Ümit İnatçı
Uzak-Yakın, Liman, Rüzgâr, Az Zaman, Kayıp Manzara... İsmet Değirmenci’nin sergilerinde kullandığı başlıklardır. Muğlak bir mesafenin belirsiz kıyılarından kendine mutlak bir yön arayan ütopik bir gezgin olmayı seçmiştir sanatçı. Şimdi ‘‘bir yer’’dedir; içerde ama uzakta. Yakında ama dışarıda, içerde ama yabancı, şimdi ama sonra... Zaman ve mekân kavramlarının alt-üst olduğu doğa ve kendisi arasında süregelen metafiziksel bir söyleşinin izlerini sürüyoruz bu hallerde. Mevcudiyetin sorgulanmaya başlandığı anda nükseden tinsel bir salınmadır yaşanan. Olmak ya da olmamak değil bir yerde bulunmak ya da bulunmamaktır mesele.
Kent yaşamının zamanla ilgili ekonomik ayarı insanı kendi varlığına yabancılaştıran bir akışı dayatıyor. Sesler ve görüntüler öylesine geçişken ve öylesine hızlı bir titreşimle kapsıyor ki, insan yaşamı, mekân ve beden arasındaki ilişki askıya alınmış bir yığın eylemin nedenine dönüşüyor. Bu durumda insan, kendi yaşadığı mekâna içerden değil metafiziksel bir mesafeden bakma ihtiyacı duyuyor. İşte İsmet Değirmenci’nin kente bakışı böyle bir tinsel derinlik içeriyor.
Resim, ressamın kendiyle ve kentiyle kurduğu bir diyalog yüzeyidir. Saydam katmanların altına kaygan ve akışkan bir zemini hissedercesine yerleştirdiği gazete parçaları sadece sentetik bir bütünleyici eleman olarak kullanılmıyorlar. Hafızanın doğru kullanılamayan zaman karşısında unutkanlığa nasıl yenik düştüğünü ve unutkanlığın gündelik yaşamımızda nasıl etkin bir hâl aldığını hissedebiliyoruz. Ölgün renklerin bir kasvet diline dönüştüğü bu resimlerde ufuk çizgisinin önüne set çekiyor kent yığını. Bireyin doğaya dönme iştahı köreliyor ve yabancılaşmaya yenik düşmenin hüznü yaşanıyor.
‘‘Doğa ile insanlık arasındaki ilişkinin hakimiyeti’’nden bahsediyor Benjamin; insanla doğa arasında kurulan, ne birinin ne de ötekinin hakimiyetine dayalı bir ilişkidir bu. İnsanın üzerine egemenlik kurduğu doğanın insaniyetten yoksundurulmasına neden olması aynı zamanda Heidegger’in dikkat çekmeye çalıştığı ‘‘dünya ile toprak arasındaki çatışma’’yı da çağrıştırır. Bir dünya kuruyoruz kendimize ama toprak yok burada; kokusuyla dokusuyla, bize açıkta, yani doğada olma hissini veren toprak... örttükçe toprağı dışarıda, açıkta kalıyoruz çünkü bizim içerili halimiz doğaya en yakın durma halimizdir. Her inşa ettiğimiz barınak ise doğanın dışında kalma çabamızın bir parçasıdır.
İsmet Değirmenci’nin bir önceki sergisi için yazdıklarıma geri dönme ihtiyacı duyuyorum:
‘‘ ... Çağdaş yaşamın, özellikle de metropoliten yaşamın baş döndürücü hızında doğamızda saklı içgüdülerin körelmesi en büyük meselemiz haline geldi. Bu durumda her bireyin bir sevgi düzenine (ordo moralis) ihtiyacı yok mu? Realist fenomenolojiye göre ‘ilgi’ ve ‘kendini verme’ insanın doğayı algılamasındaki etkinliği daha belirgin kılıyor. Ancak insan sadece algılayan değil eyleyen bir varlık da olduğuna göre, karşısında-içinde olduğu doğaya daha nereye kadar arzularının nesnesi muamelesi gösterecek? Yaratıcı bir mesafeye, uzaklığa ihtiyaç yok mu? Kendi suskunluğumuz doğanın sessizliğiyle buluşana dek iflah olacağa benzemiyor bu hırs, bu hız...’’
İşte bu hızın ve hırsın resmini yapıyor İsmet Değirmenci.
Yunanca’da izografiki, ‘yaşamı çizmek’ demektir; zoğrafos ise ‘yaşamı çizen’dir. Yaşamı çizmek ne zaman son bulur ki; ressamlığın sonu ne zaman gelebilir ki? İsmet Değirmenci ressam olmanın bilinciyle ve ressamlığa atfettiği değerle, içinde devindiği yaşamla hesaplaşmayı yeğleyen bir sanatçıdır.
Not: "Bir Yerde" başlıklı sergi Nişantaşı Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde 30 Mayıs’a kadar izlenebilir.