Gündem

Bire bir kala

 Tarih kitaplarında okuduğumuz gibi Kurtuluş Savaşı'yla “bağımsızlık” kazanıldı. 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırıldı. Osmanlı Devleti hukuken sonlandırıldı, İstanbul Hükümeti istifa etti. Fakat köklü “devlet” geleneği kolay kolay bırakılamadı. Anti-demokratik eğilimler yüzyıldır asla aşılamadı

28 Ekim 2022 22:41

Aydan Gülerce* 

Ülkede başta siyaset olmak üzere hemen her alanda yapılan abuk işler ve muğlak veya çelişkili mesajlar birbirleriyle adeta yarış halinde. Tahammül eşikleri artık adamakıllı dolmuş ve öfkeleri taşmaya başlamış insanlar son derece sabırsızlaştı, hatta kabalaştı.

 O hâlde biz de ilk önce, zaten başlığı ile çoktan başlamış olan bu yazının tuhaf başlığını birlikte açalım.

 Malumunuz, matematik semboller her soyut simge gibi, birimsiz, tanımsız veya bağlamsız pek bir anlam ifade etmezler. Hele “bir” gibi sayılar, en çıplak olanlardır. Daha da önemlisi, giydirilmezlerse eğer, insanlar sembollere kendi öznel anlamlarını atfederler.

 Zaten poetik, fantastik veya fantazmik okumalar, sanatsal kurgular, muhtelif yaratıcılıklar da böyle çıkar ortaya. Fakat bu belirsizlik olgusal ve tarihsel koşullarda somut çözüm bekleyen sorunlu bir durumda ise, artık farklı bir boyuta geçilir. Yaşanan bulanıklık endişe verici olmaya başlar.

 Çünkü artık sembollere verilen anlamlar belirli bir ideolojik, bilimsel, dinsel, dilsel, vb. söylem içinden bilinçli bir yüklemleme (attribution) olmaktan çıkar. İster “bilinçli” veya manipülatif, isterse “bilinçsiz” veya cehaletten olsunlar, yansıtma (projection) niteliğine bürünür.

 Böylece hem o simgelerin gerçeklikte işaret ettikleri, hem de bilfiil oluşturdukları semptomatik problemler karmaşıklaşır. Üstüne üstlük o endişe zaman baskısı ile daha da arttıkça, imgelemsel, söylemsel ve tarihsel olarak gerçek problemin tanısı ve çözümü daha da güçleşir.

Her şeyden önce “iletişim” kopar. İster bireysel, ister kolektif ölçekte olsun, kendine veya başkalarına güvensizlik, tereddüt ve  kuşkuculuk başlar ve paranoya derecesine kadar da varabilir.

 Nitekim, Türkiye’de olduğu, gibi iktidar/muhalefet yöneticiler ve erkek/kadın, yaşlı/genç, vb. taraftar yurttaşlarını ayırt etmeksizin, siyasetin gündelik diline giderek yerleşmiş olan “algı operasyonu”, “komplo kuramları”, vb. söylemler tam da böyle ortamlarda çok daha sık üretilmeye ve tüketilmeye başlar.

 O hâlde biz yine ülkemize ve siyasete dönelim. Başlığı birlikte biraz “açarak” veya “giydirerek” devam edelim. Böylece hem bu yazının eşzamanlı olarak ifade etmeyi arzuladığı en az beş amacı da belli olur, hem de eşzamanlı olarak kendi kendini yazmış olur sanırım:

 Öncelikle, bu yazıyı tarihi bir kutlamaya bir gün kala yazıyorum. Yarın Cumhuriyet’in ilanının 99. yıl dönümü kutlanacak. Bu kutlama haftasını T24 “2022’ye Bakış: Ne oldu? Ne Oluyor? Ne Olacak?” başlıklı geleneksel yıllık toplantısı ile açmış idi. Sevgili Bekir Ağırdır’ın nazik davetiyle ve ilk kez katılabilmiş olduğum güzel ve değerli buluşma için bu sembolik teşekkürümü ancak haftanın sonuna doğru edebiliyorum.

 

  • Malum, önümüzdeki seçime “beka sorunu”, “rejim değişikliği”, “yol ayrımı”, “Cumhuriyet’e tamam mı, devam mı?”, vb. büyük anlamlar yüklemleniyor. Önümüzdeki hafta ise eşitsiz rekabetin daha da sertleşeceği şimdiden belli olan çoklu seçim kampanyaları başlıyor. Böylesine önemli bir seçime bir sandık oyu kala, tüm yurttaşların hem bu sürece katılma ve söz söyleme arzusu, hem de her kafadan çıkan seslerle toplumdaki kakofoni de artıyor.

 

  • Tabii ortada bunları filitrelemesi gereken şefkatli ve koruyucu otorite olarak kurumsal yapılanabilmiş ne güçlü bir demokratik devlet var, ne de kendi özdenetimleriyle kitle iletişimi düzenleyebilen bir özerk medya. Hatta tam tersi! Yani her ikisi de bilinçli veya bilinçsizce, istemli veya istemsiz olarak, örtük veya açık işbirliği halinde, ellerindeki tüm devlet aygıtlarını ve teknolojik olanakları araçsallaştırıyor ve bozuk statükonun devamına hizmet ediyor.

 

Başka bir deyişle, bir modern devletin çatısının çatırdamasına bir tahta kala, ülkeyi yöneten artık iyice yozlaşmış ve iç içe geçmiş bu iki –- tabii aslında 3 (Yargı, Yasama, Yürütme) +1 = 4 --  popülist güç sözde ve şekilde “temsili demokrasi temsili”nin son perdesini oynuyor. Yani, bu güzelim ülkeyi, görünürde ve üstten çökertmeye veya görünmezde ve alttan oymaya elbirliği ile uğraşıyor.

 

  • Tabii “zaman baskısı” ile birlikte problemlerle başa çıkma yetkinliği iyice azaldıkça, eril egemen siyasetin tüm iktidar, muhalefet, muhalefete muhalefet temsilcilerinin “performans endişeleri” de artıyor. Bu da tarafların kiminde “kaybetme veya başaramama kaygısı”, kiminde de “kazanma veya başarma kaygısı” olarak yaşanıyor.

 

Elbette siyasi partili veya partisiz, kararsız veya protestocu, seçmen veya henüz seçmen bile olmayan diye ayırt etmeksizin tüm yurttaşlarını farklı biçim ve derecelerde etkiliyor. Engellenmişlik ve yılgınlık hızla ve katlanarak artıyor. Siyasipsikotoplumsal açıdan zaten  “borderline/sınırda” karakterli inşa edilmiş toplumun da bir kolektif psikoz tablosuna bir sanrı kala yaklaştığının da sinyalini veriyor.

 

  • Her modern ulus-devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti devletinin yanındaki “eş, hatta ana, bileşeni” ulustur. Demokratik devlet halkını ona rağmen değil, halk için ve onunla birlikte yönetmek için vardır. Tabii tıpkı devlet gibi, ulus da siyasi ve kategorik bir “modern” kavramdır.

 Tarih kitaplarında okuduğumuz gibi Kurtuluş Savaşı'yla “bağımsızlık” kazanıldı. 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırıldı. Osmanlı Devleti hukuken sonlandırıldı, İstanbul Hükümeti istifa etti. Fakat köklü “devlet” geleneği kolay kolay bırakılamadı. Anti-demokratik eğilimler yüzyıldır asla aşılamadı.

 Zaten, özerkleşme ve sekülerleşme demek, imparatorluk milletlerinin aynı ülke topraklarında yaşayan halklarının din, mezhep, ırk, etnisite, yaşam biçimi, vb. temelli “homojenleştirilmesi” demek değildir. Hele bu heterojen nüfusun, her türlü insani çeşitliliğin ve farklılığın maddi ve mecazi anlamda dışlanması, bastırılması, yok sayılması, yok edilmesi, vb. savunmalarla “normativizasyonu” filan hiç değildir.

 Demokratik toplumlaşma süreci de nitekim, önce mevcut çok boyutlu çeşitliliklerin tanınıp saygılı kabulü ile başlar. Ortak yurt topraklarında, eş yurttaşlık bilincinin, eşit adalet uygulamalarının diyalojik gelişmesi ile eşgüdümlü yaşam biçimine birlikte dönüşmek demektir.

 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanının üzerinden 100 yıl geçmiş olacak. Dolayısıyla yazının bu kısmında da olağan olarak “bir asra bir yıl kala” filan diyerek önümüzdeki seçim sonrasına umutla bakmam beklenebilir.

 Fakat zaten toy ve cılız başlamış Cumhuriyet demokrasisinin de bir asırdan fazladır sınanmakta. Bugün had safhada kutuplaşma söylemini besleyen ayrışma yarım asır önce çok/iki partili sisteme geçişle başladı. Çarpıcı bir metafor kullanmak gerekirse eğer, devleti yöneten eril ve bağnaz zihniyetli baskıcı iktidarlar ellerindeki “darbeli matkap” gibi dönem dönem yokladıkları artık “betonlaşmış bir dirençle” de bir türlü baş edemedi.

 İster uluslararası siyasi konjonktürde dışardan azmettirmeler veya cezbedici arzularla olsun, isterse içerdeki muhtelif ideolojik güçlerin gerilimlerine savunucu tepkiler olarak olsun, son tahlilde kendini doğrulayan kehanetler veya yansıtımsal özdeşimler ile toplumsal yarılma gerçekleşti.

 En başta Türkiye’de demokrasi talep edenlerin, demokrasinin çok boyutlu ve katmerli bir tarihsel süreç olduğunu doğru kavramaları ve neleri olağan olarak beklemesi gerektiğinin de bilincinde olması yararlı olur elbette. Örneğin, kaotik başlangıç koşullarından yola çıkan her bireysel veya kolektif özne-öncülünün demokratikleşme öyküsü bir ayrışma-yeniden yaklaşma-bütüncülleşme seyri izler.

 Çünkü başka mecralarda da epeydir ve hayli ayrıntılı yazmakta olduğum gibi, Türkiye’nin kendi kendisini yazan bir tarihsel anlatısı var aslında, yok değil. Olmayan ve öncelik verilmesi gereken bunu doğru okunması ve/ya okuyacak biçimde bütüncül özneleşmesi. Dolayısıyla bu beşinci seçeneğe bir demokratikleşme anlatısına bir özne kala demekle yetineceğim şimdilik.

 Zaten tam burası da yazıda tekrar T24 toplantısına dönmek için en ideal yer olabilir. Örneğin Bekir Ağırdır açılış konuşmasında genç nüfusla ilgili ve başka güzel uyarıların yanı sıra, her zamanki gibi toplumu coşturacak iddialı bir hikayeye gereksinim olduğunu vurguladı. Tüm panellerdeki birbirinden değerli konuşmacılar çeşitli hususların altını çizdiler.

 Toplantının kapanışına doğru Boston’dan çevrimiçi katılan Daron Acemoğlu da dünyanın ve Türkiye’nin önündeki çok çetrefilli sorunları altı yumakta derlemiş olarak topluca sundu: Her bir alt başlık, özetle yapay zeka ve otomasyon, iklim ve tarım-gıda krizi, demografik  hareketlilik ve göçler, demokratik haklar ve fırsat eşitliği, yeni dünya düzeninde değişen jeopolitik dengeler ve milliyetçilik, iktisadi büyüme ve düşük verimlik.

 Elbette Türkiye’nin bu çetin sorunlara ve daha fazlasına hazırlıklı olması gerekiyor. Hepsini teker teker değil, hep birlikte ele alabilmesi ise elzem.

Umarım daha sonra ayrıntılı tartışmalarla bunların hakkı layıkı ile verilir. O süreçte belki ben de naçizane katkılarla biraz daha aralar(ın)a girme ve düşüncelerimi açıklayabilme olanağını bulurum.

 Bugün iktidar ısrarla Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anmaktan imtina ederek ve “Türkiye Yüzyılı” diyerek “meşru seçime” hazırlanıyor.  Muhalefet ise asgari müştereklerde ve hiç değilse ortak bir cumhurbaşkanı adayında uzlaşmayı ve dağılmamayı, böylece  “Cumhuriyet’in İkinci Yüzyılı”nda ülkeyi daha güzel bir geleceğe taşımayı umuyor.

 Peki ya siz/biz?


* Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi