09 Kasım 2016 23:52
Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu dâhil dokuz yazarı ve yöneticisi "FETÖ ve PKK terör örgütlerine üye olmamakla birlikte bu örgütler adına suç işledikleri" iddiasıyla tutuklanan Cumhuriyet gazetesinin İcra Kurulu Başkanı avukat Akın Atalay, 30 Ekim'de Tarık Akan'ı anma etkinliği için gittiği Almanya'dan 11 Kasım Cuma günü döneceğini açıkladı.
Akın Atalay, dönme gerekçelerini şu sözlerle sıraladı:
"Gazetemizin başını öne eğdirmemek,
Cumhuriyet gibi köklü bir geçmişe, onurlu duruşa ve haklı bir saygınlığa sahip bir gazetenin, başkan vekili ve İcra Kurulu Başkanı üzerinden "kaçaklık", "firar", "suçlu" gibi olumsuz iftiralara maruz kalmasına neden olmamak,
Türkiye'nin demokratik, laik bir cumhuriyet, insan haklarına dayalı sosyal bir hukuk devleti olması için yılmadan mücadele eden insanlarına ve ülkemin güzel geleceğine olan umudumu ve inancımı eylemli olarak da göstermek,
Kaçma şüphesiyle tutuklanan dokuz arkadaşımızın aleyhinde olacak şekilde "bakın işte bazıları nasıl kaçtıysa, serbest kalırsa bunlar da kaçabilir" şeklinde bir mazereti kullanabilmelerini engellemektir."
Akın Atalay'ın gazete çalışanlarına yaptığı açıklamanın tamamı şöyle:
Değerli arkadaşlar,
Anlaşılan odur ki epeyce bir süre sizlere seslenme, anlatma, açıklama yapma fırsatım olamayacağı için bu defa biraz uzun yazıyorum. Son yaşadığımız gözaltı ve tutuklama sürecini, kişisel durumumu, kararımı ve bazı gözlemlerimi öncelikle çalışma arkadaşlarımla paylaşmak istedim.
CHP Köln Derneği'nin ve Nazım Hikmet Vakfı'nın Tarık Akan'ı anma etkinliğine daveti vesilesiyle (Türkiye'den davetli çok sayıda kişiyle birlikte) 30 Ekim Pazar günü, THY'nin saat 09.40 uçağıyla İstanbul'dan Almanya'nın Köln şehrine gittim. 31 Ekim Pazartesi gecesi yapılacak Tarık Akan'ı anma etkinliğine katılarak ertesi akşam (Salı gece yarısı) İstanbul'a dönecektim. Sanki, özel olarak benim yurt dışına çıkmamı bekliyorlarmış gibi gidişimin üzerinden 24 saat bile geçmeden polislerin evime geldiğini, hem arama hem gözaltı yapacaklarını, otel odasında (Almanya'daki yerel saatle) saat 04.55'te çalan telefonla öğrendim. 5-10 dakika içinde gelen başkaca telefonlardan bu operasyonun sadece şahsıma değil Cumhuriyet Vakfı'nın çoğunluk üyesine ve de gazetenin genel yayın yönetmeni ile bazı yazarlarına, editörlerine yönelik olduğu ortaya çıktı. Güya adli ve yasal bir operasyon kılıfı altında yapılanın esas amacı ve hedefi hemen belli oldu: Cumhuriyet gazetesini tamamen susturmak ya da siyasi iktidarla nasıl bir pazarlık ve işbirliği yaptıklarını, nasıl bir mutabakata vardıklarını henüz bilemediğimiz bazı işbirlikçilere teslim etmek.
Soruşturma, operasyon gününden çok daha önce başladığına ve hepimizin her türlü (telefon, e-mail vs) iletişimi izlendiğine göre benim operasyondan bir gün önce 30 Ekim günü yurt dışına çıkacağımı zaten çok önceden biliyorlardı. Sadece e-maillerimi izleyerek bile tarafıma davet edenlerce gönderilen uçak biletinden bunu görmeleri gerekiyordu. (Muhtemelen şimdi sizlere gönderdiğim bu e-mail mesajını da büyük bir merakla, belki de bir endişe ve kaygıyla okuyacaklar. Keşke, bizler gibi insanları takip edeceklerine terör örgütlerini, canlı bombaları, uyuşturucu tacirlerini, hırsızı, uğursuzu, soyguncuları, rüşveti, yolsuzluğu takip etseler, ne kadar huzurlu ve güzel bir ülke olurduk.)
Peki, o halde neden yurt dışına çıkışıma izin verdiler? Bilemiyorum, ilk aklıma gelen beceriksizliklerinden. İkincisi ise bilerek buna fırsat verdiler, ki belki korkar geri dönmez, biz de bakın işte suçlu olduğu için kaçtı, firar etti deriz diye düşündüler. Böylece operasyondan güya ~20 saat farkla kurtulmuş(!) oldum. Tabi hemen havuz medyası ve Aydınlık gazetesi çevrelerinden operasyonu önceden öğrenerek yurt dışına kaçtığım, firar ettiğim yalanı bilerek dolaşıma, yayına konuldu. Şu an tutuklu olan arkadaşlarımla gazetedeki çoğu çalışma arkadaşım, gazetemdeki temsil sorumluluğum ve gazetemizin çıkarları, yararları neyi gerektiriyorsa gözümü kırpmadan, başkaca küçük hesaplar yapmadan derhal o şekilde davranacağımı biliyordu. Ama herkes bilemezdi. Bunu ilk günden beri yetkili arkadaşlarla ve bazı avukat arkadaşlarımızla paylaştım. Bir süre bekleyip gelişmeleri gözlemem yönündeki telkinlere karşın tercihim ve kararım gecikmeden ve derhal Türkiye'ye dönmek şeklindeydi. Nitekim, Almanya'da aynı nedenle bulunduğumuz ve birlikte olduğumuz sevgili Nebil Özgentürk'le bu konuyu konuştuk, birlikte en geç 4 Kasım Cuma günü dönmeye karar verdik. Ancak, olaylar hızla gelişti ve özellikle şahsım üzerinden çok yoğun bir "firar etti", "kaçtı", "şebekenin başı", "çuvallarla parayı alıp kaçtı", "FETÖ'yü gazeteye o getirdi", "PKK sever" türünden ve yukarıda saydığım medya kanalları üzerinden kampanya başlatıldı. Bu durumda sevgili Nebil'in benimle birlikte dönüyor olması bence doğru olmayacak, belki de gereksiz yere mağdur edilmesine neden olacaktı. O nedenle, kendisini dönüşümüz konusunda bir daha hiç aramadım. O da en doğrusunu yaptı ve benden bir haber alamayınca yurda döndü. Çok seviniyorum ki özgür ve gazetenin ihtiyacı olduğu anda orada bulunacak durumda.
Değerli arkadaşlar,
Gazetedeki ilgili arkadaşlarım, yaşanan imza krizinin bile hemen dönüş yapamayacağımı gösterdiğini söylediler. Daha sırada taşeron ödemeleri (güvenlikçiler, temizlik elemanları), başka bazı zorunlu ödemeler, imzalar vardı.
Gözaltındaki arkadaşlarımızdan imza yetkisi olan biri hafta sonunda salıverildi. Böylece, imza yetkilisi sıkıntısı nedeniyle dönüşümü geciktirme gibi bir mazeretim kalmadı. Buraya kadar anlatımımdan artık yurda dönüş ve ardından -sizleri göremeden- belirsiz bir müddet zorunlu ikamete tabi tutulacağımız anlaşılan Silivri'ye gidiş zamanının geldiğini anlamışsınızdır. Bu dönüşü "kahramanlık" olsun diye yapmadığımı, genellikle serinkanlı olarak ve duygularımdan ziyade akıl ve mantık süzgecinden geçirerek ortak yararlar için en doğru kararı vermeye çalıştığımı bilmenizi isterim.
Dönüş kararını vermemdeki temel belirleyiciler;
- Gazetemizin başını öne eğdirmemek,
- Cumhuriyet gibi köklü bir geçmişe, onurlu duruşa ve haklı bir saygınlığa sahip bir gazetenin, başkan vekili ve İcra Kurulu Başkanı üzerinden "kaçaklık", "firar", "suçlu" gibi olumsuz iftiralara maruz kalmasına neden olmamak,
- Türkiye'nin demokratik, laik bir cumhuriyet, insan haklarına dayalı sosyal bir hukuk devleti olması için yılmadan mücadele eden insanlarına ve ülkemin güzel geleceğine olan umudumu ve inancımı eylemli olarak da göstermek,
- Kaçma şüphesiyle tutuklanan dokuz arkadaşımızın aleyhinde olacak şekilde "bakın işte bazıları nasıl kaçtıysa, serbest kalırsa bunlar da kaçabilir" şeklinde bir mazereti kullanabilmelerini engellemektir.
Bu yazdıklarımdan, önceki genel yayın yönetmenimiz, şimdi yazarımız sevgili arkadaşımız Can Dündar'a imalı bir gönderme çıkaran kötü niyetliler olabilir. O nedenle, şimdi de bu -olası- dedikoduya cevap vermeliyim.
Can Dündar, bizim gibi sadece hukuk güvenliği olmadığı için değil, aynı zamanda ve daha önemlisi can güvenliği de olmadığı için yurt dışındadır. Can güvenliğinin çok büyük bir risk altında olduğu yaşanarak deneyimlenmiştir. Bu risk ortadan kalkmadan asla dönmemelidir. Dönmesi gerektiğini ima edenler ya da "kaçtı" vb alçakça tahrikte bulunanlara aldanmamak, kapılmamak gerekir. Muhtemel bir saldırı sonucu doğacak ağır sonuçların vicdani sorumluluğunu taşımak herkes için çok zor olur.
Değerli arkadaşlar, sizden sonra kamuoyuna da duyuracağım gibi 11 Kasım 2016 Cuma günü, Türkiye saatiyle saat 12:00'de İstanbul'a Atatürk Havalimanı'na inmiş, yurda dönmüş olacağım. Ondan sonrasını hep birlikte göreceğiz, izleyeceğiz. Pek muhtemel, poliste ifade vermeyeceğim için savcılık ifadesi bakımından boş ve gereksiz yere, hiç bir işlem yapılmaksızın ve sırf peşin peşin öç alma, cezalandırma amacıyla bir süre gözaltında tutacak, bekletecekler.
Olsun, bekleriz. İleride zorbalık ve keyfilik bittiği, hukuk geri geldiği zaman bu uygulamanın sorumlularına elbet sorarız, emniyette ifade vermeyeceğini önceden bildirmiş birinin ifadesini almak için neden bu kadar süre beklettin, bu hürriyeti tahdit değil mi, nasıl bir hukukçuluk bu yaptığın diye.
Gelgelelim savcıda da onların beklediği şekilde bir ifade vermeyeceğim. O suçlamaları yapanları da, suçlamaların kendisini de ciddiye alıp cevap vermeye, savunma yapmaya kalkmak başlı başına zuldür. Gazeteyle, yayın politikasıyla, haberlerle, vakıf toplantısı ve seçimleriyle ilgili bir açıklama yapmak gerekirse, konunun muhatabı kimse onlara, yani ilgisine göre çalışanlarımıza ya da okurlara ya da kamuoyuna yaparız.
Zaten avukat arkadaşlarımız da, gazetedeki arkadaşlarımız da bu absürd ötesi kurguya, yalanlara, iftiralara gerekli cevapları verdiler. Hani dedik ya boyun eğmeyiz diye, FETÖ'ye üyelikten yargılanan bir sanığı, tarafsız ve bağımsız yargı görevlisi olarak görmemiz ve onun bizi (kendisinin üye olmakla suçlandığı) bir örgüte yardım etmekle suçlamasına daha doğru deyişle kara mizah türünün başyapıtı olacak bir oyuna dahil olamayız, olmayız. Eğer o FETÖ üyesi sanık, kendisinin de üyesi olduğuna dair kuvvetli şüphe ve olgular bulunduğu iddia edilen örgüte kimlerin yardım ettiğini gerçekten arıyorsa ve o kişileri suçlayacaksa, Cumhuriyet gazetesi ve onun mensupları, yöneticileri, yazarları doğru adres olamaz. Doğru adres, kendisine muhtemelen ve mealen 'bu soruşturmayı aç, Cumhuriyet gazetesini sustur, yönetici ve yazarlarını içeri at, bunu yaparsan seni diğer meslektaşların gibi açığa almaz, ihraç etmeyiz, hatta bu işi yaparsan Yargıtay'daki iki müebbet hapisle yargılandığın davadan da beraati hak etmiş olursun' diyenlerdir.
İfade vermem istenen soruşturmanın amiri, karar vericisi olan savcımız sadece FETÖ/PDY örgütüne üyelikten, hükümeti devirmeye teşebbüs etmekten de değil, aynı örgüt kapsamında başkaca bazı suçlardan da yargılanıyor. Bunlardan birisi de, suç uydurma suçu. İyi de ben şimdi suç uydurma suçundan sanık olan ve yargılanan birinin yönelteceği suçlamalara karşı ne demeliyim karşılaştığımız tablo şu:
- Kendisi suç uydurma suçundan sanık bir yargı görevlisi, Cumhuriyet gazetesindeki bazı manşetlere ve köşe yazılarına suç uydurmaya çalışıyor.
- Bir gazetenin "yayın politikasının değiştirilmesi suçu"nu, ceza hukuku literatürüne kazandırıyor.
- Kendisi FETÖ/PDY örgüt üyeliğinden sanık bir yargı görevlisi, hayatı bu örgütle mücadeleyle geçmiş, müktesebatı bu mücadelenin örnekleriyle dolu insanları ve kurumları aynı örgüte yardım etmekle suçlamaya çalışıyor. Kimi bu zırvaya inandırabilirsiniz?
Biliyorsunuz, 'Cumhuriyet Vakfı'nı ve Cumhuriyet gazetesini ele geçirmiş, yayın politikasını değiştirmişsiniz, bu hususta ifadenizi verin' diye sormuşlar. Yayın politikası konusunda savcıya verilecek cevap bellidir: Sana ne! sana mı soracağız, senden izin mi alacağız?
Ne zamandan beri gazetelerin yayın politikasını savcılar belirlemeye başladı! Yayın politikasını beğenmiyorsanız almaz ve okumazsınız, hepsi bu. Onun ötesi sizin haddinizi de, yetkinizi de aşar.
Peki gazeteyi ve vakfı kimler ve kimden ele geçirmiş(!) acaba? Bakın ben söyleyeyim, 18 Şubat 2014 tarihinde yapılan yönetim kurulu üyeliği seçimlerinde mevcut dokuz (toplam on iki üyeden biri ölmüş, ikisi toplantıdan bir gün önce istifa suretiyle ayrılmış, bu nedenle toplantının yapıldığı tarihte dokuz üye kalmıştı) yönetim kurulu üyesinden Orhan Erinç - Hikmet Çetinkaya - Cüneyt ArcayürekMustafa Balbay - İbrahim Yıldız - Akın Atalay'dan oluşan altı kişi, Alev Coşkun - Şükran Soner- Şevket Tokuş'tan oluşan üç kişinin ve birkaç gün öncesine kadar bu üç kişiyle birlikte davranan İnan Kıraç ve onun holdinginde çalışan Nevzat Tüfekçioğlu'nun elinden gazeteyi almışlar, zorla ele mi geçirmişler?
Her biri en azından 35 yıldır Cumhuriyet gazetesinde olan Orhan Erinç, Hikmet Çetinkaya, Cüneyt Arcayürek, Mustafa Balbay, İbrahim Yıldız aslında Cumhuriyetçi değiller, Cumhuriyet'e yeni geldiler, buna karşılık Alev Coşkun, Şevket Tokuş, İnan Kıraç, Nevzat Tüfekçioğlu ise uzun yıllardan beri Cumhuriyet'le özdeşleşmiş isimler öyle mi?
18 Şubat 2014 tarihinde yapılan ve şimdi iptali için türlü çeşit tezgah, kumpas, dalavere çevrilen seçim sonucunda Cumhuriyet gazetesi ile vakfını kimler kimlerden ele geçirmiş(!) isim isim bir tablo ile aşağıya tekrar yazıyorum.
GAZETEYİ VE VAKFI |
GAZETE ve VAKIFTAN YENİDEN |
1- Orhan Erinç |
1- Alev Coşkun |
2- Cüneyt Arcayürek |
2- Şevket Tokuş |
3- Hikmet Çetinkaya |
3- İnan Kıraç (o tarihte istifa ederek ayrılmıştı) |
4- İbrahim Yıldız |
|
5- Mustafa Balbay |
5- Şükran Soner |
6- Akın Atalay |
|
Alev Coşkun, Mustafa Pamukoğlu, Şevket Tokuş ve Mustafa Balbay'ın aradan 1,5- 2 yıl geçtikten sonra "seçimler usulsüz yapılmıştı" iddiasını ve şikayeti dayanak gösterilerek kimler tutuklandı? O tarihte vakıfta yönetim kurulu üyesi olmayan, tutuklamaya gerekçe gösterilen o toplantıda bulunmayan Musa Kart, Güray Öz, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Hakan Kara, Önder Çelik ve Turhan Günay.
İyi de, "seçim yoluyla gazeteyi ele geçirenler" bu kişiler değil ki! Kimler peki? Aralarında benim, Mustafa Balbay'ın, İbrahim Yıldız'ın da olduğu yukarıda adı sayılan altı kişi. Bir başka deyişle, kendi kendine bu gazetenin Atatürkçü yayın çizgisinin tek ve değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez yöneticisi, sigortası misyonu biçen Alev Coşkun'u yeniden yönetime seçmeyen suçlu(!) (6) kişi arasında Mustafa Balbay ile İbrahim Yıldız da vardı.
Suçumuz "usulsüz toplantı yaparak gazetenin ele geçirilmesi" ise, usulsüz toplantıya ve karara katılanlardan (sevgili Cüneyt Arcayürek dışındaki) üçü (O. Erinç - H. Çetinkaya - A. Atalay) bu suçun şüphelisi, diğer ikisi (M. Balbay - İ .Yıldız) neden ve nasıl tanığı oluyorlar?
Havuz medyasına, hükümetin son dönemdeki en önemli, en hararetli yayın mecralarından biri haline gelen Aydınlık gazetesine, Ulusal Kanal ve çevresine, 'gazeteci' kisvesine bürünen bazı kalemlere bakınca, Saray, hükümet ve bürokrasinin Cumhuriyet gazetesine yönelik tehdit açıklamalarını okuyunca organizasyon ve plan apaçık ortaya çıkıyor: Bu Cumhuriyet gazetesini ne pahasına olursa olsun susturmak!
Hem 18/02/2014'te yapılan vakıf toplantısını suç sayacak, oraya katılanların ve karar alanların gazeteyi ele geçirdiklerini iddia ederek suçlama yapacaksınız, hem de o suçun(!) iştirakçilerinden birisini tanık olarak dinleyecek, bu çelişki yetmezmiş gibi bir de o tarihte vakıfla, toplantıyla, üyelikle yani suç saydığınız toplantıyla, ele geçirmeyle hiçbir ilgisi olmayan 6 kişinin tutuklama gerekçesi olarak, o tanık ifadesini kullanacaksınız.
Sanırım Mustafa Balbay arkadaşımıza, bu duruma düşmekten daha ağır bir yaptırım olamazdı.
Değerli arkadaşlar, bendeniz de, yönetim görevini üstlenen diğer arkadaşlar da şundan dolayı müsterihiz, gazetenin bağımsızlığını koruduk, kimseye peşkeş çekmedik, hiç bir siyasi ya da dini ya da ekonomik güç odağıyla, kişiyle, grupla, yapıyla gizli, kapaklı, illegal, dolaylı dolaysız, örtülü ya da örtüsüz ilişkimiz, irtibatımız, iltisakımız, yardımımız, tanışıklığımız olmadı.
Gazeteyi zan altında bırakabilecek, gazeteye toz kondurabilecek herhangi bir davranışımız olmadı. Geldiğimiz noktada açıklıkla görülüyor, siyasi iktidarla gazetemizin bazı eski yöneticileri ortak bir amaç ve hedef çerçevesinde bir ittifak yapmışlar. Dört bir koldan (Vakıflar Genel Müdürlüğü, havuz medyası ve Aydınlık gazetesi, hukuk mahkemesinde iptal davası, savcılık - polis ve tutuklama sarmalı) saldırıya geçmişler, hâlâ boyun eğdiremediler, bizi teslim alamadılar. Sanırım, onlar her türlü ahlaksızlığı, hukuksuzluğu, zorbalığı göze alarak gazeteye çullanmaktan vazgeçmeyecek; sizler de son ana kadar ilkeli, dürüst gazetecilikten ve bunun gereklerinden. Size güveniyor, inanıyoruz, her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek cesarete, bilgiye ve deneyime sahipsiniz.
Bir daha görüşünceye kadar kalın sağlıcakla.
Hepinizi dostlukla, sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
Şimdilik hoşçakalın.
Akın Atalay
© Tüm hakları saklıdır.