözüme ulaşmak çok zor. Dolayısıyla tek bir bölgeye, tek boyutlu bir müdahalenin ve tek bir taraftan gelecek müdahalenin faydadan çok zarar getirebileceğini düşünüyoruz”.
Davutoğlu bölgede IŞİD’in ortaya çıkmasının sebebinin Suriye rejiminin baskı politikaları olduğunu söyledi:
"IŞİD’in çıkmasının temel sebebi Suriye rejiminin acımasızca sürdürdüğü baskı politikalarıdır. Buna karşı direnen Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet güç kaybettikçe Suriye rejiminin desteklediği IŞİD güç kazandı. Dolayısıyla Türkiye’nin stratejik çıkarı yeni bir Suriye kurulmasındandır. Yoksa bugün IŞİD’İn tasfiye edilmesi yarın başka bir örgütün ya da rejimin IŞİD’in yerini doldurması sonucunu doğurur. Bizim için temel mesele, dünyanın da meselesinin bu olduğu kanaatindeyim, yeni bir Suriye’nin bütün etnik ve mezhebi dini gruplarıyla herkesin eşit vatandaş olduğu yeni bir Suriye’nin doğuşu konusunda Suriyeli kardeşlerimize yardım etmemiz şarttır".
Davutoğlu Al Jazeera’ya yaptığı açıklamada ilk kez güvenli bölgenin sınırın hangi bölgelerinde kurulması gerektiğine dair net ifadeler kullandı:
"Biz bunun belli yoğunluklu nüfusların olduğu yerlerde, mesela Halep’in kuzeyinde olması lazım. Çünkü Halep’te hem rejim saldırıları var, hem IŞİD saldırıları var. Halep’le Türkiye sınırları arasında olması lazım. İdlib’in Türkiye sınırına yakın yerlerinde, aynı şekilde Lazkiye’nin kuzeyinde, yine Haseke’de belli bölgelerde, şu anki Cerablus bölgesinde, Aynul Arap’da… Birleşmiş Milletler’in belirlemesi en doğru olanıdır. Uluslararası meşruiyeti güçlü olur. Ama Birleşmiş Milletler bu konuda karar alamıyorsa ki biz üç buçuk yıldır Birleşmiş Milletler’in karar almasını bekliyoruz.
Hiçbir karar alamıyor Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, belli vetolar sebebiyle. O zaman Suriye’ye müdahale konusunda oluşan uluslararası koalisyon ve gönüllüler koalisyonu bu konuda belli kararlar alıp havadan koruma sağlayabilir. Bunun örneği de Irak’ta doksanlı yıllarda yaşandı. Irak’ta 90’lı yıllarda Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra uzun bir süre belli bir paralelin kuzeyi ve güneyi emin bölge ilan edildi ve Saddam’ın saldırılarına karşı korundu. Türkiye böyle bir koruma alanı oluştuğunda her türlü katkıyı vermeye hazır. Ancak böyle bir koruma alanı yokken tek başına Türkiye’nin müdahalesini istemek bütün bu riski tek başına Türkiye’nin üstlenmesini istemektir. Bizim burada vurguladığımız husus hangi strateji uygulanacaksa uygulansın bu strateji bütün Suriye’yi kapsamamalı, geçici olmamalı, tek boyutlu olmamalı, tek bir bölgeye veya şehre inhisar etmemeli. Nasıl Kürtlerin, ki kardeşlerimizdir, korunma hakları var, aynı şekilde Aynul Arap’taki Kürtlerin, aynı şekilde Tel Abyad’daki Arapların, Çobanbey ya da Bayırbucak’taki Türkmenlerin , İdlib’deki Arapların, Afrin’deki Kürtlerin de, yine Kürtlerin de korunmaya ihtiyacı var. Ama biz sadece bir noktaya teksif olursak, ve sadece IŞİD’den gelen tehdide teksif olursak, bu meseleye sadece palyatif bir çözüm, bu tabiri caizse geçici, palyatif bir çözüm olur. Biz artık Suriye’de kalıcı bir çözümün zamanının geldiğini ve geçmekte olduğunu düşünüyoruz".
Davutoğlu Arap halklarının ve gençlerinin talepleri dinlenmeden yürütülecek mücadelenin sonuç vermeyeceğini ifade ederek,
"3 sene önce 2011 yılında Arap Baharı başladığında, Arap gençleri sokağa çıktığında dünyadaki bütün diğer gençler gibi aynı şeyleri istiyorlardı: Daha çok özgürlük, daha çok refah, daha izzetli bir hayat, siyasi katılım ve liderlerin, ülkelerini idare edenlerin hesap verilebilir nitelikte ilişkiye sahip olması. Dünyada Avrupa’da, Amerika’da veya dünyanın her bir köşesinde gençlerin istediği taleplerdi. Ve 2011 yılındaki bu talepler 2012 yılında büyük bir ümit ortamı doğurdu. Ama 2013’ten bu yana bu taleplerin bastırılması ve maalesef uluslararası toplumun bu talepleri bastıranlara karşı etkin bir yöntem ve ilkeli bir tutum benimsememesi dolayısıyla IŞİD denilen yapı 2013’ün baharında doğdu. Yani bunu şunun için zikrediyorum: IŞİD bir neticedir, bir sonuçtur. Çok büyük bir tehlikedir, tehdittir ve mazur görülemez.
Ama bir taraftan da IŞİD’e karşı verilen mücadelenin esas yürümesi gereken alanın siyasi, kültürel bir mücadele alanı olduğunu da herkesin fark etmesi lazım. Baskı altında tutulan kitleler ümitlerini kaybettiklerinde radikalize olurlar. Soruyu sormak lazım: Arap gençlerinin ümidini kim tüketti? Kim Arap gençlerinin Suriye’de, Humus’ta sadece ve sadece özgürlük isteyen, fikir özgürlüğü, onurlu bir hayat isteyen insanların ümidini tüketti? Arap dünyasının her bir köşesinde 2011 yılında büyük ümitler vardı. Büyük bir gelecek beklentisi vardı. Şimdi bu soruları sormadan yürütülecek bir mücadele teröre karşı mücadele anlamında bir gün belki başarıya ulaşır. Ama bir terör örgütü gider, başka bir terör örgütü gelebilir. Esas itibariyle Arap halklarının ve gençlerinin o haklı taleplerine saygı duymak gerekir.
Bundan 5 sene önce, 10 sene önce El Kaide’yi konuşuyorduk. Ondan daha önce başka terör örgütlerini konuşuyorduk. Şimdi IŞİD’i. Bunun tek çözümü meşru siyasi yönetimler ve kendi halkına saygı duyan liderler. Biz bunu Türkiye’de de bütün bu süreçlerde çok ciddi tecrübeler sonucunda buraya geldik. Düşünün, Beşşar Esed halkını bombalamak yerine o halkı dinlemeyi deneseydi. Üstlerine kimyasal silah kullanmak, scud füzesi kullanmak yerine o gençlere kulak verseydi IŞİD ortaya çıkabilir miydi? Ya da Beşşar Esed bunları dinlemediğinde ve insanları katlettiğinde Bosna’da Miloşeviç’e karşı harekete geçen uluslararası toplum Suriye’de de kimyasal silah kullandığında Beşşar Esed’e karşı harekete geçseydi IŞİD doğabilir miydi? Vaktinde çözülemeyen krizler bir kartopu gibi daha bir yumak halinde önünüze geliyor. Ondan sonra da milyarlarca dolar harcamak, çok riskli operasyonlar yapmak ve çok daha fazla kan dökülmesi sonucunda bir netice almak zorunda kalıyoruz. Burada en önemli şey aynen tıpta olduğu gibi koruyucu hekimlik tarzında daha olay çıkmadan, kriz çıkmadan onu çözmeye dönük politikalar geliştirmek. Onun için şimdi biz bize dönük tavsiyede bulunanlara onu söylüyoruz: Kapsamlı bir strateji getirin, ilkeleri açık olsun. Sonucunda ne olacağını görelim. Her türlü katkıyı yaparız. Ama bunlar ortaya konmadan sadece bir tehdide dönük tek boyutlu bir mücadele bugün bir radikal örgütü tasfiye edebilir, radikalizme karşı gerçek bir zafer kazanılmasını ise mümkün kılmaz. Başka bir örgüt çıkar. O bakımdan kültürel, siyasi, askeri, ekonomik boyutları olan daha kapsamlı bir stratejiye ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz".
Davutoğlu IŞİD’i ortaya çıkaran faktörlerin 10 yıl öncesine kadar dayandığını belirtti:
"Aslına bakarsanız DEAŞ’i (IŞİD) ortaya çıkarak faktörler bundan on sene öncesine kadar gider. İlk olarak biliyorsunuz Irak Kaide’si olarak ortaya çıktı. Amerika’nın Irak’a müdahalesi sonrasında. Sonra yapı değiştire değiştire, kendini bir anlamda dönüşüme uğrata uğrata geçen sene Mart ayında kendisini Suriye ve Irak’ı da kapsayan bir yapı haline dönüştürdü. Ne zaman DEAŞ yükselmeye başladı? Bağdat’ta ve Şam’da oturanlar çok geniş Sünni kitleleri tümüyle dışlayıp mezhepçi bir tutum benimsediklerinde hem Musul’dan Halep’e, Anbar’dan taa Humus’a kadar olan alanda, Rakka’ya kadar olan alandaki kitleler maalesef farklı arayışlara yöneldiler. Ama esas DEAŞ’ı burada ortaya çıkaran faktör Ebu Gureyb ve Mezze Hapishaneleri’nden boşaltılan ve eski terör tecrübesi olan mahkûmlardır. İlginç bir şekilde, Ebu Gureyb ve Mezze Hapishaneleri’nden, Suriye ve Irak’tan çıkan bu mahkûmlar, tekrar bu Irak El Kaide’sini dönüştürdükten sonra uzun bir dönem Suriye rejimi IŞİD’le hiçbir savaş yapmadı. IŞİD’i hiç bombalamadı. Aksine aralarında taktik bir koalisyon oluştur. Suriye rejimi Özgür Suriye Ordusu’nu havadan bombaladı. Özgür Suriye Ordusu’nun elinde tuttuğu şehirler, Cerablus’tu, Tel Abyad’dı diğer birçok şehir havadan bombardımana dayanamayınca çekildiğinde bombalanan yerlerdeki boşluğu IŞİD doldurdu. Suriye rejimi Özgür Suriye Ordusu’nun karşısına cesaretle savaşacak kara birlikleri çıkaramadığı için havadan bombaladıktan sonra bu IŞİD unsurlarının girebileceği bir yapı ortaya çıktı. Şimdi IŞİD’den muzdarip olan, Kürtleri temsil ettiğini iddia eden ama bütün Kürtleri temsil etmeyen PYD de uzun süre IŞİD’le yan yana yaşadı. Hem PYD hem IŞİD rejimle işbirliği yaptı uzun bir süre. Hepsinin de hedefi Suriye halkının haklarını korumaya çalışan Özgür Suriye Ordusu’nun alanını daraltmaktı. IŞİD bu yapı içinde ortaya çıktı. Sonra Irak’ta özellikle Sünni politikacılar Bağdat’ta yalnızlaştırılınca ve Musul’da ciddi bir tepki oluşunca Musul’a tekrar döndü ve geniş bir alanda kontrol imkânı buldu. Ama bu yapıların bir taşeron gibi farklı istihbarat örgütleri tarafından kullanılabildiği de geçmişte görülen örneklerdendir. Ama esas itibariyle burada Suriye rejiminin IŞİD’e çok güçlü bir taktik destek sağladığını da göz ardı etmemek lazım. Eğer Suriye rejiminin hava saldırıları olmamış olmasaydı Özgür Suriye Ordusu ve ılımlı muhalefet bu alanları boşaltmak zorunda kalmazdı."
Başbakan Davutoğlu, Türkiye’nin Kobani’nin düşmesini istemeyeceğini ancak meselenin sadece buraya bağlanmasının doğru olmadığını vurguladı: "Aynul Arab’ın düşmesini istemeyiz, Aynul Arab’ın düşmemesi için elimizden gelen katkıyı sağlarız. Ama bütün bu sorumluluğu Türkiye’nin üzerine yüklemeye kimsenin hakkı yok. Suriye’deki krizin sorumlusu Türkiye değil. Herkesin elini taşın altına koyması lazım. Aynul Arabın düşmesi istenmiyorsa Aynul Arab’taki durumun diğer yerlere sıçramasına engel olmak lazım. Şunu sormak da herkesin hakkı; Peki Aynul Arabın düşmesi gerçekten bizi üzer ve düşmemesi için elimizden gelen katkıyı yaparız ama Rakka düşerken neredeydiler? Cerablus düşerken nerdeydiler? Musul düşerken neredeydiler? Musul’u terk etmediği için bizim başkonsolosumuz rehin alındı. Musul’u terk eden Irak ordusunun sorumluluğu nerede? Peki Azez düşerken neredeydiler? Şimdi dolayısıyla meseleyi sadece Aynul Arab’a bağlamak ve sadece bir yerdeki mücadeleye bağlamak doğru değil. Bizden bir şey talep eden, masaya kapsamlı bir strateji koyacak ve bu stratejinin uygulaması esnasında Türkiye’ye yönelecek mülteci gücünü nasıl engelleyeceğini de anlatacak. Orada da anlaşacağız. Bundan sonraki aşamada Suriye’de nasıl bir yapı doğacak, onda da anlaşmamız gerekecek. Yoksa IŞİD’e karşı mücadele ederken Suriye rejimini meşrulaştırmaya kesinlikle razı olmayız".
Davutoğlu, IŞİD’e karşı savaşmak için Kobani’ye gitmek isteyenlerin durumuna dair şu ifadeleri kullandı:
"Bunu daha önce Araplar da, Türkiye’de Arap nüfus da var Türkmen nüfus da var, onlar da giderek Suriye’de bunu yapmak istediler. Onlara da aynı politikayı takip ettik. Türkiye sınırı öyle bir sınır ki mesela Rasulayn’da, karşı tarafta Afrin’de ve Aynul Arab’ta her iki tarafta da Kürtler var, İdlib’te, Halep’te, Azez’de her iki tarafta Araplar var, Cerablus’ta ve Lazkiye’de her iki tarafta Türkmenler var. Eğer biz, ki bütün bunları kendimize kardeş kabul ederiz, onların giderek orda savaşmalarına izin verirsek, tüm Türklerin giderek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının savaşmalarına göz yummak gerekir ki, bunun doğurabileceği büyük bir kargaşa olur. Ama oradakilerin bulundukları yerlerde kendilerini savunmaları için neler yapılabilir, bunu tabii konuşmak gerekir veya Türkiye’ye gelen mülteciler Suriye’ye dönüp kendi toprakları için savaşmak isterse ona hiçbir zaman engel olmayız ancak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının giderek savaşmalarına göz yummak bir müddet sonra başka yerlerde başka talepleri de beraberinde getirir. Türkiye için bir Arabın bi Türkmene, bir Türkmenin bir Kürde, bir Kürdün bir Araba üstünlüğü yoktur. Herkes eşit şekilde bizim kardeşlerimizdir. Birine vereceğimiz hakkı diğerine de vermem gerekir bu da Türkiye-Suriye sınırını kontrol etmeyi imkansızlaştırır".
Başbakan Davutoğlu, Suriye'deki yabancı savaşçılara karşı çıkılırken bir ayrım yapılmaması gerektiğini, Suriye'de Hizbullah, İranlı ve Rus akseri danışmanların da yabancı savaşçı olduğunu vurguladı: “Yabancı savaşçılara da karşı çıkanlar da, burada da herkesin ilkeli olması lazım, yabancı savaşçıya karşı çıkmalıyız ama Suriye’ye giren Hizbullah da yabancı savaşçıdır, Suriye’ye giren bazı İranlı veya Rus askeri danışmanlar da yabancı savaşçıdır. Ya bütün yabancıların Suriye’den elini çekmesi lazım hangi niyetle ve ne şekilde olursa olsun. Suriye’yi Suriyelilere bırakalım.”
© Tüm hakları saklıdır.