09 Ocak 2013 16:35
Abbas Karakaya
Cemal Süreya (1931-1990), “Şairin Hayatı Şiire Dahil” başlıklı yazısında genel olarak sanatta, özellikle de şiir sanatında otobiyografik ögelerin ağırlıklı bir yeri olduğunu söyler. Şiir okuyucusunun “şairin yapıtına yansımamış hayat bölümü ile de ilgilendiğini ve bunu yapıtın bir parçası saydığını” belirtir. Sanat yapıtının oluşum ve alımlanma süreçlerinde otobiyografik olanın rolüne açıkça vurgu yapan Cemal Süreya’nın bize verdiği bu “ipucu”nun kendi yapıtları ile ilgili çalışmalarda yeterince değerlendirildiğini söylemek zordur. Bu eksiklik bilhassa şairin Alevi/Kürt-Zaza kimliği bağlamında kendini göstermektedir. Süreya’nın Dersimli olduğu, “Dersim Olayları” öncesinde ailesi ile beraber Batı’ya sürgün edildiği ve yaşamının son dört-beş yılına kadar Alevi/Kürt-Zaza kimliği ve sürgünlüğü hakkında şaşırtıcı bir ketumluk gösterdiği konuyla ilgili kimi yayınlarda belirtilmekle birlikte yeterince üzerinde durulmamış, bu açıdan şairin hayatı ile yazarlık serüveni arasındaki bağlantı gereğince irdelenmemiştir.[1]
Bu yazı Süreya’nın hayat hikayesini böyle bir perspektiften yeniden okumayı amaçlıyor. Ana düşüncesi, Süreya’nın kamusal alanda paylaşmaktan sakındığı Dersimli geçmişi ve sürgünlüğünün yaşamındaki kimi önemli kararları ve yazarlığını ilk bakışta hemen görülemeyecek derinlikte etkilemiş olduğudur. Süreya egemen yazın dünyasında kendini bir yazar olarak var etmeye çalışırken Dersimliliği ve sürgün yaşantısından belli ki rahatsızlık ve sıkıntı duymuş, bu konulardaki hassasiyeti yazarlık serüvenini, edebî uğraşlarının sırasını, içeriğini etkilemiş ve şekillendirmiştir. Süreya’nın Dersimli kimliğini öne çıkarmamış, hatta uzun süre bastırmış olması, şiirinin genelde halk edebiyatı, özelde Alevi kültürü ile olan alışverişini de perdelemiş ve büyük ölçüde gözardı edilmesine yol açmıştır. Oysa yakından okunduğunda Süreya’nın şiirinin bu kültürel ve edebi kaynaklardan genelde düşünüldüğünden daha fazla beslenmiş olduğu görülmektedir.
Cemal Süreya Alevi/Kürt-Zaza bir ailenin ilk çocuğu olarak 1931 yılında Erzincan’da dünyaya gelir. Nüfus kayıtlarında adı-soyadı Cemalettin Seber’dir. 1956 yılında şiirlerini Cemal Süreya adıyla yayımlamaya başlar ve o zamandan beri edebiyat çevrelerinde ve medyada bu adla bilinir.
Ataerkil bir ailenin ilk çocuğu olarak Süreya’nın mutlu bir ilk çocukluğu olur. Küçük Süreya ve ailesi, Seber ailesinin öbür üyeleriyle beraber Erzincan’da aynı evde yaşarlar. Süreya’nın büyük amcası Memo’nun idare ettiği taşımacılık işleri ile geçinen geniş Seber ailesinin hem ekonomik durumu, hem de amca Memo’nun şehrin ileri gelenleriyle arası iyidir. Erzincan’daki bu mutlu hayat, Süreya altı yaşındayken sona erer. Çünkü valilik büyük amcası Memo’nun Erzincan’ı derhal terk etmesini ister. Bugünkü Erzican’ın bir bölümünü de kapsayan Dersim bölgesinde “Dersim Olayları” nın ilk hareketlenmelerinin görüldüğü 1937 yazında amca Memo’ya sürgün kararı tebliğ edilir. Amca Memo’nun ya da Seberler’in “isyana” katılmak suçundan sürgün edilip edilmedikleri belli olmamasına rağmen onlar da bölgeden göç ettirilen Alevi-Zaza ailelerden biri olur. Süreya’nın babası, ağabeyi Memo ile beraber Bilecik’e giderken, Süreya’nın küçük amcası ve halası İstanbul’un yolunu tutar. Süreya, sürgünlüklerini başlatan o tren yolculuğunu yıllar sonra şöyle hatırlar:
Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Anam sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.[2]
Süreya’nın köy diye hatırladığı yer, yaklaşık on yıl yaşayacakları Bilecik şehridir. Buraya yerleşmelerinden kısa bir zaman sonra Süreya’nın annesi ölür. Erken yaşta kaybetmesine rağmen Süreya’nın “şiir itisini aldığı” insan annesidir. Masal ve halk hikâyeleriyle Süreya’daki halk edebiyatı sevgisinin tohumlarını atan kişi de yine annesidir. Süreya’nın halk edebiyatına ilgisi okumayı öğrendikten sonra artarak sürer. Evde ilk bulduğu, döne döne okuduğu Alevi çevrelerde bulunan dinsel kitaplardır. Bunlardan bilhassa unutamadığı, “en az yüz kere” okudum dediği kitap Hazreti Ali Cenkleri’dir. Zamanla okudukları çeşitlense de Süreya’nın Aleviliğin popüler kaynaklarına, özellikle de Hazreti Ali Cenkleri’ne olan ilgisi hayatı boyunca sürer. 1980’lerde yayımlanan günlüklerinde kendini Hazreti Ali uzmanı olarak gördüğünü, hatta cenk hikâyelerinin yeniden yazımı için Cem Yayınevi ile anlaştığını söyler. Ancak Süreya bu ve benzeri projelerini hayata geçir(e)memiştir.
Annesinin tersine, edebiyatçı kişiliğinin oluşmasında babasının Süreya üzerinde pek fazla bir etkisi olmamış görünmektedir. Babası annesinden yirmi yıl daha fazla yaşamış olsa da Süreya’nın onunla sınırlı bir ilişkisi olmuştur. Bunun iki ana sebebi vardır. Birincisi, Süreya’nın babası uzun yol kamyon şoförü olduğundan zamanının çoğunu evinden uzakta geçirmiştir. Süreya ile babasının ilişkisini sınırlayan ikinci neden ise Süreya’nın okul durumudur. 1939-1942 yıllarında Süreya İstanbul’da yaşamış ve ilkokula burada başlamıştır. Bu süre zarfında İstanbul’da halasının yanında kalırken kız kardeşleri Ayten ve Perihan, Bilecik’te babasının yanındadırlar. Süreya’nın gidişinden bir süre sonra babası ve kız kardeşleri de İstanbul’a taşınır. Ancak ailenin İstanbul’daki hayatı uzun sürmez. Çünkü Cemaller İstanbul’a sürgünlüklerini tamamlamadan, izinsiz gelmişlerdir. Bu durum polis tarafından fark edilince tüm aile tutuklanıp Sansaryan Han’da bir gece alıkonur, sonra da jandarma eşliğinde Bilecik’e geri gönderilir. Süreya bu yüzden İstanbul’da başladığı ilkokulu Bilecik’te tamamlamak zorunda kalır.
1944 yılında, Süreya ilkokulun son sınıfındayken babası yeniden evlenir. Üvey anne, Cemal’e ve kız kardeşlerine hayatı zindan edecektir. Süreya bunu mektuplarının birinde şöyle anlatır:
Bir keresinde, hiç unutmam, aynanın arkasındaki zehiri kazımış, ısıttığı suyun içine atarak, bana, hadi yıkan, demişti. İrkilmiştim. Biraz ellerimi ıslatmış, onu da başka suyla yıkamış, işkence suyunu da çaktırmadan dökmüştüm. Bu kadın, kardeşim Perihan’ın, hamam tasıyla ayak kemiğini kırmıştır. Ayten ise, korkusundan kaç kez evden ormanlara kaçmıştır.[3]
Tacizkar üvey annesinden uzaklaşmak için Süreya 1944 güzünde Bilecik ortaokulunun yatılı kısmına başlar. Ortaokuldan sonra, bu kez lise için yeniden İstanbul’a gelir. 1947-1950 arasında Haydarpaşa Lisesi’ne devam eder. Üvey annenin eziyetlerine maruz kalmamak için yaz tatillerini Bilecik yerine İstanbul’da geçirir. Süreya’nın anılarından anlaşıldığı üzere, şiirsel duyarlılığın oluşmasında öz annesiyle olan yakın ilişkisinin ve onu çok erken yaşta kaybedişinin rolü büyüktür. Çocukluk yıllarında halk edebiyatı ve Alevi kültürü ile tanışmasına vesile olan annesinin, sürgünlüklerinin ilk yılında ölmesi ve akabinde kendisinin ve kardeşlerinin yaşadığı üvey anne zulmü Süreya’nın hayatının en tramvatik yaşantısı ve “şair oluşunu en çok etkileyen örselenme” olduğu söylenebilir.[4]
Annenin kaybıyla acısı katmerlenmiş sürgünlük yılları, Süreya’nın yazarlık evreninin oluşumunda, duygusal, sanatsal ve entelektüel reflesklerinin biçimlenişinde güçlü etki yapmıştır. Küçük Cemal için ailesinin etnik-dinî kökeni ve zorunlu göç olgusu herkesten gizlemeye çalıştığı derin bir “utanma” ve “acı” kaynağı olur. Ancak küçük Cemal bu aile sırlarını gizlemede her zaman başarılı olamaz. O ne kadar gizlemeye çalışsa da sırlarını öğrenip onunla alay edenler, hor görenler çıkar. Mesela, Süreya Bilecik Ortaokulu’ndayken bir öğretmeni inatçılığı nedeniyle “Kürt damarı tuttu,” bir arkadaşı da “sümüklü Kürt” diye Cemal’e bağırır ve bu durum onun bütün gün ağlamasına sebep olur. O ne kadar gizlerse gizlesin adı çoktan konmuştur: “Kürt Cemo!”[5]
Ortaokul yıllarında küçük Cemal’in etnik ve dinî kökeni konusunda tam ve net bir bilgisi olduğunu varsaymak güç olsa da, boynundaki “sürgün” yaftasının onun için derin bir üzüntü ve kafa karışıklığı kaynağı olduğuna şüphe yoktur. Nitekim ortaokul yıllarında babaannesiyle arasında geçen bir konuşmayı 1980’lerde şöyle hatırlayacaktır:
Şimdi çok sevdiğim sürgün sözcüğü beni allak bullak ediyordu. Bir gün büyükanneme sormuştum: “Neyiz biz?” diye. Bir şey anlamadı. “Sürgün ne demek?” diye yineledim. Sürgün “menfi” demekmiş, “menfa”ya gönderilenlere “menfi” denirmiş. Bir an aklıma Yavrutürk dergisindeki bir tefrika geldi: “Bir Göçmen Çocuğun Anıları.” “Göçmen miyiz yoksa biz?” diye soruyu değiştirdim. “Evet, işte buldun, göçmeniz biz” dedi. Rahatlamıştı. Ondan sonra kendimi bir süre göçmen olarak düşündüm.[6]
Bu tür olumsuz çocukluk yaşantıları Süreya’nın Dersimli kimliği ve sürgünlüğü konusunda ağzını sıkı tutma eğilimini kuvvetlendirir. Bu ağzı sıkılık Süreya’nın üniversite öğrencisi olduğu 1950’ler, iş hayatında olduğu 1960’lı, 1970’li yıllarda da devam eder. Öyle ki çocukluğuna dair böylesi anılarını Muzaffer İlhan Erdost ve Vecihi Timuroğlu gibi çok yakın arkadaşlarına bile anlatmaz. Erdost’un tanıklığına göre Cemal Süreya doğum yeri hakkındaki sorulara “Erzincanlıyım” şeklinde kısa bir cevap verip daha fazla konuşmaya istekli görünmez.[7] Süreya ancak memuriyetten emekli olduktan sonra, 1984’de dergilerde yayımlamaya başladığı günlüklerinde çocukluğundan, Dersimli kimliğinden söz edecektir. Süreya’nın günlüklerinde bu konulara değin yazdıkları yakın arkadaşlarının söylediklerini teyit eder niteliktedir. Bu da bize Cemal Süreya’nın üretken olduğu yetişkinlik yıllarının neredeyse tamamında Dersimli, dolayısıyla Alevi/Kürt-Zaza kimliği ve ailesinin sürgün deneyimden dolayı derin bir rahatsızlık ve sosyal dışlanma korkusuyla yaşadığını düşündürmektedir.[8]
Süreya liseyi üstün başarı ile bitirdiğinden istediği fakülteye girmeye hak kazanır. 1950 yılında başladığı Mülkiye’nin maliye bölümünden 1954 yılında mezun olur. Ortaokul ve lisede olduğu gibi üniversiteyi de parasız yatılı okur.
Üniversiteden mezun olur olmaz 1954 yılında ortaokul aşkı Seniha Nemli ile evlenir. 1955’te ilk görev yeri Eskişehir’de bir kız çocukları olur. 1955 güzünde Eskişehir’den İstanbul’a yardımcı maliye müfettişi olarak atanır. İstanbul’a yerleşmesiyle edebiyat çevrelerinde ve etkinliklerinde daha sık görünür olmaya başlar; ancak bu durum ailesini ihmal etmesine de yol açar. 1958 yılında ayrılan çift, yedi yıl sonra resmî olarak boşanır.
İlk şiirlerinin üzerinden çok geçmeden Süreya’nın şiir yazıları da dergilerde boy göstermeye başlar. 1950’lerdeki şiir yazılarında Süreya özellikle kendilerinden önceki kuşağın şairleri ile bir hesaplaşma, aynı zamanda kendine, kendi kuşağına bir yer açma çabası içindedir. Süreya’nın bu ilk yazıları, daha sonraki yazılarının da değişmez özelliklerinden olacak analitik düşünme, ele aldığı konuları tarihselleştirmeye dikkat ve her zaman somut örnekler verme gibi özellikleriyle öne çıkar. “Yeni” şiirin geleceğine dair duyduğu iyimserlik ve kuşaktaşlarını destekleyici, çoşkun tavrı da bu yazıların bir diğer özelliğidir.
1950’lerden aramızdan ayrıldığı 1990 yılına kadar Süreya, dolaşımdaki şiiri yakından takip etmeye dikkat etmiştir. Şiir çevrelerinden birçok isim Süreya’nın bu çabasını ve okudukları üzerine yazdığı ufuk açıcı şiir yazılarını takdir etmiştir. Örneğin, şair-eleştirmen Yücel Kayıran, Süreya’yı kırk yıl boyunca “Türk şiirinin koruyucusu ve gözeticisi” olarak selamlamakta ve 1950-1990 arası Türk şiirindeki etkili rolünü “Süreya faktörü” şeklinde nitelendirmektedir.[9] Benzer biçimde günümüz şiir eleştirisinin en önemli isimlerinden Orhan Koçak da Süreya’yı II. Yeni şiir akımının en etkili kuramcısı olarak görür.[10] İkinci Yeni şiirinin kurucu metinlerinden sayılan Süreya’nın “Folklor Şiire Düşman” adlı yazısı 1956 yılında yayımlanır. II. Yeni Şiir akımının sembol eseri kabul edilen ve Yeditepe Şiir Ödülü’nü alan ilk şiir kitabı Üvercinka ise 1958 yılında çıkar.[11]
Dönemin egemen edebiyat ve entellektüel çevrelerinde kendine hızla bir yer açmadaki tüm bu başarısına rağmen Cemal Süreya ailesinin tarihi ve etnik-inançsal kimliği konusunda duyduğu anksiyeteyi uzun yıllar üzerinden atamaz. Bu anksiyete Süreya’nın hem yazarlık hem de iş hayatında kendini gösterir. Sözgelimi, genç bir şairin/yazarın ilk yapıtına kendi hayatından, bizzat yaşadıklarından birşeyler koyması yaygın bir pratik olsa da şaşırtıcı bir şekilde Süreya’nın ilk şiir kitabında bu tür kolayca tanınan özyaşamsal unsurlara rastlanmaz. Nitekim Süreya ilk kitabına alacağı şiirlere karar verirken bu tür ögeler içeren en az bir tanesini, 1953 yılında bir dergide yayımlanan “Güllüm Kuşak” adlı, üvey annesiyle ilgili şiirini kitabına almaz.[12] Süreya’nın ikinci şiir kitabında da çocukluk ya da ilk gençliğine dair gönderme ya da imgelere yer yoktur.
Etnik-inançsal kimliği ve sürgünlüğü konusundaki suskunluğunu Süreya, önce şiirlerinde olmak üzere ancak 1960’ların ikinci yarısında bozacaktır. Süreya’daki bu tavır değişikliğinin memuriyetten istifa edip serbest yazar ve çevirmen olarak çalışmaya başladığı bir dönemde ortaya çıkmış olması dikkate değer. Bu zamanlamadan Süreya’nın Dersim’e dair suskunluğunun kısmen memuriyetiyle ilgili olduğu, “sakıncalı” kimliğinin ve sürgünlüğünün iş yerinde bilinmesinin onu zor durumda bırakabileceği endişesiyle bağlantılı olduğu sonucu çıkarılabilir. Nitekim Süreya’nın yakın arkadaşlarından Vecihi Timuroğlu da bunu doğrulamış, Süreya’da Kürt ve Alevi olmasından dolayı memuriyeti boyunca hep bir tedirginlik gözlemlediğinin altını çizmiştir.[13]
Aslında Süreya’nın Dersimli/Alevi kimliğinden duyduğu tedirginlik, Aleviliğin konuşulmasının bile tabu olduğu o yıllarda birçok Alevinin hiç de yabancısı olmadığı bir varoluş hâlidir. Süreya’da bu tedirginliğin iş hayatına girmeden çok önce, üniversitenin birinci yılında yaptığı bölüm tercihinde bile etkili olduğu görülmektedir. Üniversite yıllarından arkadaşı Muzaffer İlhan Erdost’un akıl yürütmesine göre Süreya, mezuniyet sonrası devlette çalışacaklar için sıkı özel güvenlik soruşturmaları gerektiren kamu yönetimi ve uluslararası ilişkiler bölümlerini bilerek seçmemiş, bunlar yerine bu tür soruşturmaların yapılmadığı maliyeyi tercih etmiştir.[14] Süreya’nın üniversiteyi bitirir bitirmez Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başlamış ve memurluk hayatında müfettişlik, darphane müdürlüğü gibi makamlara gelebilmiş olması bölüm seçiminde isabetli davrandığının kanıttır.
Süreya Eskişehir’deki görevinin sonunda girdiği sınavı geçerek 1958 sonbaharında maliye müfettişi ünvanını kazanır. Bu ünvanla o tarihten Temmuz 1959’a kadar İstanbul dışında turnelere çıkar. Temmuz 1959-Aralık 1960 arasında yedeksubay olarak Ankara’da askerliğini yapar. Askerdeyken fark derslerini vererek Ankara Üniversitesinden ikinci derecesini (hukuk) alır.
1960’lı yıllarda bir şiir kitabı ve iki şiir antolojisi yayımlamış olmakla birlikte Süreya’nın bu yıllardaki en önemli başarısı dört yıl boyunca (Haziran 1966- Mayıs 1970) çıkardığı aylık edebiyat dergisi Papirüs’tür.[15] Aslında Süreya kendi dergisini çıkarmayı 1960 ve 1961’de iki kez dener; ancak bu denemeleri kısa ömürlü olur. Dergi sahibi olmak hayalini nihayet üçüncü denemesinde gerçekleştiren Süreya bu sefer Tomris Uyar (1941-2003) ve Ülkü Tamer (1937- ) ile işbirliği yapar. Derginin beyni Süreya olduğundan ve Uyar ile Tamer’in bir süre sonra dergiyi bırakmalarından dolayı derginin yönetimi tamamen Süreya’ya kalır ve dergi Süreya’nın adı ile özdeşleşir.
Süreya’nın ikinci şiir kitabı Göçebe 1965 yılında çıkar ve 1966 yılı Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü alır. Kitabın adı Süreya’nın o yıllarda müfettiş olarak sık sık çıktığı iş gezilerini çağrıştırır. Fransa’da geçirdiği bir yılı da sayarsak, İstanbul’dan uzakta olmanın esinlendirdiği şiirler denebilir bu kitaba.[16] Gerçekten de kitapta beliren anlatıcı-ben, sevdiklerinden uzakta, yalnızlığından yakınan, hüzünlenen biridir. Bu şiir kişisi Süreya’nın Üvercinka’sındaki hercai, mutlu İstanbul boheminden çok farklıdır. İki kitap arasındaki ortak nokta ise her ikisinde de henüz Süreya’nın çocukluğuna, doğduğu yere, ailesinin sürgün deneyimine değinen veya gönderme yapan şiirlerin yokluğudur. Bu “yokluk” durumu Süreya’nın Papirüs’te yayınladığı şiirlerle değişecektir. Papirüs’te çıkan bu şiirler 1973’deki üçüncü kitabında da yer bulacaktır.
Süreya’nın yazarlık serüveninde 1960’lara damgasını vuran Papirüs’te yayımladığı yazılarını dört ana başlıkta toplayabiliriz. Birinci grupta, yüzde sekseni Süreya’nın kaleminden çıkmış derginin başyazıları vardır.[17] Bu başyazılardan Süreya’nın dönemin entelektüel çevrelerinin başat ideolojisi olan sol düşünceye ve sosyalizme olan sempatisi açıkça görülmektedir. Sözkonusu yazıların büyük kısmı, Cumhuriyet dönemindeki entelektüel yönelimler ve o günlerin yaygın ifadesi ile “aydın” profili üzerinedir. Süreya’nın bu yıllarda şair kimliğinin yanı sıra kendini bir aydın olarak kabul ettirme çabasının izdüşümü olan yazılardır bunlar.
Papirüs’te çıkan yazılarından “Türk Yazarının Halklaşması” başlıklı olanı Süreya’nın ideolojik duruşu hakkında açıklayıcı niteliktedir. Bu yazısında Süreya, Behçet Necatigil’in Edebiyatçılar Sözlüğü’nün sistematik bir okumasını yaparak şu sonuca varır: Türk yazarının profili Cumhuriyet’in kurulmasından sonra geçen onyıllarda önemli bir biçimde değişmiştir; zengin, İstanbullu ailelerden gelen yazarların sayısı azalırken, onların yerini Anadolulu, taşra kökenli, düşük ya da düşük-orta ekonomik seviyeli ailelerin çocukları almaktadır. Yazının genel havası, kendisinin de toplumun alt tabaklarından gelen bu yeni yazar grubuna mensubiyeti konusunda Süreya’nın güçlü bir farkındalığa sahip olduğunu hissettirir. Öyle görünüyor ki Süreya kendi geçmişi konusunda açıkça konuşmaktan imtina etse de, içinden çıktığı çevre ile arasına katılmaya uğraştığı İstanbul’un ana akım edebiyat çevreleri arasındaki sosyo-kültürel kopukluk ve hiyerarşi hakkında düşünmekte, bir anlamda kendi yaşadığı sosyal mobilizasyonu Türkiye toplumunun uzun tarihsel tecrübesi içerisinde bir yere oturtarak anlamlandırmaya çalışmaktadır. Bu noktada, derginin çıkarılmasında beraber çalıştığı Uyar ve Tamer’in daha şehirli ve elit bir sosyal çevreden geldiği hatırlanmalı. Uyar ve Tamer dönemin en prestijli liselerinden olan Robert Koleji mezunudurlar. Süreya’nın dergiyi gittikçe artan sayıda, çoğu toplumun düşük sosyal tabakalarına mensup, yeni yükselen genç yazarlara açmasının Tomris Uyar’ın dergiden kopuşunu hızlandırdığı söylenebilir.[18]
Süreya’nın Papirüs’teki ikinci grup ürünleri şiirleridir. Bu şiirlerin çoğu Süreya’nın sürgün tecrübesi, doğduğu yer, içine doğup yetiştiği kültür ve coğrafyadan beslenen veya esinlenen şiirlerdir. Bu özellikleri ile sözkonusu şiirler Süreya’nın şairlik macerasında bir “otobiyografik dönem”e işaret eder. Süreya doğduğu, çocukluğunun geçtiği yerdeki hayatın çetinliklerini ve annesini erken yaşta kaybedişini Doğu-Batı karşıtlığı ekseninde suçlayıcı bir dil kullanmadan şiirleştirir. Şiirlerdeki anlatıcı-ben olumsuzluk ve güçlükleri aşmış ve bu yüzden kendisiyle gurur duyan biridir; bu anlamda sözkonusu otobiyografik ögelerin politik bir mercekten geçirildiği söylenebilir. Kitabın en ilginç şiiri, Papirüs dergisinin ilk sayısında yayımlanan, Süreya’nın “Dersim Olaylarını” ve bu konudaki duruşunu sezdirdiği yayımlanmış ilk ve tek şiiri olan “Beni Öp Sonra Doğur”dur. Bu şiir adeta Doğulu bir mağdurun (anlatıcı-ben Süreya), Batı’nın (Cumhuriyet elitlerinin) Doğu’ya (Dersim bölgesi) kendini dayatması ile ilgili bir iç hesaplaşması gibidir. Üzerine bir “karabasan” gibi çöken bu dayatılmışlık halinin yarattığı tüm yarılmalara ve acılara rağmen anlatıcı bu olumsuz yaşantıların üstüne sünger çekmeye ve yeni bir başlangıç yapmaya istekli görünür.[19]
Cemal Süreyya’nın şiir külliyatı içerisinde bu dönem halk edebiyatı ve Alevi kültüründen ögelerin kullanımı açısıdan da bir zirve noktasıdır. Her ne kadar ta ilk kitabı Üvercinka’da bile bu meyanda bazı izler tespit edilebilse de bunlar çok siliktir. Örnekse, bu kitabın aynı adlı şiirindeki şu dizeler Alevi-Bektaşi edebiyatının şathiye şiir geleneğini akla getirir: Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma/ Yatakta yatmayı bildiğin kadar/ Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler. Aynı kitapta Süreya, “Kızılırmak” adlı bir Orta Anadolu türküsünden Kızılırmak parça parça olaydın dizesini ödünç alıp, küçük bir değişiklikle Kızılırmak parça parça olasın biçiminde “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” adlı şiirinde kullanır. Ancak Süreya’nın Papirüs dönemindeki şiirlerinde özellikle Alevi kültürü ile olan alış-verişi çok daha belirgindir. Süreya’nın bu dönem şiirlerindeki Aleviliğe yönelik göndermeleri kimi zaman On İki İmamlardan Ali, Hasan, Hüseyin ile Yunus Emre ve Pir Sultan Abdal’ın adlarını zikredecek kadar açık, kimi zamansa bilenin anlayacağı türden daha kapalı ama aynı zamanda daha derindendir. Örnekler üzerinden konuşursak, “Yüreğin Yaban Argosu” adlı şiirinde Süreya, âşık edebiyatındaki bade içme rüya motifine atıfla annesini şiir sanatında ilk “ustası” ya da el aldığı “pirî” olarak kurgular. “Yunus ki Süt Dişleriyle Türkçenin...” adlı şiirinde Süreya babasının ölümününden haberdar oluşuyla üstü kapalı olarak Pir Sultan’ın kızı Sanem’in babasının idamını öğrenişi arasında paralellik kurar. “Vakit Var Daha” adlı şiirinde ise Hz. Ali’nin cenazesinde kendi tabutunu taşıdığı söylencesini şöyle şiirleştirir: Deve, devenin üstünde tabut, biri çekiyor deveyi/ Üçü de Ali: deve, deveyi çeken, tabutun içindeki. Bütün bu örnekler Süreya’nın Alevi inaç ve kültürüne yüzeyselden öte bir aşinalığı olduğunun da işaretleridir.
Süreya’nın Papirüs’te yayımladığı, üçüncü gruba dahil ettiğimiz yazıları şiir eleştirileridir. Bu eleştiri yazıları, Süreya’nın 1950’de yayımladığı aynı tür yazılarından daha uzundur. Çoğu modern Türk şairlerinin eserleri ile ilgili, değerlerini bugün bile koruyan ufuk açıcı yazılardır. Kurtuluş Kayalı’ya göre bu yazılar “dipnotlu akademisyen yapıtlarından kesinlikle daha az bilimsel değil[dir]”[20] Süreya bu yazılarını daha sonra Şapkam Dolu Çiçekle (1976) adlı kitabında bir araya getirir.
Süreya’nın kendi dergisini çıkarma tutkusu, eski yeni ayrımı yapmadan başka dergiler üzerine yazılar yazması ile el ele yürümüştür. Bu sonuncular Süreya’nın Papirüs’teki yazılarının dördüncü grubunu oluşturur. Süreya’ya göre Türk edebiyatı asıl olarak dergilerde gelişen bir edebiyattır. Edebiyat dergilerini dikkate almadan Türk edebiyatını anlamanın ve çalışmanın zor olduğuna inanır. Dahası, Cumhuriyet dönemindeki edebiyatçı ve aydının tarihsel gelişimi Süreya’ya göre en iyi dergilerden izlenebilir. Türkiye’de üniversitelerde edebiyat sosyolojisinin daha yeni filizlenmeye başladığı bu yıllarda, Süreya’nın bu tür sorularla edebiyat dergileri üzerine yoğunlaşması önemlidir.
Süreya’nın dergilere yönelik sistematik ilgisi bir anlamda Papirüs’teki editörlük işini ne kadar ciddiye aldığının bir göstergesidir. Süreya editör olarak bu çalışkan tutumunun semeresini almıştır. Papirüs o yıllarda birçok yazar, şair, özellikle de gençler tarafından bir buluşma, tanışma platformu olarak benimsenir. Bu da Süreya’nın yazın çevrelerindeki ilişkilerini artırmış, adının ve ününün yayılmasına katkı yapmıştır. Bu açıdan bakıldığında yazarın otobiyografik döneminin Papirüs’lü yıllarıyla örtüşmesinin tesadüfi olmadığı, bunun o dönemde genişleyen çevresi, yayılan ünü ve buna paralel olarak artan özgüveninin bir yansıması olduğu söylenebilir.
İkinci eşi Zuhal Tekkanat’ın da işaret ettiği gibi, 1960’lar şair ve eleştirmen Süreya’nın en verimli ve en parlak dönemi olur. Yazarlık serüvenindeki bu iyi gidişe koşut olarak özel hayatı da yolundadır. Tomris Uyar ile iki yıl süren ilişkisinden sonra 1967 Ağustos’unda Zuhal Tekkanat ile evlenir. Kasım 1969’da bir erkek çocukları olur. Ancak 1970’lerin başlarında Süreya, hem özel hayatında hem işinde hem de Papirüs’te ciddi sıkıntı ve sorunlarla karşılaşır.
Önce çok sevdiği dergisinin yayınına son vermek ve memuriyete geri dönmek zorunda kalır. Ancak yeni bir pozisyona atanmak için bir yıldan fazla beklemesi gerekir. Memuriyetteki bu ikinci dönemi on bir yıl sürer (Eylül 1971- Şubat 1982) ve bu süre içinde atandığı mevkiler, biri hariç ya İstanbul’da ya da Ankara’dadır. 1975 yılının başında Süreya ikinci eşinden ayrılıp Güngör Demiray ile üçüncü evliliğini yapar ve İstanbul’a, Darphane’ye müdür olarak atanır. Bu mevki Süreya’nın hem statü hem de maaş bakımından memurlukta geldiği en üst nokta olacaktır. Ancak 1975’in sonuna doğru üçüncü evliliği de Darphane’deki görevi de sona erer. 1976’nın başında ikinci eşi ve oğluna geri döner. Yeni görev yeri Ankara’dır. Oğlu ve karısı İstanbul’da yaşadığı için Ankara-İstanbul arasında gidip gelir.
Süreya’nın 1970’lerdeki tek yeni ürünü uzun olmayan dergi ve gazete yazılarıdır. Bu yıllarda uzun süreli yoğunlaşma ve araştırma gerektiren Papirüs’te yayınladığı türden yazılara zamanı yoktur. Türkiye’de gittikçe kutuplaşan ve şiddet sarmalına dolanan politik hayat da Süreya’yı daha temkinli hareket etmeye zorlamış olabilir. Bu kısa yazıların büyük bir bölümü güncel sanat ve kültür etkinlikleri üzerine, Süreya’nın sevdiği bir ifadeyle “izlenimler”dir. Kitap, dergi tanıtım yazıları yine çok yazdığı konular arasındadır. Gazete yazıları da (Politika, 1975-76; Aydınlık, 1979-80 yılları arasında) benzer konuları işler. Bunlardan başka Ankara’da yayımlanan Ulus gazetesinde bazı yazıları çıkar. Süreya 1970’lerde biri çok kısa süreli olmak üzere iki derginin de (Oluşum, 1974-78; Türkiye Yazıları iki sayı, 1977) editörlüğünü yapar.
Süreya’nın kültür ve sanat çevrelerinde daha çok tanınması ve bürokrasideki kariyeri başka değişik fırsatlar da doğurur. Mesela 1976-78 yılları arasında Kültür Bakanlığı Kitap Alım Komisyonu’nda üye olarak görev alır. TRT’nin televizyon yayıncılığında tekel olduğu yıllarda bir edebiyat programı hazırlayıp sunar.[21] Süreya bu tür değişik işler, memuriyeti ve fırtınalı özel yaşamından şiire pek fazla zaman ayıramamış görünür. Nitekim bu dönemde dergilerde yayımladığı az sayıdaki şiirini ayrı bir kitapta toplamak yerine, Uçurumda Açan başlığı ile 1984’de yayımlanan toplu şiirler kitabında yer verir.
Süreya’nın 1970’lerde yaşadığı önemli bir olay, göç ettirilmelerinden kırk bir yıl aradan sonra ilk kez doğduğu ve altı yaşına kadar yaşadığı Erzincan’ı ziyaretidir. Bu kısa ziyaret iş (teftiş) amaçlıdır. İlk çocukluğunun geçtiği yerleri ziyaretinin Süreya’nın etnik ve inançsal kimliği ve ailesinin sürgünlüğü konularında uzun süren suskunluğunu nasıl ve ne derece etkilediğini tam olarak bilemiyoruz. Ancak Süreya 1980’lerde emekli olup yazmaya daha çok zaman ayırdıkça, 1970’lerin hızlı ve inişli çıkışlı yaşamından uzaklaşır. Hayatının daha istikrarlı ve yavaş bir akış yakaladığı bu son on-yılında Süreya hem “aile sırlarını” ifşa etmeye başlar hem de şaheseri sayılabilecek “portreler”ini yayımlar.
Süreya yirmi beş yıla yaklaşan memuriyetinden Şubat 1982’de emekli olur ve İstanbul’a yerleşir. 1980’lerin başlarından ölümüne kadar Birsen Sağnak ile beraber yaşar. İkinci eşi Tekkanat’a göre oğulları Memo’nun yarattığı rahatsızlıklar sayılmazsa, 1980’ler Süreya’nın en sakin on yılıdır. 1988 yılında Süreya bir gün arayla iki şiir kitabı yayımlar ve bu yapıtları ile 1989 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’ne layık görülür. Süreya bu yıllarda çeşitli dergilerde, ölümünden sonra iki ayrı kitapta toplanacak ve daha geniş kitlelerce tanınmasını sağlayacak çok sayıda makale de yayımlar. Ayrıca bir süre sol düşünce ve pratiğin tartışıldığı Saçak adlı bir derginin kültür ve sanat bölümünü hazırlar; bu Süreya’nın künyesinde sol ve sosyalist olarak tanımlanan bir dergide ilk görev alışıdır.
Toplu makalelerinin yayımlandığı kitaplarından ilki, Süreya’nın 1984’den itibaren önce Milliyet Sanat ve Hürriyet Gösteri dergilerinde çıkan edebiyat günlüklerini içerir. Ölümünden sonra Günler adıyla kitaplaşan bu günlükler Süreya’nın sanat/edebiyat konularındaki değerlendirmelerinin yanısıra ailesi, çocukluğu, dostları ve memuriyetten ve edebiyat çevrelerinden tanıdıkları hakkında anılarını da içerir. Dersimliliğine ve ailesinin sürgün deneyimine dair ilk ifşaatlarını da bu günlüklerinde yapar. Günlüklerin birinde bir yerde şöyle yazar: “Gevezeyim, ama her şeyi anlatmam. Ve bazı şeyleri bir gün mutlaka anlatırım.”[22] Bu, Süreya’nın 1980’lerdeki “ifşacı,” gittikçe artan rahat tavrını en güzel özetleyen ifadedir.
Süreya’nın ikinci kitabı kamuoyuna mal olmuş bir dizi politikacı, sanatçı ve sporcunun, her biri bir sayfayı biraz aşan portrelerinin toplamıdır. 99 Yüz adıyla çıkan bu kitaptaki portreler önce haftalık haber dergisi 2000’e Doğru’da yayımlanır (Ocak 1987- Ocak 1990).[23] Portreler kitabının Süreya’nın külliyatında özel bir yeri vardır. Kimilerince Süreya’nın şaheseri sayılabilecek bu yazılarında Süreya, Tomris Uyar’a göre hayatının en büyük iki tutkusu “siyaset ve şiiri” ustaca harmanlamıştır. Düzyazı formunda olsa bile bu yazıların dili Süreya’nın şiirindeki dilden pek farklı değildir. Portresini çıkardığı kişilerin toplumdaki algılanışlarını sadece birkaç yüz sözcükle başarılı bir şekilde anlatabilmedeki yeteneği şiirden edindiği kelime ekonomisiyle açıklanabilir. Çarpıcı benzetmeler ve metaforlar da bu yazıları “şiirleştiren” başka bir unsurdur. Bu yazılar aynı zamanda Süreya’nın iç siyaset ve popüler kültür hakkındaki uzun süreli ilgisine ve derin bilgisine de tanıklık eder.
Süreya’nın kendisi de yazdığı portrelerin adını ve ününü edebiyat çevrelerinden ötelere taşıdığını kabul eder. Bu konudaki başarısı ile ilgili olarak çekingen ya da utangaç değildir; hatta portreleri hakkında şiirlerine yönelik değerlendirmelerine kıyasla kendinden çok daha emin bir dille konuşur. “Türkiye’nin en iyi portre yazarı benim” der. Bu yazıları şiiri ile karşılaştırdığında, “şiirimden sonra ikinci zirveyi bu yazılarımla yaşadım” yargısında bulunur.
Süreya’nın bu dönem düzyazılarında gözlemlenen, bir yandan gittikçe siyasallaşan tavrı, diğer yandan kişisel geçmişine yönelik artan rahatlık eğilimi 1988 yılında yayımlanan Sıcak Nal ve Güz Bitigi adlı şiir kitaplarında da devam etmiştir. 80’lerin Süreya’sına damgasını vuran bu açıklık ve gittikçe siyasallaşan duruşun memurluktan emekli olması ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünebiliriz. Nitekim Süreya’nın 1980’lerdeki bu tavrı, 1960’larda memuriyetten istifa edip Papirüs’ü çıkardığı ve şiirinde “otobiyografik dönem” olarak adlandırdığımız dönemle bir benzerlik arz etmektedir. Öyle görünüyor ki Süreya devletteki işinden ayrıldığı dönemlerde Dersim sürgünü ailesine ilişkin otosansürünü yumuşatmıştır. Süreya’nın artan ifşaatçılığında 1980’lerde İkinci Yeni’nin edebiyat çevrelerinde tekrar gündeme gelmesi ve bu akımın öncülerinden biri olarak kendisine gösterilen ilgi ve saygı ve buna bağlı olarak Süreya’nın özgüvenindeki yükselişin de etkisi olmuştur. Bu artan özgüveni onu kişisel hikayesine dair sırlarını okuyucusu ile paylaşması yönünde cesaretlendirmiş olmalıdır.
Cemal Süreya’nın kendi kişisel hikayesine yönelik artan açıklığı aynı zamanda ilerleyen yaşlarında bir tür geriye bakış ve geçmişle hesaplaşma halidir. Ölümünden iki yıl önce yayımlanan en son şiir kitabı Güz Bitigi’nde, edebiyat günlüklerindekine benzer geriye dönük bir duyarlık buluruz. Günlüklerde gördüğümüz sürgünlük, göçebelik, yerleşik hayatın kaybettirdikleri gibi temalar şiirlerinde de yankılanır. Anlatıcı-benin geçmişine bakıp bir çeşit hayat muhasebesi yaptığı kitabın açılış şiirinde Süreya şöyle der: “Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiştik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.” Sürgünlük deneyiminin göçmenliğe ve yavaş yavaş ezik bir konformize dönüşmesi Süreya’da alttan alta bir teslimiyet ve kırgınlık yaratmış gibidir. Bu sürecin sonunda geride bırakılanlar ve bastırılanlar –ki buna Dersimlilik ve sürgünlüğün ağır yükü de dahil olmalıdır—derin ruhsal anksiyeteler olarak Süreya’nın duygu dünyasını şekillendirmiş ve şiirinde yansımalarını bulmuştur. Güz Bitiği’nde kitabındaki “Piri Reis” adlı şiirin şu dört dizesi bu yansımalardan olsa gerektir: “Ben atımı böyle dört sürüyorum ya/ Yetişmek için mi, bilmem, kaçmak için mi? (...) Bir şey var, ancak makilerin orada söyleyebilirim,/ Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.”
[1] Yazarın ayrıntılı hayat hikayesi için bkz. Feyza Perinçek ile Nursel Duruel, Cemal Süreya: Şairin Hayatı Şiire Dahil (İstanbul: Can, 2008). Her ne kadar Perinçek ve Duruel kitaplarının önsözünde Süreya’nın “hayatıyla şiiri arasındaki bağı daha görünür” kılmayı amaçladıklarını belirtmiş olsalar da bizim burada bahsettiğimiz konulara yeterince değinmemişlerdir.
[2] Cemal Süreya, Onüç Günün Mektupları (der.) Erdal Öz (İstanbul: YKY, 2005), s. 85.
[3] Alıntılayan Zuhal Tekkanat, Dostlarının Kaleminden Cemal Süreya’nın Portresi (İstanbul: Yön, 1998), s.19.
[4] Yusuf Alper, Psikodinamik Açıdan Cemal Süreya ve Şiiri (İstanbul: Özgür, 2008), s. 89.
[5] Perinçek & Duruel, Cemal Süreya: “Şairin Hayatı Şiire Dahil”, s. 30, 31. 1990’ların başındaki Aleviliğin yeniden keşfine kadar, toplumun geniş kesimince Alevilerin tamamının ya da çoğunun etnik olarak Kürt olduğu varsayıldığından, özellikle belli bölgelerde Kürt olmak Alevi olmayı da içeriyordu. Dolaysıyla küçük Cemal’in bu şekilde aynı anda hem etnik hem inançsal kimliği açısından horlandığı düşünülebilir.
[6] Süreya, Günler, s. 300-301.
[7] Perinçek & Duruel, Cemal Süreya: “Şairin Hayatı Şiire Dahil”, s. 66.
[8] Dersimli kimliği konusunda bir fikir vermesi bakımından Süreya’nın Dersimli yakın arkadaşı Vecihi Timuroğlu’nun sözlerine kulak verebiliriz: “Her şeyden önce bir Dersimli olduğumu düşün. Devletin gölgesini duyumsasam korkarım! Yasa denen şeyin ne olduğunu çok iyi bilmeme karşın, “yasa” denen şeylerden korkarım.” Tekkanat, Dostlarının Kaleminden, s. 77. Süreya’nın “Aleviliği ve Kürtlüğü hakkındaki” ketum tavrına 1980’lerde genç bir şair olarak edebi toplantılarda birinci elden tanık olanlardan biri de Haydar Ergülen’dir, bkz. Haydar Ergülen, “Cemal Süreya’nın Treni,” Vedat Akdamar ve Zuhal Tekkanat (haz.), Cemal Süreya Yirmi Yaşında (İstanbul, Artshop, 2010) içinde, s. 69.
[9] Yücel Kayıran, Felsefi Şiir: Tinsel Poetika (İstanbul: YKY, 2007), s. 406-407.
[10] Orhan Koçak, “Uzun Denklem: Oktay Rifat’in Şiirinde Folklor ve Modernizm,” Defter, (Yaz 1999), s.169.
[11] Üvercinka, 1959 yılı Yeditepe Şiir Ödülü’nü Arif Damar’ın İstanbul Bulutu ile paylaşmıştır. Cemal Süreya’nın bu ilk kitabı halen Türkiye’de en çok okunan şiir kitapları arasındadır. Bugüne kadar sayısız baskısı yapılan Üvercinka’nın, ilk yayınlanışının ellinci yıldönümünü kutlamak için YKY tarafından 2009 yılında özel bir baskısı yapılmıştır. Ayrıca Üvercinka’nın tamamı, bir dizi açıklayıcı makale ve not ile beraber Abbas Karakaya ve Donny Smith tarafından İngilizce’ye çevrilmiş ve 2010 yılında, ABD’de, Indiana Üniversitesi Türkiyat Çalışmaları Serisi içerisinde yayımlanmıştır.
[12] Şiirin tıpkı basımı Mehmet Can Doğan tarafından Kitap-lık dergisinin Mart 2006 tarihli sayısında yapılmıştır, s. 6.
[13] Vecihi Timuroğlu ile özel görüşme, 12 Temmuz 2007, Ankara.
[14] Erdost, Muzaffer İlhan, Üç Şair: Nâzım Hikmet-Cemal Süreya-Ahmed Arif (Ankara: Kurtuluş, 1994), s. 59.
[15] Cemal Süreya’nın bu yıllarda yayımladığı kitaplar şunlardır: Göçebe (İstanbul,de, 1965); Mülkiyeli Şairler Antolojisi (İstanbul: Ekin Basımevi, 1966); ve 100 Aşk Şiiri, (İstanbul: Gerçek, 1967).
[16] Kasım 1961- Ocak 1963 arasında Süreya Fransa’da meslek içi eğitim görür. Türkiye’ye dönükten sonra iki yıl daha müfettiş olarak çalışır ve 1965 Temmuz’undaki istifasına kadar sık sık iş seyahatlerine çıkmak zorunda kalır.
[17] Bu yazılar ölümünden sonra bir kitapta toplanmıştır: Cemal Süreya, Papirüs’ten Başyazılar, der. Zuhal Tekkanat, (İstanbul: Cem, tarihsiz).
[18] Tomris Uyar, “Papirüs’teki Günler,” Papirüs’ten Başyazılar, s. 9.
[19] Süreya’nın üçüncü kitabına ad olarak da verdiği bu şiirin şimdiye kadar neredeyse sadece son iki dizesi “okunmuş” ve Freud’un Oidipus karmaşasının bir tezahürü olarak yorumlanmıştır. Her ne kadar bu son iki dize böyle bir yoruma müsaade etse de, şiirin geri kalan ya da bu iki kapanış dizesinden önceki yirmi dizesi hakkında hiçbir yorum yapılmamış ya da bu psikanaltik okumanın şiirin tamamına nasıl uygulanacağı irdelenmemiştir. Hayli kapalı ve sembolik olan bu şiirin tamamının “Dersim Olayları” dolayımında politik bir okumasının ayrıntıları için doktora tezimin üçüncü bölümüne bakınız: Abbas Karakaya, “A Poet’s Life is Included in His Poetry”: Cemal Süreya and the Politics of Poetry (Doktora tezi, Indiana University, 2010).
[20] Kurtuluş Kayalı, Türk Kültür Dünyasından Portreler (İstanbul: İletişim, 2002), s. 13.
[21] Muzaffer Buyrukçu, Sayılı Günler (İstanbul, Çağdaş, 1986), s. 58. Buyrukçu program hakkında, hangi yıllarda yayınlandığı dahil başka bilgi vermemiştir.
[22] Süreya, Günler, (İstanbul. YKY, 1996), s. 414.
[23] Kitabın tam ismi şöyledir: 99-yüz: İzdüşümler/Söz Senaryosu, (İstanbul: Adam, 2004)
© Tüm hakları saklıdır.