Kültür-Sanat

"Bir şair kaybediyorsunuz, bir yazarı, bir sosyalisti, hem de Sennur Sezer’i!"

Dostları, hayatını kaybeden şair Sennur Sezer'i anlatıyor...

10 Ekim 2015 19:35

Türk şiirinin güçlü kadın seslerinden, şair, öykücü Sennur Sezer’in 72 yaşında hayatını kaybetmesinin ardından, kendisini tanıyan meslektaşları ve dostları Evrensel’de onu anlatmaya devam ediyor. Sennur Sezer’in ardından Evrensel gazetesi yazarı Ender İmrek, editör Cenk Gündoğdu ve şair Şükrü Erbaş, Sezer’i yazdı.

Ender İmrek, “Bir şair kaybediyorsunuz. Bir yazarı, bir sosyalisti... Hem de Sennur Sezer’i…” derken, şair Şükrü Erbaş, “Dünyanın bütün çocuklarını kalbinden doğurmuştur. Dünyanın bütün devrimci mahpuslarını kalbinde yatırmıştır” ifadeleriyle Sezer’i andı.

Ender İmrek’in “Sennur Sezer emeğin ve özgürlüğün sesiydi” başlığıyla yayımlanan (10 Ekim 2015) yazısının tamamı şöyle:

Sennur Sezer, hiç beklenmedik bir anda aramızdan ayrıldı. İnsanın inanası gelmiyor.

Öyle ansızın. Düşmeden, sendelemeden… Yaşadığı gibi, kanat çırpar gibi...

Görüşmeler uzayınca, genellikle biz arardık onu ve Adnan Özyalçıner’i.

Ama bu defa daha birkaç gün önce gecenin bir vaktinde Sennur Abla aradı bizi.

Adnan Abi, dün “Vedalaşmak gibi bir arama oldu” diyor.

Güçlü, dirençli, umut ve güven kaynağıyken kayıp gitti.

Yazmaktan, üretmekten, mücadeleden başka bir kaygısı olmayan, tüm yaşamını işçi sınıfına ve ezilen halklara adamış bir şair, yazar ve devrimciydi.

Sadece bizim cepheden değil, karşı cepheden de izlenen, iki arada bir derede kalanların da izlemeden edemedikleri biriydi Sennur Sezer.

Çok yönlü bilge kadın…

Hiç yalpalamayan, coşkun bir devrimci kadın…

Yazdıklarını yaşayan, yaşadıklarını yazan, emek dünyasının duru pınarıydı.

Duru, gürül gürül akan…

Sennur Sezer, söz ustası olmakla kalmayan, sözü gediğine koyandı.

Makam, mevki, kural, kaide hesabı yapmadan, durgun suya taş atıp, oluşan halkalara şiir yazandı. Soran, sorgulayan, direncin kaynağıydı.

Hep bildiği gibi yaşayan, bildiği gibi konuşan, dövüşen, yazan, söyleyen tavrıyla bilinir.

İki sınıfın kavgasında, işçi sınıfının ve emekçilerin, ezilenlerin şairiydi.

Dilsizlerin dili, dengbejlerin dostuydu.

7 Ekim günü öyle ansızın ayrılıp gitti.

Büyük bir boşluk bıraktı.

Onun boşluğu günler geçtikçe daha çok duyumsanacak, anlaşılacak.

Bir şair kaybediyorsunuz.

Bir yazarı, bir sosyalisti...

Hem de Sennur Sezer’i…

İnsanın dili varmıyor söylemeye…

Her zamanki iş bitiriciliğiyle, aceleciliğiyle...

Söylenmesi gereken sözü en güzel sözcükleri inci gibi dizerek, her yerde ve her koşulda söyleyebilen, içi dışı edebiyat ve yaşam dolu bir insan kayıp gitti gözlerimizin önünden.

Bir şair, bir yazar, bir bilge kadın…

Bunun ne kadar büyük bir kayıp ve acı olduğu yetmezmiş gibi, bir de yoldaşınızdan, ablanızdan, aileden birinden ayrılıyorsunuz.

Sennur Sezer edebiyat camiası içindeki sınıf temsilcisidir.

Gençliği, işçiliği ve TİP’teki mücadelesiyle büyük fırtınalardan geçmiş ama pusulasını yitirmeden yoluna devam etmeyi bilmiş ve nerede sebat etmesi gerektiğini bilen bir işçi kadın, bir aydın olarak parlayan bir yıldız.

Kadının ezilip, itildiği feodal, kapitalist dünyanın içinden gelip de bu denli güvenli bir kadın olabilmek kolay olmasa gerek! Bu denli gururlu ve kadını bu denli yalın temsil edebilen bir kadındı Sennur Sezer.

İşçi sınıfı davasının, emek dünyasının, kadının, aşkın, sosyalizmin şairi ve yazarıydı.

Hep yaşamdan, direnişlerden, grevlerden, baskıya, sömürü ve zorbalığa karşı verilen, eşitlik, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin içinde oldular ve oradan beslendiler.

Açın bakın yeniden şiirlerine ve yazdıklarına, hava gibi, su gibi, toprak gibi, sevda, aşk, devrim ve sosyalizm gibidir.

Yazmak için mutlaka o dünyanın içinden biri olmak gerekmez ama Sennur Sezer’i o denli güçlü kılan yanı, onun sınıfın içinden gelen bir işçi şair oluşuydu. 

Onu ilk 12 Eylül zindanlarında okumuş, sevmiştim.

Sonra yoldaş olduk. Sennur Ablamız oldu.

Adnan Özyalçıner ile onun aşkı ve ilişkileri, tüm aşıklar için fısıltı konusu oldu.

Onlara gıpta ettik.

Sennur Sezer için, bu büyük şair için güzel sözler, güçlü mesajlar verildi.

Ona her güzel söz, her içten duygu yakışır.

Ancak sanırım Sennur Sezer’i ta TİP’ten bu yana tanıyor olan Oya Baydar’ın onun için söyledikleri en çarpıcı sözler.

Şöyle diyor; “Sennur için söyleyebileceğim ilk şey, bir kuşağın, bir çevrenin hep dik durmuş insanlarından biri olduğudur. Bizim çevremizin hiç yalpalamadan, tavrını hiç değiştirmeden aynı noktada her zaman haktan yana, her zaman özgürlüklerden yana, asıl en önemlisi de yoksul halkın, ezilenlerin, mağdurların sesi olmayı başarmış biriydi.”

Sennur Sezer’i hep sevgiyle, aşkla, coşkuyla, mücadeleyle anacağız.

 

Cenk Gündoğdu’nun Evrensel’de “İnandığı dünya için inanmadığı dünyaya kafa tutan şair: Sennur Sezer” başlığıyla yayımlanan (10 Ekim 2015) yazısının tamamı şöyle:

Ortaya konulan sanat eserini hiç kuşkusuz hayattan ayırıp okuyamayız. Sosyal ya da siyasi olaylardan, toplumsal hareketlenmelerden bağımsız bir metni, bir sanat eserini irdelemek sanat nesnesini fetişleştirirken yanlış ve yanlı okumamıza ve eksik bir yere varmamıza sebep olur. İşte sosyolojik ortamdan, hayattan bağımsız bir metni okumamız nasıl ki büyük eksik ise sanat eserinin ortaya çıkışını da aynı düzeyde hayatın içinde aramalıyız. Önceki yüzyıllarda hayat koşullarının ürettirdiği çok önemsenen ve fakat bugün okurda ve yazarda pek bir karşılığı olmayan edebiyat türlerinden biri gezi ise bir diğeri form değiştiren mektuptur. Evvelden şehirleri, uzak ülkeleri, iklimleri şairin gözüyle, büyülü diliyle dinlemek ve tasavvur etmek isteyen insanlar bugün cep telefonundan bir tuşla oraya dair videolardan, yemek fotoğraflarından halk oyunlarına, hayatın ısısından güneşin batışına... hemen her şeyi canlı kameraların da eşliğinde izleyerek öğrenebiliyor. İşte Goethe’nin İtalya Seyahati’ni merak eden bir Alman ya da Puşkin’in Erzurum Yolculuğu’nu bekleyen bir Sibiryalı yok artık. Bugün teknolojik gelişmeler ve hemen her şeye erişirliğin kolaylığındaki zamanın insanları olarak şairin diline, gözüne, sözcüklerine ihtiyaç duymadığımızdan  geçmişte hayatın ihtiyaçlarından doğan bir edebiyat türü olan gezi yazıları artık ölüyor. Hatta öldü de haberimiz olsun. Yine bir iletişim olmanın yanı sıra bir edebi tür olarak da hayatımızdaki mektup da güncel ve teknolojik gelişmelerle önce hayattan sonra da ağır ağır edebiyattan çekilmeye durdu. 

 

Yaşayan ya da yaşamayan pek çok isme gazeteden seslenirdi

 

İşte geçmişte şairlerin birbirleriyle mektuplaşmaları üzerinden kavgalarını, aşklarını, ihtiraslarını, iç dünyalarını, ruhsal çatışmalarını, sosyolojik ortamı, aile hayatını, edebiyatını oluşturma halini, kelimelerin kanının nasıl aktığını bildiğimiz tür de bugün hem etkin hem de ilgi çekici değil. Şairler arasında mektuplaşma ve bu yazışmaların kitaplaşması neredeyse hiç kalmadı dediğimiz bugünlerde Perşembe Mektupları adıyla Şair Sennur Sezer’in 4 yıldır her perşembe günü  Evrensel gazetesinden şair, yazar, ressamlara seslendiği yazıları dolaşıma girdi. Tanpınar’dan Gonca Özmen’e kadar yaşayan ya da yaşamayan pek çok isme gazeteden seslendiği içten açık mektuplar. Hemen herkese karşı hitabı, üslubu ve içeriği farklı olan ve Sezer’in samimiyeti, edebiyata, sanata dair fikirleri ve güncel meselelere bakışını gördüğümüz bu mektuplar, sadece muhatabına seslenmiyor bu anlamda da. Elbette muhatabına seslenirken dili, üslubu ile edebi bir zevk verdiği okura da edebiyat ortamındaki olayları, ilişkileri ve gelişmeleri ders çıkaracağı, tepeden bakmayan içten bir yaklaşımla aktarır.

Bu mektuplarda şair, yazar, entelektüel bir imza kadar emekçi, anne, yürekli, merhametli, vicdanlı bir insanın samimi sesini her kelimede hissederiz. Tanpınar’a özlemini dile getirirken duygularını saklamayan, 16 yaşındaki genç kızlığında Abdullah Efendi’nin rüyalarına nasıl özendiğini ortaya koyan; Akif’e korkarım inanmadığınız konulara sizi siper edecekler derken karanlık zihinlerin kurmak istediği dünya için fütursuzluğunu tedirginliğiyle paylaşan; Kemal Tahir’e anılarının ve hayatının hakikati için teşekkür ederken çiğleşen ve sessizleşen insanlara ‘höst’ demesini dileyen; Yaşar Nezihe’ye hayatına ve mücadelesine saygısını sunarken kızıl güller şiirinizin anlamını saptırmaya çalışıyorlar diye hatırlatıp abla demek isteyen; Sait Faik’e sen bir kuşun tüylerinin kokusundan insanı merhamete çağıran bir güzellik duyan yazarsın derken ustam diye seslenen; Cevdet Kudret’e bugünkü sevgisizliği, yozlaşmayı var eden ayrıştırıcı dilin sahibi muhafazakâra sanat algısını ortaya koyan ideolojik siyaseti eleştirirken özlemini paylaşan; genç şairlere, ‘genç’ sıfatını özleyeceğiniz günler gelecek diye yaklaşırken yaşadığı olayları ve tecrübesini tepeden bakmadan, hakikatli bir dille aktarıp ders vermeden mesajı alana bırakan bir Sennur Sezer var.  

 

Şiirinden hayatı, hayatından şiiri farklı değildir

 

Yukarıdaki girizgaha, kısa süre önce Bursa’da Dünya Barış Günü’nde birlikte iki gün geçirdiğimiz Sennur Sezer’den ayrıldıktan sonra mektuplardan oluşan kitabı vesilesiyle ona bir mektup yazmak için başlamıştım. Mektupları üzerinden söyleşi yapacağımızı konuştuğumuz Sezer’e, kitabında seslendiği genç şairlerden de birer mektup isteyerek de sürpriz yapacaktık. Ancak o bize fena bir sürpriz yaptı. Bazı insanlar hayatıyla şiir yazar ve şiirinden hayatı, hayatından şiiri farklı değildir. İşte o imzalardan biridir Sennur Sezer. Bütün hayatını ve sanatını ezilenlere, yokluğa, kırıma, baskıya, zorbalığa, horlananlara, emekçilere bir mücadele olarak ortaya koyan Sennur Sezer, inandığı dünya için inanmadığı dünyaya kafa tutan yürekli bir şairdir. Gecekondu’dan (1958)  İzi Kalsın’a (2011) ve dergilerde okuduğumuz son şiirlerine kadar hep aynı coşku ve inançla yaşadığı zamana tanıklığını ‘hayır’ diyerek, alanlarda, meydanlarda, dergilerde, gazetelerde, kitaplarda görürüz. 

Şimdi bunca baskı ve savaş tamtamları arasında meydanlarda ‘hayır’ diyen, şiirlerinde barışı savunan, yazılarında kardeşliğe davet eden, insanı, insanca yaşamı savunan bir çift gözü gülümserken ve daima direnirken hatırlayacağız, son kitabında “Karşı koy haksızlığa, izi kalsın” dediği gibi izi kalacak.

 

Şükrü Erbaş’ın Evrensel’de “‘Kar ansızın basar’” başlığıyla yayımlanan (10 Ekim 2015) yazısının tamamı şöyle:

Şiirle emek arasına çekilmiş bir eşitlik çizgisidir Sennur Sezer… Yetmez, hayal gücüyle gelecek talebi arasına çekilmiş bir eşitlik çizgisidir. Bu da yetmez, eylemle düşünce arasına çekilmiş bir onur çizgisidir. Sanırım bu  denklemleri tamamlayacak değerli bir sentez de, şair “ben”ini toplumun “ben”ine eşitlemiş bir adalet çizgisini, bir ahlak, bir devrimci tutum olarak hayatının nirengi noktası haline getirmiş olmasıdır Sennur Sezer’in.

Uyanıp gecenin bir yerinde / karanlığı dinlemek? / -Sevdadandır / Dalıp gitmek yıldızların karanlığına / Yüreği bölmesi türkülerin? / -Sevdadandır. (...)

Kadınsanız, emekçi bir kadınsanız, başkalarının  hayatından mutsuzluklar edinmiş bir devrimci kadınsanız; özetle, etiniz iğde çiçeklerini unutmuşsa... hayır, teslim olmak, geri çekilmek, çürümek yok. Biz, direncini kendi hayatından, yoksulluğundan, acılarından üreten, insan soyunun en güzel insanları, elbette cehennemimizden yaratacağız sevgiyi; doğayı ve emeği bir harf bile unutmadan:

Elinizi toprağa dayayın / duyun tohumun çıtırtısını / Kekik koklayın / Toprağın sevgisiyle bakın / güneşe ve yağmura / Bir bebek kıpırdasın kanınızda / Sevdalanın.

 

Sennur’un sorumluluk manifestosu

 

Dünyanın bütün çocuklarını kalbinden doğurmuştur. Dünyanın bütün devrimci mahpuslarını kalbinde yatırmıştır. Dünyanın bütün emekçileriyle bütün tezgahlarda çalışmıştır. Yetmemiştir, zalime karşı nerede bir söz, bir eylem varsa, koşa koşa gitmiştir. Herkesin boğazında düğümlenmiş sözleri, gözlerinde yalım yalım yanan sözleri, avuçlarında boğulan sözleri bağıra bağıra söylemiştir. Sonra sanki çok olağan bir şeymiş gibi gidip masalların gizemli dünyasından, İstanbul’un tarihinden, şiirin gerçeği hayale çeviren büyülü dünyasından, bu katı zamana ve hayata karşı bizi bir başka varoluşa çağırmıştır. Abartılı bulunmazsa, bir sorumluluk manifestosu gibi yaşamıştır.

 

Bu ölüm gerçekten gerçek dışı ablam...

 

Bilmiyorum kaç etkinlikte kaç öfkeyi, hevesi, şiiri, yalnızlığı paylaştık. Adnan Abi’nin inceliğini yağmalayacak kadar sözün, türkünün, fıkranın cezbesine kaptırdık. “Gerçeğin kendisi gerçek dışıdır” diyen Shakespeare geliyor aklıma. Bu ölüm gerçekten gerçek dışı Ablam... Yasemin Arpa yazmış, Dağlarca Şiir Ödülünün Seçici Kurul toplantısına nasıl geldiğini... İçim acıdı. Hayran kaldım. İzin verirsen gazetenin okurlarıyla şu dört dizeni paylaşarak susayım:

“Otlar ve kadınlar / Kısacık duyarlar ilkyazı / Güneş uzar tepelerinde / Kızgın ve acımasız / Ve kar ansızın basar.”