25 Ekim 2022 12:53
Dünyanın önde gelen ekonomistlerinden, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MİT) öğretim üyesi Prof. Dr. Daron Acemoğlu, T24 Yıllık Buluşmaları'nda, "Eskiden demokrasiye tehdit çoğu zaman askerlerden ya da darbelerden geliyordu. 2005-2006 senesinden beri darbe bayağı az. Onun yerine başka bir tehdit türedi demokrasilere, medya özgürlüğüne karşı; seçimle gelen liderlerin giderek kendilerini kısıtlayan hukuk devletini ortadan kaldırmaları, muhalefet liderlerini hapse atmaları, büyük bir kutuplaşma, yalan medyası." değerlendirmesini yaptı. Acemoğlu, Türkiye'de derin bir demokrasi krizi olduğunun altını çizdi.
T24, her yıl düzenleyeceği yıllık buluşmaların ilkini, dün Hilton Bosphorus İstanbul Konferans Merkezi’nde tam gün süren bir konferansla gerçekleştirdi.
Türkiye’nin saygın akademisyen, ekonomist, iş insanı ve dış politika uzmanlarının panellere katıldığı konferansına ABD’den canlı bağlantı ile katılan Daren Acemoğlu, “Gelecek 30 yılda Türkiye ve dünyayı bekleyen ekonomik, demografik ve teknolojik olasılıklar” konulu bir konuşma yaptı. İklim değişikliğine karşı uyarılar yapan Acemoğlu, "İklim değişikliği şu anda dünyanın, dünya halkının geleceğini tehdit eden çok önemli bir unsur" dedi. Dünyada nüfus yaşının arttığına dikkati çeken Acemoğlu, “Bu da dünya ekonomisini çok hızlı bir şekilde sarsacak. Türkiye ekonomisi ayaktaysa bu, genç nüfustan dolayı.” düşüncesini dile getirdi.
Acemoğlu, şunları söyledi:
“Türkiye’nin ve dünyanın ekonomik, sosyal ve politik geleceğini belirleyecek altı gelişmeden, akımdan bahsedeceğim. Gerçekten bunların, Türkiye ve başka gelişmekte olan ülkelerin geleceğini şekillendireceğini düşünüyorum. Bunların büyük bir bölümü Türkiye’de pek tartışılmıyor. Bunun önemli bir kayıp olduğunu düşünüyorum.
Birincisi; otomasyon, yapay zeka ve eşitsizlik. Dünya ekonomisinin son 250 sene içindeki büyümesinin en önemli unsurlarından bir tanesi teknolojik gelişme. Gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerin nüfusları, bundan 200, 300 sene önce yaşayanlara göre çok daha fazla refaha, sağlığa, üretkenliğe sahipler. Ama teknoloji aynı zamanda zorluklar yaratıyor, eşitsizlikler yaratma kapasitesi var. Son 40 sene içinde dünya ekonomisinin teknolojisi daha çok otomasyona başladı. Yeni teknolojiler, işçinin üretkenliğini artırmaktan çok kapitalin, makinelerin işçilerin daha önce yaptıkları iş yapmasını yol açıyor. Bu tür teknolojiler eşitsizliğe büyük etkide bulunabilir ve doğru bir kurumsal yapı içine yerleştirmezseniz otomasyonun negatif etkileri gayet kuvvetli olabilir. Otomasyonu ilk başta değişik şekillerde gördük; robotlarla ya da başka makinelerle. Şimdi yapay zekâ, bunun yeni bir alanı haline geliyor.
Otomasyon, aynı zamanda büyük fırsatlar yaratıyor. Kurumsal yapı içinde yer alırsa üretkenliği artırma olasılığı var. Ama aynı zamanda eşitsizliğe ve işçilerin iş olanaklarına olan etkilerine hazırlıklı olmak lazım. Gelişmiş olan ülkeler; Amerika, Avrupa’nın bir bölümü buna hazırlıksız yakalandı. Gelişmekte olan ülkeler, orta gelir sınıfına giren ülkeler, Türkiye gibi, sanki bunların kendilerini etkileyen akımlar olmadığını düşünüyorlar. Oysa aslında bu gelişmeler Türkiye’yi, Hindistan’ı, Güney Afrika’yı çok derin bir şekilde etkileyecek. Çünkü şu anda bunların başındayız. Bunun iki türlü, direkt ve endirekt etkisi olacak. Bu teknolojiler Türkiye’ye gelecekler. Daha da önemlisi, uluslararası iş bölümünü etkileyecek. Daha önceden ihracata yönelik iş gücünü kullanan gelişmekte olan ülkelerin bunu yapmaları çok daha zorlaşacak. Bunu, hazırlıklı olmayan ülkeler için, özellikle ihracat ve katma değerin en yüksek olduğu alanlarda sıkışınca, bunun gelirlerine ve uluslararası büyük negatif etkisinin olması mümkün.
İklim değişikliği, şu anda dünyanın, dünya halkının geleceğini tehdit eden çok önemli bir unsur. Bu konuda artık herhalde herkes hemfikir. Ama iklim değişikliğine karşı hazırlıklı değiliz. Orta gelir düzeyinde olan ülkeler hiç hazırlıklı değil. İklim değişikliğinin birkaç tane çok derin etkisi olacak. Bunlardan bir tanesi, ülkelerin tarımda yapabilecekleri üretkenlikleri; hepsi değişecek. Sanayinin yapısı değişecek. Daha da önemlisi, iklim değişikliğine karşı yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve bu yeni teknolojilerin kullanılması çok büyük bir avantaj sağlayacak bazı ülkelere. Özellikle yeşil teknolojiler; güneş gücünü, rüzgar gücünü kullanan teknolojiler konusunda ne kadar erken yatırımda bulunulursa bunun gelecek 30-40 sene içindeki gelişme potansiyeline etkisi çok büyük olacak ve aynı zamanda dünyanın iklim değişikliği konusundaki önünde olan çok büyük engelleri de aşmasına yardımcı olacak. Ama bakarsanız, birçok gelişmekte olan ülke bu konularda yatırımda çok geride ve bu yatırımların yapılmaması gelecek 30 sene için büyük bir problem yaratacak.
Üçüncü unsur ise iklim değişikliği ile ilgili olarak iklim değişikliğinin yaratacağı etkilerin, özellikle dünyanın bazı bölümleri ki Türkiye bu bölümlere çok uzak değil hem iç savaş hem çok korkulu mülteci problemleri yaratma olasılığı var. Bazı eksperler, gelecek 25-30 sene içerisinde 500 milyonun üzerinde mülteci olabileceğini düşünüyor. Bunlar birçok yörel ekonomiyi çok derin olarak sarsacaktır. Yani şu an zaten Suriye ve Irak savaşında gelen mültecilerin hem Avrupa’yı hem Türkiye’yi ne kadar değiştirdiğini ve çok problem yarattığını görüyoruz. Bundan çok daha büyük bir mülteci problemi ile karşı karşıyayız büyük olasılıkla. Yine hazırlıklı olmak, en önemli unsurlardan bir tanesi. Ama eğer bakarsanız ne Türkiye ne de başka gelişmekte olan ülkeler bu konuda hazırlıklı değiller.
Üçüncüsü demografik gelişmeler; nüfusların yaşının artması, yapısının değişmesi. Bu da dünya ekonomisini çok hızlı bir şekilde sarsacak. Afrika dışındaki dünyanın hemen hemen her yerinde nüfus çok daha yaşlı bir hale geliyor. Bir ülkeden örnek vereyim; Güney Kore. 1980 sonrasına bakarsanız, 50 yaş üstü olan nüfusa bakarsanız yüzde 20’nin altında, şu anda yüzde 60’a gelmiş durumda. Çok hızlı bir şekilde yaşlanan ülkeler buna ayak uydurmak zorundalar ve buna ayak uyduramazlarsa büyük ekonomik ve sosyal çöküşe yol açabilirler. Aslında Güney Kore, bu konuda başarılı olan bir örnek. Güney Kore’nin ihracatına bakarsanız birçok açıdan iş yüküne bağlı sektörlerde, örneğin kimya, araba ve çok hızlı yaşlanan bir nüfusla eğer hızlı bir şekilde doğru teknolojiye yatırımı bulunmasaydı Güney Kore’nin ekonomisi çok büyük bir durgunluğa giderdi. Ama yaşlanma süresi çok hızlı, bir anda yeni teknolojilere yatırımda bulunabildiği için aslında bu biraz önce söylediğim alanlardaki ihracatını azaltmak yerine artırmak durumuna geldi. Eğer büyüme hızına bakarsanız Güney Kore’nin, büyüme hızı 2000 yılından sonra arttı. Ama birçok ülke, Türkiye’de dahil olmak üzere bu konuda tamamen hazırlıksız. Türkiye şu anda hâlâ genç bir nüfusa sahip ve eğer şu anda Türkiye ekonomisi ayaktaysa bu, genç nüfustan dolayı. Niye? Çünkü genç nüfus iki şey yaratıyor. Birincisi; girişkenlik. Türkiye, acayip girişken bir ekonomiye sahip; yeni yatırımlar, yeni dükkanlar, yeni şirketler, aynı zaman büyük bir iç talep. Bu iç talep ve girişkenlik, önümüzdeki belki bir 20 sene daha devam eder. Ondan sonra Güney Kore, Japonya, Almanya gibi yaşlanmaya başlayacak. Ve bu 20 sene içindeki fırsatı kullanmak ve bu 20 sene sonraki çok daha değişen yaş yapısına göre bir hazırlıkta bulunmak lazım. Yine bu hazırlıkta değiliz.
Demografik yapının bir ürünü daha var, onu zaten söyledim ama bir daha vurgulamak istiyorum; iklim değişikliği yüzünden ve başka savaşlar yüzünden, yaşanan savaşlarla mülteci sorunu ile demografik yapı değişecek. Almanya’da şu anda gençlerin çok büyük bir bölümü mülteci ve şu an Almanya’da hızlı bir şekilde yaşlanan ve çok düşük sayıda çocuk yapan bir ülke olduğuna göre, yeni gelen mültecilerin yaş ortalaması da çok düşük olduğu için değişik bir demografik yapıya gidiliyor. Yine buna hazırlıklı olmak lazım. Türkiye tabii Almanya değil yapı olarak ama Türkiye’nin de mülteci problemi artabilir. Bu da değişik bir demografik yapı getirecek; yani yaşlanan bir Türkiye’de doğan kesim, daha genç bir mülteci kesimi.
Dördüncü adım, bu söylediğim üç tane kadar önemli ama daha değişik, daha zengin bir şekilde, belki de daha zor bir şekilde demokrasi… Demokrasi, bizim hepimizin saygı duyduğu, hatta tek olanak olarak gördüğü bir sistem. Benim yaptığım araştırmalar, aslında büyümeye çok büyük etkisi, pozitif etkisi olduğu yönünde. Yani ülkede bazen gazeteler demokrasiden şikayet etseler bile aslında demokrasinin nimeti bir tek halkın yönetime katılmasından değil, aynı zamanda demokratik ülkeler sağlığa daha fazla yatırım yapıyorlar. Özellikle az gelişmiş kesimin eğitiminde daha fazla etkililer. Vergileri daha çok artırıyorlar. Vergi eksikliği aslında çok büyük bir problem ve aynı zamanda ekonominin büyümesini sağlıyor. Son 60 sene içerisinde demokrasi, dünyanın hepsinde çok değişik bir gelişimden geçti. 1970’te dünya ülkelerinin üçte biri demokrasiydi. Özellikle İspanya, Portekiz ve Yunanistan’daki askeri rejimlerin düşmesinden sonra, bazı siyasi bilimcilerin ‘3. Demokrasi Akımı’ dediği periyot başladı. Bunun ortasında Berlin duvarı düştü. Bazı siyaset bilimciler, demokrasiye karşı gelecek başka bir sistem kalmadı gibisinden açıklamalarda bulundu. Gerçekten de 1970’lerin sonlarından 2005 senesine kadar büyük bir demokrasi akımı yer aldı dünyada. Üçte birden üçte ikiye çıktı dünyadaki demokrasi yönetimi. Daha da önemlisi, belki de demokratik olan ülkelerin demokrasi kurumları daha da gelişti. Ama 2005-2006’dan başlayarak bunun tam tersi bir dönem oluştu. 2006 senesinden sonra bütün dünyada demokrasiler zayıfladı. Türkiye’de demokrasi krizi var şu anda çok derin ama bir tek Türkiye’de değil. Hatta Türkiye’yi gelişen akımın içerisinde görmek lazım. Aslında Türkiye bu konuda tamamen tipik bir örnek.
Eskiden demokrasiye tehdit, çoğu zaman askerlerden ya da darbelerden geliyordu. 2005-2006 senesinden beri darbe bayağı az. Onun yerine başka bir tehdit türedi demokrasilere, medya özgürlüğüne karşı; seçimle gelen liderlerin giderek kendilerini kısıtlayan hukuk devletini ortadan kaldırmaları, muhalefet liderlerini hapse atmaları, büyük bir kutuplaşma, yalan medyası. Yani birçok doğru olmayan sansasyonel ya da tamamen halkın kafasını karıştırma üzerine kurulu haberlerin dolaşması ve bu demokratik uygulamanın zorlaştırılması. Bunları dünyanın her tarafında görüyoruz; Brezilya’da, Amerika’da, Filipinler’de, Hindistan’da, Macaristan’da, Türkiye’de… Ve problem şu ki demokrasinin zayıflamasının nedenini sosyal bilimciler hâlâ anlamış değil. Yani bundan önce vurguladığım üç unsur, üç gelişme aslında anladığımız şeyler. Karşısında ne yapmamız gerektiğini daha çok anlıyorduk. Demokrasi konusuna gelince; bu demokrasi zıttı akımın nereden geldiği konusunda bir fikir anlaşması yok. Bazıları eşitsizlikten bahsediyor, bazıları küreselleşmeden bahsediyor, bazılar sosyal medyadan bahsediyor ama şu anda bilgimiz şu ki demokrasinin gelecek için önemi aslında her zamankinden fazla.
Küreselleşme, her ne kadar bazı negatif şeyler getirse de bu jeopolitik dengenin en önemli unsurlarından bir tanesi. Birçok gelişmekte olan ülke için de büyüme fırsatı yarattı. Türkiye, küreselleşme olmadan 1960-70-80’lerdeki büyümelerini sağlayamazdı. Şimdi bu jeopolitik sistem tamamen değişmek üzere. Şu an küreselleşmenin geri adım attığını görüyoruz. Bence bu başlangıç. Bu, kısa süreli bir şey değil. Çok daha az ve çok daha değişik küreselleşmiş bir dünya göreceğiz. Ve şu anda Çin ve Amerika arasındaki rekabetin kısa süreli bir şey olmadığını artık insan anlamaya başladı. Bunun iki tane daha unsuru var. Birincisi demokrasi. Çin, başta olan komünist partinin kontrolünü sağlayabilmek için demokrasi hareketini öldürmek zorunda. Bunu en net şekilde Hong Kong’da gördük. Gelecek jeopolitik dengeler bir tek Çin ve Amerika arasında olan çatışmadan değil, aynı zamanda demokrasi ve demokrasi karşıtı olan sistemler arasında da olacak.
Aynı zamanda küreselleşmeye tepki olarak ‘milliyetçilik’ çok daha hızlı bir şekilde yükseldi. Bu da jeopolitik dengeyi çok daha değiştirecek, çünkü milliyetçiliğin kuvvetlendiği yerde uluslararası konferanslar çok daha zor olacak. Ama geleceğe bakarsanız; pandemiler olsun, iklim değişikliği olsun, dünyanın bu kutuplaşmış ilişkileri olsun, dünyada uluslararası konferanslar çok daha önemli bir hale geliyor. Yani bu durumda dünyanın gelecek 30-40 sene içinde bir sıkıştırılacak durumu var. Konferanslar daha önemli bir hale gelmesine rağmen o konferansları yapacak kurumları zayıf ve o konferansları yapacak iklimden uzaklaştıran milliyetçilik gibi akımlar var.
Kredinin bol olduğu, faizlerin düşük olduğu bir dönemin sonuna geliyoruz. Şu anda buna başlamış durumdayız. Enflasyon olmasa bile faizlerde artış olmaya başlamıştı. Kredi ile olan büyüme sistemindeki tıkanmayı 2019’da bile görebiliyorduk. Ama özellikle global enflasyon problemi arttıkça faizlerin hem Amerika’da hem Avrupa’da arttığını görüyorduk. Çin’de kredi ile büyümenin sonlarına gelindiği de artık aşikar. Krediyle büyürken hem inşaat sektöründe olsun hem diğer alanlarda olsun verimsiz yatırımlarla dolu olan şirketler ve ülkeler önce bunu temizlemek ve yeni büyüme stratejileri bulmak zorunda. Türkiye’de bu konuda biraz bir anlayış var ama buna yeni bir strateji geliştirme yok ve hatta bazı yerlerde krediyle büyüme çabası devam ediyor, seçim ekonomisi çabası yapısı altında. Bu yeni strateji aramasına zamanında başlamazsak sonra bunu yapmak çok daha zor olacak. Çünkü verimsizlikler, bilanço problemleri daha da artacak.”
© Tüm hakları saklıdır.