Kitaptan tadımlık
"Parmaksız Yusuf Hoca: Dedem, Aslan Paşa Camii'nin "Parmaksız Yusuf Hoca" diye bilinen, herkesin saygı duyduğu imamıydı. Elimden tutarak beni yanına aldığı ender çarşı ziyaretlerinde, her yaştan insanlar eğilerek dedeme selam verir, kimileri elini öpmeye çalışırdı. Sokakta yürürken yol boyunca önümüze çıkan küçük taşları, çöp birikintilerini bastonuyla ustaca vurarak yol kenarına doğru uzaklaştırırdı. Önceleri buna bir anlam veremez, "Herhalde kızgınlığından yapıyor," diye düşünürdüm. Oysa bu bir tür sokağı temiz tutma refleksiydi.
Kısa kesilmiş kırçıl saçları, kemikli uzunca yüzü, siyah uzun sakalı, siyah pelerini ve başparmağı kökünden kesilmiş sağ elinin garip görünüşü ile, be- 21 nim için gizemli bir korku kaynağıydı. Beyaz yakasız gömlek, kalınca kumaştan siyah pantolon ve yelek benzeri bir şeyler giyerdi. Yer sofrasında yemek yerken hepimiz önce dedemin başlamasını beklerdik. Camide olmadığı zamanlarda genellikle evin ona ve neneme ait bölümünde kalır, mevcudiyetiyle evi kendiliğinden derin bir sessizliğe gömerdi. Nispeten küçük bir evde bir arada yaşadığımız halde, dedemi hiç yatak kıyafetiyle görmezdim.
1917 Ekim Devrimi ile birlikte Rus askerî güçlerinin Oltu'dan kısmen çekilmesi ve yeni bölgesel yönetimin kurulması sırasında, keza 1918'den itibaren bölgenin Osmanlı yönetimine geçtiği dönemdeki siyasi ve askerî faaliyetlere Yusuf dedemin ve ağabeyi Sefer amcanın pek karışmadığı anlaşılıyor. Annemin babası Mustafa dedenin aksine, Yusuf dedeye ait hiç askerlik ve savaş anısı yoktu.
Henüz disiplinli dinsel eğitim kurallarına mahkûm edilmediğim erken çocukluk döneminde, Yusuf dedemin kucağına tırmanabildiğim ender zamanlarda, başparmağı kökten kesilmiş olan sağ elini inceden inceye gözden geçirir, tekrar tekrar nedenini sorardım. Her seferinde, yaralandığı için doktorlar tarafından kesildiğini söylerdi. O zamanlar sağ el başparmağının her hangi bir nedenle kesilmiş olmasının, askerlikten kurtaran en sağlam sakatlık nedenlerden biri sayıldığını çok sonra öğrenecektim. Babam, anılarını anlatmaktan hoşlanmaya başladığı son yıllarında, laf arasında dedemin ağabeyi Sefer amcanın da askerlik yapmadığını söylediğinde, nedense Yusuf dedenin kesik parmağından hiç söz etmediğini anımsıyorum. Çarlık Rusyası döneminde zaten Müslümanlar askere alınmıyordu.
Anladığım kadarıyla, Osmanlı topraklarında yaşarken de Sefer amca arada Rusya'ya geçerek bir tür asker kaçağı olarak ömrünü tamamlamıştı. 1925-1930 arası bir tarihte Yusuf dede, o zamanlar önemlice bir idari ve dinî merkez olan Oltu'da tarihî Arslan Paşa Camii'ne imam olmuş. Sefer amca genç sayılabilecek bir yaşta ölünce, gelenek gereği, karısı, Yusuf dedenin ikinci eşi olarak aile içinde kalmış. Bu arada babam yeni kurulan Cumhuriyet'in ilk kuşak öğretmenlerini yetiştiren eğitim kurumlarından biri olan Erzurum Muallim Mektebi'ne (Öğretmen Okulu) yatılı öğrenci olarak kabul edilmiş.
İki kültür arasında: Cumhuriyet'in ilk kuşak öğretmenlerinden olan babam, en büyük çocuk olarak aile hiyerarşisinde dedemden sonraki en üst basamaktaydı. Dedemle aralarında açığa vurulmayan bir gerginlik olduğu sezilirdi. Ben o yıllarda dedemle babamın aynı sofraya oturup yemek yediklerine ya da konuştuklarına hiç tanık olmadım. Kasabanın resmî laik kesiminde babam, inançlı yerli kesiminde ise dedem sevilip sayılırdı. Çocukluğum bu iki kimliğin sessiz mücadelesinin savaş alanında geçti. Daha sonraki yıllarda babamın anlattıklarından, dedemin bir din adamı olarak, 1930'lu yılların katı laik uygulamalarından pek de şikâyetçi olmadığını öğrenecektim…"
|