15 Haziran 2014 13:54
1995-98 yılları arasında Tayyip Erdoğan’ın danışmanlığını da yürüten araştırmacı-yazar Ali Bulaç, “Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Cumhuriyet’i bu şekilde kurmalarına yol açan en önemli sebep, Çanakkale Savaşı’dır. O savaşta 50 bin İslamcı öldü. Medresedeki kitaplarını bırakıp, cephede şehit oldular. Stok bitti! AK Parti de Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket! Entelektüellerin hepsini devletleştirdi!” ifadelerini kullandı.
Bulaç, “AK Parti’nin İslamcı olduğunu kabul etmiyorum. 2011’den sonra, meşruiyetlerini sağlamak için dinin argümanlarına yapıştılar. Hâlbuki dinin muamelat kısmını yürürlükten kaldırmışlardı. Bunlar İslamcılıktan vazgeçmiş insanlar. Ama şu da var ki İslami gelenekten gelen bir partinin iktidar olması artık çok zor” dedi.
Bugün gazetesinden Fatih Vural’a konuşan Ali Bulaç, Türkiye’deki siyasi ortamı değerlendirdi. Vural’ın Bulaç ile yaptığı söyleşi şöyle:
Ortadoğu’nun bu denli karışacağını tahmin edebilir miydiniz?
Var olan durum, Türkiye ve İran’ın Ortadoğu’da yanlış bir politika takip etmelerinin sonucudur. Yükselen bir Çin ve Hindistan gerçeği var. ABD, Uzakdoğu’ya giderken, Ortadoğu’nun çatışma bölgesi olarak kalmasını istemiyor.
Burada önemli bir rol oynayacak güce ihtiyaç var. Bölgede de üç önemli aktör var: Türkiye, İran ve Mısır. İran, İslam Devrimi’nden beri Batı’yla çatışıyor. Mısır’da da Mübarek’in baskı rejimi var. Türkiye, NATO ülkesi. AB üyelik sürecini takip ediyor. 200 yıllık bir Batılılaşma tecrübesi var. Demokrasi ve İslam’ı beraber götürme iddiasında.
Türkiye’den istedikleri üç şey vardı. Birincisi, İsrail’i güvenli sınırlar içerisinde tutmak ve bölge ülkesi yapmak. İkincisi, petrol kuyularına ve enerji nakil hatlarına bir zarar gelmemesini sağlamak. Üçüncüsü de radikal, El Kaide tarzı grupların iktidara gelmesini önlemek. Türkiye’ye, “Bunu kabul edersen, seni Batı’nın Japonya’sı yapacağız” dediler. Türkiye bunu kabul etti.
Bunu ne zaman söylediler?
2000-2002 arası görüşmelerde. AK Parti’nin önü böyle açıldı. Clinton havadaki uçağından AB’ye, “Türkiye’nin önündeki engelleri kaldırın” direktifi verdi. Türkiye’ye geldiğinde de “21. Yüzyıl’ı Türkiye inşa edecek” dedi.
Bu bir kelam-ı rüşvet değil, stratejiydi. “Seni engelleyen askerse tasfiye edeceğiz” dediler. Reformlar yapıldı, sermaye arttı. Türkiye’nin sinerjisi, Arap Baharı’na da ilham kaynağı oldu.
Nasıl?
Orada üç önemli unsur vardı. Bir, bölgedeki baskı rejimlerine tepki. İki, gelir eşitsizliğine, yoksulluğa, işsizliğe tepki. Üçüncüsü de İsrail’e karşı bir tepki. Türkiye’nin dönüşümü, İran’daki devrim, Arap halklarındaki uyanış bir araya geldiğinde, bu onların da onurunu kurtaracak bir şey. Ama 2011 yılında Türkiye’nin dış politikasında temel bir değişiklik meydana geldi.
Neydi o değişiklik?
Tunus ve Mısır’daki gibi Suriye’de de gösteriler başlayınca, Türkiye, Esed’i zamana yayılmış bir değişime ikna edeceğine, silahlı grupları destekledi. Sivil muhalefetin militarize olmasına sebebiyet verdi. Burada Türkiye, Suudiler’in tuzağına düştü. Türkiye’yi silahlı mücadeleyi desteklemeye ikna ettiler. İskenderun, Hatay ve Kilis üzerinden, oraya bolca insan aktı. Afrika’dan, Libya’dan getirdikleri adamları, burada hastanelerde tedavi edip beslediler. Ceplerine para koyup oraya gönderdiler. Ürdün, Lübnan ve Irak üzerinden de bol miktarda insan girdi ve iç savaş başladı.
İran, Suriye’ye, Hamas’a ve Hizbullah’a lojistik destek, para ve silah veriyor. İran baktı ki Suriye düşecek, kolu kanadı kırılacak, Hizbullah’a ağır bir darbe indirilecek; Suriye’deki iç savaşa müdahil oldu. Türkiye o dönemde muhalefeti militarize etmeseydi, İran da Esed’i ikna etseydi, Esed’in Türkiye’yle ilişkileri de çok çok iyi olurdu. Esed, Türkiye’nin sözünü dinliyor, bütün değişimleri Türkiye’yi örnek alarak yapıyordu. Yerel yönetimler düzenlemesini, Türkiye’nin mevzuatına göre yapmıştı mesela. Suriye’ye her gidişimde, 10 sene atladığını görüyordum.
Başbakan Erdoğan, “Esed’e, reformları hızlandır dedim; ama yapmadı” diyor.
Türkiye 30 senede yapamadığını, Esed’den 3 ayda yapmasını istedi. Esed çok daha köklü reformlara girişse bile Türkiye kabul etmeyecekti. Kafalarda şu vardı: “Libya’da geç kaldık. Suriye’de geç kalmayalım. Suudi Arabistan’la beraber hareket edelim. Suriye’de bizden yana bir rejim kuralım. Suriye üzerinden de Ortadoğu’ya hâkim olalım.” Ama Türkiye üç okumayı yanlış yaptı.
Nelerdi onlar?
Birincisi, sandıkları gibi Esed 3 ayda gidecek biri değildi. Nüfusun yüzde 45’i Esed’in arkasında. Nusayriler, Hıristiyanlar, Kürtler’in bir kısmı, laik Arap milliyetçileri, laik Sünniler, iş dünyası, Halep Çarşısı, bir sürü ulema, Esed’i destekliyor. Orada Suriye’den kopması için ancak Arap milliyetçilerine umut bağlayabilirsiniz. Bunlar da Türkiye’yi lider olarak kabul etmez. İkinci hata, Türkiye’nin bölgeyi yanlış okumasıydı. 2006 yılında Suriye ve İran arasında imzalanan bir stratejik işbirliği anlaşmasına göre iki devletten birisi saldırıya uğrarsa, diğeri ona destek verecek.
Esed, “Ben Türkiye’nin 82. vilayeti olmaya razıyım. Tek isteğim, İran’la ilişkiyi bozmayacaksınız” dedi. Hâlbuki Türkiye’nin politikası, Suriye’yi İran’dan koparıp Batı’ya yaklaştırmak ve onun üzerinden Arap âlemine hâkim olmak. Bunu sezdi Suriye. Bizim Dışişleri sonrasını şöyle okudu: “İran, Irak ve Lübnan, Suriye’nin yanında. Eğer Suriye’ye askeri müdahalede bulunursak o anda diğer üçüyle de savaşmak zorundayız. Buna gücümüz yetmez. Suriye’ye de yetmez.”
Suriye’ye neden yetmez?
Suriye’nin Hava Kuvvetleri, Türkiye’den dört kat daha üstün. Türkiye bir hata daha yapmış. Malatya Kürecik’te radar tesislerini kurmuş. Onu kurduğu andan itibaren de Rusya, Tartus’taki (Suriye) üslerini modernize etti. Bu yeni silahların neler olduğunu da kimse bilmiyor. Bunları test etmek için uçak kaldırdı Türkiye. İskenderun açıklarında düşürdüler. Uçağı düşüren de füze değil, füzenin ısısı. Bu, ABD’nin de gözünü korkuttu. Türkiye’nin kendi gücüyle Esed’i deviremeyeceğini anladı.
El Kaide’yi bölgeye sokan kim?
Şahsi kanaatim, El Kaide’nin arkasında, doğrudan devletler yok. Ama petrol zengini prensler var. El Kaide, tüm zamanların en güçlü örgütlerinden bir tanesidir. Bir doktrin üzerine kurulmuştur ve örgütsüz organizasyondur. Çözmek ve kontrol altına almak, o kadar kolay değil. Örgütü kuranlar, iyi eğitimli, genellikle mühendis, avukat, teknolojiyi iyi kullanan, master yapmış kişiler. Büyük bölümü Arap milliyetçisi ya da Marksist olarak siyasete girmiş. Bu örgüt netice itibariyle, Suudlar’ın bölge stratejisine hizmet ediyor.
Suudlar’ın bölge stratejisi nedir?
Vahabi ve Selefi ideoloji üzerinden Suud’u merkeze alan, bölgesel bir patronajlık ideolojisi. Türkiye’nin tekrar Osmanlı’yı diriltmesini istemiyorlar. Mısır merkezli İhvan’ın da bölgeyi domine etmesini istemiyorlar. Şiilikten de nefret ediyorlar. Dolayısıyla Suudiler; Türkiye, İran ve Mısır’la bütün dünyada rekabet halindeler. Afganistan Savaşı’ndan sonra da dünyadaki bütün İslami gruplarla, mücahitlerle irtibat kurdular.
Sünniler, hem Irak’ta, hem de Suriye’de ortada kaldı. Türkiye bunu öngöremedi. Suudiler de bu hat üzerinde oldular. El Kaide üzerinden, önce El Nusra, sonra IŞİD.
Işid’in hedefi ne?
Hedeflerinde Bilad-ı Şam yani Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin ve Irak bölgesi var. Türkiye’nin de güneyinde şimdi yeni bir Selefi, Vahabi, Suud desteğinde bir devlet ortaya çıkıyor. Musul’u aldılar ve hızla ilerliyorlar. Türkiye de perişan ve çaresiz vaziyette.
Irak’taki o parçalı yapı içinde IŞİD ne kadar ilerleyebilir?
Suriye ve Mısır meselesinden sonra, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın arası açıldı. IŞİD’in ilerlemesi de Türkiye ve İran’ın işine gelmiyor. Eğer ikisi işbirliği yaparsa, IŞİD’i durdururlar. Fakat Suriye’de iç savaş olduğu müddetçe IŞİD ilerler. Irak’ta zaten zayıf bir yönetim var. Maliki her şeye hâkim değil. Kürtlerle başı dertte.
Öyleyse İran’ın Türkiye’ye, Suriye’de geri adım attırma ihtimali yüksek, diyebilir miyiz?
Türkiye, Suriye’de savaşı kaybetti. Şu anda her açıdan İran’a muhtaç! Muhalifler üzerindeki etkisi de zayıflıyor. Bundan iki sene önce çok fazla şansı vardı, Türkiye’nin. muhalefeti ikna ederdi. İran da Esed’i ikna ederdi. Muhalefet dışarı çıkardı. Hizbullah da Suriye’yi terk ederdi. Bir yol haritası çizilirdi. Türkiye de, İran da bölgeyi yanlış okuyor. Bir ulus devletin, bölgede tahakküm kurmasının devri geçti. Kürtler de aynı hatayı yapıyor. Türkiye, İran ve Mısır’la işbirliği yapıp, demokratikleştirici bir yumuşak güçle bölgeye gitseydi, oraya düzen verebilecek bir patronaja sahip olabilirdi. Bu, imkân da ayağına geldi.
Türkiye bu imkânı neden kullanamadı?
2011 yılında İttihatçı bir ekip Türk dış politikasını ele geçirdi.
O tarihte, Ergenekon Davası’yla, bahsettiğiniz o İttihatçı ekibin omurgası çökertilmiş değil miydi?
Bunlar, görünürde Ergenekoncular’a karşı olan Ergenekoncular! Sistemli bir biçimde AK Parti’ye sızdılar. Partinin dış politikasını ele geçirdiler. Tıpkı Enver Paşa gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurmanın şehvetine kapıldılar! 2012 yılının başında Kayseri’de, Ahmet Davutoğlu, “1911 öncesi sınırlara döneceğiz. Kaybettiğimiz bütün toprakları alacağız. Biz olmadan bölgede yaprak kımıldayamaz” dedi. Bu, Sarajevo’dan Yemen’e, Kırım’dan Orta Afrika’ya kadar, 20 milyon kilometrekare üzerindeki 50 ülkeyi ilhak edeceğiz demektir! Türkiye’deki İslamcı ve ulusalcı zihinler hasta! Akıllarında şu var: “Bir İslam birliği ya da bölgesel birlik kurulacak. Bu, Türkiye’nin liderliğinde olacak.”
İttihatçı grup, Erdoğan’ı da mı etki altına aldı?
Tayyip Bey’i de, “Sen, İslam âleminin lideri olacaksın. Balkanlardan Kafkaslara, Orta Afrika’ya kadar yeniden Osmanlı’yı kuruyoruz. Ya Allah!” diye ikna ettiler. “Ya Allah” deyince de Mısır, İran, Ürdün, Suriye ayağa kalktı! Özal’dan ders almaları gerekirdi. Özal, “21. asır, Türk asrı olacak. Biz, Osmanlı bakiyesiyiz” diye, Türkiye’nin başına bir bela açtı. Türki Cumhuriyetler bile kabul etmedi bunu. Almatı Valisi bana, “Siz bize bir Kanadalı edasıyla geliyorsunuz. Sanki bütün sorunlarınızı çözmüşsünüz de bize akıl veriyorsunuz” demişti.
Dış politikayı İttihatçıların ele geçirdiği yıl olarak işaretlediğiniz 2011, Erdoğan’ın iç politikada da değiştiği yıl kabul ediliyor. İçerideki ve dışarıdaki değişim eşzamanlı mı?
Ben eşzamanlı okuyorum. Bunun Erdoğan için rasyonel bir sebebi var. “Yeniden bölgenin hâkimi olacağız” derken, 3. köprünün ismini de Yavuz Sultan Selim koydular. İran’a, “Seni durduracağız” mesajı veriyorlar. Kürtlere, “Bizim çiftliğin kâhyası sensin” diyorlar. Araplara da “Geliyoruz. 400 sene, Yavuz Sultan Selim gibi hâkimiyet kuracağız” diyorlar. Ama bir yandan da “Türkiye’nin hızla kalkınması lazım. AB bize mani. Türkiye’nin Çin gibi büyümesi için otoriter bir rejime gitmesi lazım. O zaman, AB sürecinden kopalım” dediler.
Ajandadakiler ortaya çıkınca, Arap entelektüelleri ve İslamcıları uyandı: “Bunların niyeti kötü. Osmanlı olmaya soyundular.” Araplar’ın zihinlerinde Osmanlı’dan kalan en son şey, İttihat ve Terakki. Hep zulüm görmüşler. Böyle olunca, “Niye senin hâkimiyetine gireyim” dediler. 300 milyon Arap var. Nüfus olarak senden üstünler. Yerüstü ve yeraltı kaynakları daha zengin. İslamiyet orada zuhur etmiş. Türkiye’nin hâkimiyetinin hiçbir mantığı yok.
2011’de içerideki çoğulculuğa yönelik bastırma neden kaynaklandı?
Kamuoyu, Türkiye’nin Suriye politikasına cevaz vermedi. Alevi vatandaşlarımız haklı olarak tedirgin oldu. Tepkiler arttıkça, hükümet de bastırmak için daha fazla otoriterleşti. Daha önemli bir şey var ki AK Parti Hükümeti bir koalisyondu.
Kimler vardı, bu tek parti koalisyonunda!
AK Parti, Milli Görüş geleneğinden geliyordu. Bunun da Türkiye’deki oy potansiyeli, yüzde 20-23’tür. Diğeri ise merkez sağ seçmenidir. Büyük oy depoları, Kürtler, geleneksel-muhafazakâr kesimler ve yoksullardır. Bütün cemaatler, tarikatlar, radikal gruplar, ılımlı İslamcılar da bir koalisyon oluşturarak AK Parti’yi çıkardılar.
2011’e gelince AK Parti dedi ki: “Bu bizim oyumuz. Ortak mortak dinlemeyiz.” Devletin içindeki irade de koalisyon içindeki dindarların devlette yer almasından çok rahatsız oldu. Devletin kuruluş felsefesine aykırı! “O zaman bunları devletten temizleyelim” dediler. Bizim devletimizin bir refleksi var.
Nasıl bir reflekstir bu?
Sabit. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat… 17 Aralık da bunların devamı. Şu anda devlet kendini, AK Parti üzerinden restore ediyor. En güçlü aktör hangisiyse, oradan başlayalım!
Yani Cemaat’ten…
Aynen öyle. Çünkü Cemaat çok güçlü. Küresel bir vizyona sahip. Dünyada ne kadar dil konuşuluyorsa, bunları biliyor. Uluslararası bir görgüsü, toplumsal desteği var. Orta sınıfa hitap ediyor. Dolayısıyla demokratikleşme talebinde bulunduğunda bastıramazsın. Devlet kaynaklarıyla da beslenmiyor.
Bu arada da parti yolsuzluğa karışmış. İttihatçı ekip, 2011’de Dışişleri’ne ve AK Parti’nin kozmik odasına girince, Erdoğan’a şu doktrini kabul ettirdiler: “İktidar= CHP+asker. Biz de CHP yerine AK Parti’yi koyuyoruz. O halde, derin devletle uzlaşacağız.”
Öyleyse vesayetin sadece aktörü değişti…
Aynen. AK Parti’yi ikna ettiler. “1 milyon nüfuslu bir Türk ordusu var. Koca bir Türkiye var. Kürtlerle barış imzalayacağız. Ortadoğu’da bir güç olacağız. Sakın partnerlerine güvenme. Onlar sana kazık atar.” Cemaat’ten başladılar.
Şu anda Nurcular üzerinden operasyon yapıyorlar. Süleymancılar’ın yurtlarını kapatmaya başladılar. Mahmut Efendi Cemaati’ni tehdit ediyorlar.
Sıra diğer cemaatlere de gelecek. Çünkü bu devletin projesi, devletin operasyonu. AK Parti’yi kullanıp atacak! Nasıl 28 Şubat’çıları sonradan içeri attılarsa, AK Parti’ye de aynısını yapacaklar. Bu devlet bir ruhtur. Bedenden bedene geçiyor. Şu anda AK Parti’nin bedeninde yaşıyor.
AK Parti, bu süreçte tarikat ve cemaatleri nasıl ikna etti?
Onlar, 1995’ten bu yana belediyeler, 2002’den bu yana da merkezi yönetim üzerinden kamu kaynaklarına bağlanmışlar. O kaynakların kesilmesi bile, faaliyetlerinin sona ermesine yol açabilir. Bu ilişki ağı, hukuki yönden, onları suçlu duruma da düşürmüş.
O zaman Türkiye’deki birçok dini tarikat ve cemaat, sivil değil?
Bir şeyin sivil olabilmesi için gönüllü, hükümet dışı ve özerk olması lazım. Refah Partisi dönemiyle birlikte kamu kaynaklarından bu yapılara para aktarılınca, sivil toplum kuruluşu olmaktan çıkıp ‘sivil devlet kuruluşu’ oldular.
“Devletin uleması” kavramından da bahsedebilir miyiz bu dönemde?
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Cumhuriyet’i bu şekilde kurmalarına yol açan en önemli sebep, Çanakkale Savaşı’dır. O savaşta 50 bin İslamcı öldü. Medresedeki kitaplarını bırakıp, cephede şehit oldular. Stok bitti! AK Parti de Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket! Entelektüellerin hepsini devletleştirdi!
Zihinlerini uyuşturdu. Bunlar Ebu Hanife çizgisinde, sivil olarak mücadelelerine devam etmeleri gerekirken, devletin ideolojisini üreterek post-Kemalizm’i var ettiler. Post-Kemalizm’i şu anda İslamcılar üretiyor.
Kemalizm’e küfreden bir Post-Kemalizm.
Aynen öyle! Postmodernizm de modernizmi eleştirir; ama netice itibariyle onun devamıdır.
Seküler bir insanın din algısını nasıl etkiledi, devletçi İslamcılık?
Dinin içini boşalttılar. Tüketime ve gösterişe dönük, kendi sitelerine kaçıp geçmişlerini unutan zenginler zümresi ortaya çıktı.
AK Parti’nin desteklediği zenginler zümresi, devletin yeni seçkinleri mi?
Evet. Devletin serasında yetişiyorlar. Bunlar üretici değil, komisyoncu! Yeşil alanı imara açıyorlar. Aracılık yapıyorlar. Ellerine birdenbire muazzam bir para geçiyor. Bunu yatırıma dönüştürmüyorlar. Çünkü üretimi bilmiyorlar. Kendilerine dabbetül arz gibi bir cip, eşlerine pahalı eşarplar alıyorlar. Fatih’i, Beykoz’u, Üsküdar’ı, Çengelköy’ü terk edip, Boğaz manzaralı, yüksek güvenlikli sitelere kaçıyorlar. Geriye kalanlar, “İslam bunları besliyor” deyip, İslam’a karşı bir öfke, muhalefet geliştiriyor. Bundan daha büyük fecaat olabilir mi?
Bunun vebali ne?
Çok ağır. Dininin kıymetini, değerini bilenlerin hemen eleştirel bakmaya başlamaları, muhalefet etmeleri gerekir. Aksi halde bu toplum fiilen ateistleşir, materyalistleşir. Bunun farkına bile varmaz! Dinden umudun kesildiği yerde nihilizm olur. Bu toplum, tarihte hiç bu kadar çözülmemişti. Hanif solcularla İslamcıların yeniden bir araya gelip durum değerlendirmesi yapması lazım.
AK Parti’nin bitişi, Türkiye’de siyasal İslam’ın bitişi anlamına da gelir mi?
Hayır. AK Parti’nin İslamcı olduğunu kabul etmiyorum. 2011’den sonra, meşruiyetlerini sağlamak için dinin argümanlarına yapıştılar. Hâlbuki dinin muamelat kısmını yürürlükten kaldırmışlardı. Bunlar İslamcılıktan vazgeçmiş insanlar. Ama şu da var ki İslami gelenekten gelen bir partinin iktidar olması artık çok zor.
© Tüm hakları saklıdır.