Yarına Bakış yazarı Şahin Alpay, 'teröre destek verdiği' iddiasıyla belediyelere kayyum atanmasını öngören düzenlemeyi eleştirdi. Alpay, odağında DBP'li belediyelerin başkanları yerine kayyum atanması iddialarıyla ilgili olarak, "Belediyelere kayyum ile milli iradeye saygı çöpe atılıyor; iktidarla 'uyumsuz' belediyelere de kayyım atanacak" diye yazdı. Alpay, 'Tek-adamın güvencesi muhalefetin sefaleti' başlıklı yazısında muhalefeti de eleştirerek, "Söz konusu sefalet, her şeyden önce muhalefet partilerinin (kendi bekalarının da güvencesi olan) demokrasiyi savunmak için dahi bir araya gelme, güç birliği yapma yeteneğinden uzak olmalarıyla ilgili. Sefaletin ikinci boyutu ise, her birinin kendi içinde giderilmesi güç bölünmelerle malul olmaları" dedi.
Şahin Alpay'ın Yarına Bakış gazetesinin bugünkü (14 Temmuz 2016) nüshasında yayımlanan 'Tek-adamın güvencesi muhalefetin sefaleti' başlıklı yazısı şöyle:
Haziran 2015 dışında Kasım 2002’den bu yana yapılan bütün seçimleri Erdoğan partisi, AKP kazandı. 7 Haziran’da kaybettiği tek başına iktidarı, 1 Kasım 2015’te yalan ve korkutma (“gidersem askeri vesayet dirilir; terör azar, istikrar kalmaz, kaos olur”) taktikleriyle geri aldı. Eğer gözü keserse, seçimleri yenileyerek ve/veya referandumla “Türk usulü” başkanlık sistemini (yani tek-adam yönetimi ya da otokrasiyi) anayasal hale getirecek; gözü kesmezse “Askıdaki anayasa+Filli Başkanlık” sistemiyle idare edecek. Nitekim tek-adam iktidarının önde gelen sözcülerinden biri ilan etti: “2019’a kadar seçim yok…” Seçimle iktidarın değişmesi imkânının sıfırlandığından söz ediliyor. Haksız da değil…
Tek-adam rejimi, askeri vesayetçilerle ittifakı pekiştirdi. (Doğu Perinçek malumu ilam etti: “Erdoğan vatansever güçler tarafından ele geçirildi… Kemalizm’e teslim oldu…”) Şimdilerde yegâne ilkesi olan “iktidarı koruma ve sürdürme” ilkesi uyarınca yeni uygulamaları devreye sokuyor. Bunların bazıları şunlar: “Paralel” safsatasıyla, kamu görevlileri arasından “iktidarla uyumsuz” olanların ayıklanmasında sıra TSK’ya geldi. Yargı iktidarla tümüyle uyumlu kılınmak üzere. CHP liderini göre, “hâkimler sabaha karşı 03.00’te Saray’a çağrılıyor…” Artık isnat edilen suçlar gerçek mi, uydurma mı, ayırt etme imkânı hiç kalmayacak. Yazılı ve görsel medya pek az istisnası ile iktidarın denetimi altındaydı, şimdi sıra internet gazetelerine geldi; mahkeme değil başbakanlık kararıyla karartılıyor.
‘Millî irade’ye saygı söylemi çöpe atılıyor
İsrail ve Rusya ile iktidara zarar veren gerginlikler süratle gideriliyor; sıra Mısır ve Suriye’de. Uygun bulunan Suriyelilere hükümet kararıyla yurttaşlık ve ev verilecek; böylelikle kritik seçim çevreleri için yeni oy depoları temin edilecek. Faiz indiriminden vazgeçildi; ekonomi sonuçları kuşkulu teşviklerle canlandırılmaya çalışılacak. Kayyım uygulamalarıyla mülkiyet hakkına ve piyasa ekonomisine saygı bitirilmişti. Şimdi “milli irade”ye saygı söylemi çöpe atılıyor; iktidarla “uyumsuz” belediyelere de kayyım atanacak.
Tek-adam rejimini ayakta tutmaya yarayan, belki en az yukarıda sayılanlar kadar etkili olan faktör, muhalefetin sefaleti. O cephede de gelişmeler var. Söz konusu sefalet, her şeyden önce muhalefet partilerinin (kendi bekalarının da güvencesi olan) demokrasiyi savunmak için dahi bir araya gelme, güç birliği yapma yeteneğinden uzak olmalarıyla ilgili. Sefaletin ikinci boyutu ise, her birinin kendi içinde giderilmesi güç bölünmelerle malul olmaları.
MHP ile başlayalım: Devlet Bahçeli liderliği, bilerek veya bilmeyerek, 2002’de AKP’ye iktidara giden yolu açmıştı. Geçen yıldan bu yana ise adeta AKP’nin “truva atı” işlevi görüyor. 7 Haziran’da giderek tek-adam iktidarından kurtulma imkânını bilerek ve isteyerek kundakladı; 1 Kasım’da partinin milletvekili sayısı yarıya indi. Hâkimiyetini sürdürmek için AKP ile açık işbirliği, koalisyon flörtü denedi. Baraj altına doğru gidişe karşı parti çoğunluğu ayaklanınca, muhaliflerini artık iyice müptezelleşen “paralel” safsatasıyla yıldırmaya çalışıyor; kurultayın toplanmasını “uyumlu yargı” desteğiyle engelliyor; sıra muhaliflerin ihracına geldi.
Yakın zamana kadar Türkiye’nin en tek-adam partisi görünümündeki MHP içinde patlak veren ayaklanma, hiç kuşku yok ki, Türkiye’de siyasetin her şeye rağmen canlılığını koruduğunun bir işareti. Lider sultasından kurtulamadığı sürece MHP’nin, Erdoğan iktidarının temel güvencelerinden biri olmaya devam edeceği muhakkak. Aksi takdirde MHP, etnik Türk milliyetçiliğiyle kısıtlı marjinal rolüne mahkum olmaktan kurtulup, demokrasi ve hukuk devletini kararlılıkla savunan muhafazakar bir parti kimliğine bürünüp siyasette daha etkin bir rol üstlenebilir mi? Bunun Türkiye siyasetinin geleceğiyle ilgili en dikkate değer sorulardan biri olduğu muhakkak.
CHP belki “Ortanın Solu” akımının uç verdiği 1960’lardan bu yana, bir tarafta askeri-bürokratik vesayet ve otoriter laiklik yanlısı, Batı muhalifi “Ulusalcılar” ile öte tarafta CHP’yi Batı ölçülerinde sosyal demokrat bir parti olarak yeniden inşa etmek tasavvurundakiler arasındaki gerilimin tutsağı olmaya devam ediyor. Bu gerilim, partiye yakın sivil toplum kuruluşlarına ve medyaya da yansıyor. (Cumhuriyet’te, gazeteyi herkesin güvenli okuyabileceği liberal sol eğilimli bir referans gazetesi yapmak isteyenler ile “Ulusalcılığın” sözcüsü rolüne sıkı sıkıya sarılmasını savunanlar arasında 1980’lerde ortaya çıkan anlaşmazlık depreşti.) Bu gerilim, CHP’nin ülke siyasetinde etkin bir rol oynamasını engelliyor. MHP’nin “truva atı” rolünden kurtulabileceğine dair emareler var, ama CHP’nin tutsağı olduğu gerilimden kurtulabileceğine dair henüz bir işaret yok. Bu durum devam ettiği sürece CHP’nin, Erdoğan iktidarının başka bir sigortası olmayı sürdüreceği muhakkak.
Bir güç birliği gerekiyor
Tek-adam iktidarının en korkulu muhalifi olan HDP de, Kürt siyasi hareketinin içindeki “kafa karışıklığı”na duçar oldu. Geçen temmuzdan itibaren güvenlik güçleriyle PKK arasında tırmanan çatışmaların canlandırdığı karışıklığı en iyi HDP milletvekili Altan Tan teşhis etti: “Yeni bir demokratik Türkiye Cumhuriyeti mi kuracağız, yoksa savaşarak, çatışarak, ayrışarak bölünecek miyiz? AB ve Batı bloku içinde bir Türkiye ve Ortadoğu mu tasarlayacağız, yoksa Rusya-İran ekseninde bir Ortadoğu mu? Demokratik özerklik: Bunu silahla, savaşarak, hendek kazarak mı elde edeceğiz, yoksa Ankara’yla konuşarak, yeni bir anayasa yaparak mı?” (Hürriyet, 2 Eylül 2015) Kürt siyasi hareketinin birinci tercihlerde karar kılması Türkiye’yi demokratikleşmeye, ikinci tercihlerin ise bölünmeye götüreceği ayan beyan ortada.
Erdoğan partisinin Türkiye’yi götürmekte olduğu otokratik rejim ve parçalanmaya karşı kimi sivil toplum kuruluşlarının “Demokrasi Cephesi” oluşturma çabası içinde oldukları görülüyor. Bu girişimlerin herhangi bir ölçüde sonuç verebilmesi için (AİHM eski yargıcı ve CHP eski milletvekili) Rıza Türmen’in dediği gibi, “AKP’ye itirazı olan ayrımsız herkesin” katıldığı, “farklılıkların saklı tutulduğu” bir güç birliğinin gerçekleşmesi gerekir. (Bunun iyi bir örneğini “Biliyor muydunuz: Gazetecilik suç değil” kampanyasını yürütenler verdi.) Aksi takdirde bu girişimlerden bir sonuç çıkmayacağını söylemek kehanet olmaz.
“Ulusalcılar” askeri vesayete dönüş çağrıları yapıyor olabilirler. Ne var ki, bu ülkede askeri vesayet uzun yıllar denendi; neticede bugün karşı karşıya olduğumuz faciayı hazırladı. Tek çıkış yolumuz otokrasiye karşı özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi için mücadele. Bir umut hâlâ, AKP içinde partinin “fabrika ayarlarına” (parti programına) dönüş için başlatılabilecek bir diriliş hareketi.