Kültür-Sanat

Başkaldıran Adam: Albert Camus’nün şeysi

2013’e farklı bir veda yazısı

21 Aralık 2013 02:21

Nilüfer Kuyaş

 

1.

Bu yazı 2013’e bir veda yazısı. Kasım ayının sonuna birkaç satır yetiştirebildim, diye sevindim önce.  Muharrem ayı geçerken aşure yapmakta gecikmeye benzer  bir telaştı, Albert Camus’nün yüzüncü doğum yılını gecikerek kutlamak. Aylar önce söz vermiştim kendime, niyet ettim, Kasım’da bir yazı yazacağım diye. Hiç değilse Kasım’ın son günlerinde yazmaya başladım bu satırları. Derken, yazı Aralık ayına sarktı, ama 2013 yılı henüz bitmek üzere, dolayısıyla bu da bir yeni yıl yazısı oldu.

Yüz yıl arayla 1913’e bakıyorum. Camus, 7 Kasım’da doğmuş, Cezayir şehrinin yoksul varoşlarında büyümüş.  1957’de kazandığı Nobel edebiyat ödülünü ilkokul hocası Louis Germain’e ithaf etti. Futbolcu olacaktı, iyi kaleciydı, verem yüzünden sporu bıraktı. Üniversitede felsefe okudu. Tiyatro en sevdiği edebiyat türüydü. Radyo-Cezayir’in gezici tiyatro kumpanyasında çalıştı ve yıllarca Dostoyevski uyarlamaları sahneye koydu.

Bu ilginç bir rastlantı. Camus’nün doğduğu gün, yani 7 Kasım 1913 günü, Viyana’da “Ecinniler” adlı avangard derginin ilk sayısı çıktı. Kapakta ressam Egon Schiele’nin bir otoportresi vardı. Derginin alt başlığı: Tutkuların Günlüğü.

Camus günün birinde “Ecinniler” adlı oyunu yazacaktı. Tutku ise, onun hayatın saçmalığına karşı savunduğu en önemli dayanaktı.

Ne ilginç yılmış 1913. Sanatta modernizmin eşiği. Hayat aniden hızlanmış, şehirler  isimsiz kalabalıklarla dolmuş. Kültürle meşgul olan herkes cinnet geçiriyor, yeniliklere ayak uydurmaya çalışıyorlar. 1913 inanılmaz bir ilkler yılı.

Henry Ford ilk  montaj hattını bu yılda kurmuş. Amerika’da Federal Reserve dediğimiz merkez bankası 1913’te kuruluyor ve aynı yıl gelir vergisi uygulaması başlıyor. Milano’da ilk Prada mağazası açılıyor. İlk savaş uçakları bu yılda geliştirilmiş. Silahlanma yarışı başlıyor.

Oswald Spengler “Batı’nın Çöküşü” adlı eserini 1913’te yazmış. NewYork’ta yüzyılın sergisi olarak bilinen ünlü “Armoury Show” yapılıyor, eski bir cephanelikte. Marcel Duchamp skandal yaratıyor, “Merdivenden İnen Çıplak” adlı tablosuyla. Sanki uzayda ışınlanan bir kadın. Uzmanlara göre, bu sergi on dokuzuncu yüzyıl sanatının kapandığı ve gerçek anlamda  modern sanatın başladığı dönüm noktası.

Aynı yılda Picasso ve Braque yön değiştirip “sentetik kübizm” denilen tekniğe adım atıyorlar. Tuval resminin üzerine kibrit çöpünden gazete kupürüne, kuş tüyünden kumaş parçasına kadar çeşitli nesneler yerleştirme akımı.

Ama sanatta asıl devrimi gene Duchamp yapıyor, bu sefer 1913’ün sonunda, evet, hem de aralık ayında, artık resim yapmaktan sıkıldım diyor, bir biskiletin ön tekerleğini tabure üzerine koyarak “hazır malzeme” denilen sanat türünü icat ediyor! Tabii gene skandal çıkıyor. 1913 modern sanatta yenilikler ve skandallar yılı.

O sırada Freud ve Jung  yollarını ayırıyorlar.  Jung açısından bu “babaya başkaldırı” hatta “babayı öldürmek” anlamına gelmekte. Aynı sırada, babaya zaten başkaldırmış olan  ve sürgünde yaşayan James Joyce, “Dublinliler” adlı hikaye kitabıyla ilk defa adını duyuruyor. Virginia Woolf ilk romanı “Dışa Yolculuk”u yayınlıyor ve ilk defa delirmenin eşiğine geliyor. Onun da ataerkil düzenle zoru var.

Charles Fabry atmosferdeki ozon tabakasını keşfediyor, henüz delinmemiş.

Proust ünlü romanı Geçmiş Zamanın Peşinde’nin ilk cildini yayımlıyor. Daha sırada altı cilt var. Anatole France özlü bir yorum yapıyor: “Hayat çok kısa, Proust çok uzun.”

Eva Braun beş aylık bebekken, Adolf Hitler 24 yaşına basıyor. Askere alınmamak için Viyana’dan kaçarak Münih’te bir oda tutuyor, yarı aç yaşıyor ve suluboya resimlerini pazarda satarak geçiniyor.

Stravinski “BaharAyini “ adlı eserini Rus balesinin yorumuyla sergiliyor ve gene skandal kopuyor.

Piero Conti, Toskana’da termoelektrik üretimini keşfediyor.

Bremen’de altı tabancayla bir okula giren  manyak restgele ateş açarak beş öğrenciyi öldürüyor, düzinelerce öğrenci yaralanıyor. Saldırganın iş bulamayan bir öğretmen olduğu anlaşılıyor.

D.H. Lawrence, ilk romanı “Oğullar ve Aşıklar” ile bir gecede şöhret oluyor, hemen ardından evli  sevgilisi Frieda von Richtofen ile Avrupa’ya kaçıyor.

Beş dakika süreyle kuma gömülmekle tanınmış bir performans sanatçısı, yardımcıları onu kumda unutunca boğularak ölüyor.

15 yaşındaki Bertolt Brecht’e sinir hastası teşhisi konuluyor. Sanatla ve kültürle uğraşanların neredeyse tamamı o yıl sinir tedavisi görmekte.

Ortadoğu’da Babil Kulesi’nin harabeleri, Mısır’da Nefertiti’nin mumyası 1913’te bulunmuş.

Franz Kafka, kahramanı Gregor Samsa’nın hamamböceği olduğu “Dönüşüm” adlı hikayesini 1913’te yazmış. Aynı yılın sonunda “Babaya Mektup” adlı ünlü denemesini kaleme alıyor. Baba otoritesine bir başkaldırı daha. Ataerkil toplum çatırdamaya başlamış.

Thomas Mann, Büyülü Dağ adlı romanın ilk müsvedesini tamamlıyor.

Günde bir elma doktoru evden uzak tutar, deyimi İngiltere’de ilk defa kullanılıyor.

Yay burcu olarak bildiğimiz Sagittarius takımyıldızı ilk kez gözlemleniyor.

Ve tabii ikinci defa Balkan Savaşı patlak veriyor. Osmanlı İmparatorluğu zor durumda.

Ertesi yıl, 1914’de çıkacak dünya savaşında, Camus’nün babası Cezayir Tugayı’nda çarpışırken, Marnes muharebesinde can verecek.

Camus’nün yarım kalan ve ölümünden sonra yayımlanan nefis otobiyografik romanı “İlk İnsan”  kahramanın   babasını şehitlikte ziyaretiyle başlar. Ben gerçek Camus’yü asıl bu romanla keşfettim. Kendi ruhuna ayna tutmuş adeta.

Temizlikçi olarak çalışan, okuması yazması olmayan annesiyle geçirdiği yoksul gençlik, ikinci dünya savaşı sırasında verem tedavisi için Fransa’ya gidiş, Fransız Direniş Hareketi’ne katılış ve hareketin “Combat” dergisinde yayın yönetmenliği. Savaştan sonra ilk romanı “Yabancı” ile aniden şöhreti yakalıyor. Sartre ve Beauvoir ile tanışıyor. O artık Paris’in ve dünya edebiyatının yıldızlarından birisi.

Herkesin cinnet geçirdiği yılda doğan ve o cinnete  iki dünya savaşında tanık olan Camus’nün, sonradan “saçmalık” denilen (absürd) edebiyat akımının ustalarından birisi olarak tanınması, hayatın anlamsızlığına karşı bir felsefi duruş geliştirmesi, herhalde rastlantı değildi.

 

2.

Kendimi ne zaman saçmalıkla yüzleşir bulsam, ne zaman ayağımı basacağım yeri şaşırsam, ne zaman hayata evet ya da hayır demek arasında kalsam, aklıma Albert Camus gelir.

Anlamsızlığın balyoz gibi kafama indiği anlarda olur bu. Gözümdeki perde kalkıp da hayatın  ne kadar saçma olduğu gerçeğine bütün çıplaklığıyla bakarken. Öyle zamanlarda Camus usulca yanıma yanaşır ve elimden tutar.  

İnce yakışıklı yüzünü, hüzünle alay arası kıvrılmış dudaklarını ve ağzından düşmeyen sigarasını görünce, edebiyatın ve felsefenin James Dean’i gibi düşünürüm onu; hayatı çok sevdiğini ama çok da kolay harcadığını düşünürüm.

Biraz  Sait Faik’e benzetirim yüz hatlarını; ayrıca edebiyatları da benzer, farklı açılardan saçmalık ustasıdır ikisi de. Sait’in “Hişt hişt!” diyen hayaleti, cebine giren Panço’su varsa, Camus’nün de “şeysi” vardır bana göre. Nesi diyeceksiniz. Şeysi işte. Sadece şeysi. Onu anlatmaya çalışacağım. Hayatın temeldeki saçmalığı karşısında geliştirdiği şeysi.

Elimden tutup da ne mi fısıldıyor bana? Çok sevdiğim kitaplarından tümceler fısıldıyor elbette. “Demek ki felsefenin sadece iki çözümü var, evet ya da hayır” diye fısıldıyor mesela, “Sisifos’un Efsanesi” adlı uzun denemesinden bir cümle.

Ergenlik çağında okumuştum, biraz erkendi, ama hayata evet demekte zorlanıyordum. O denemenin başlangıç cümlesi tokat gibi inmişti yüzüme:

“Ciddi olan tek felsefi soru intihardır.”

Bunu okuyunca korkmuştum. Ben de intiharı düşünüyordum ama oyun gibiydi biraz. Camus’yü okuyunca,  hayata çok sıkı bağlı olduğumu anladım.

İntihar edemiyorsan, hayata bir kez evet demişsen, artık sızıldanmanın faydası yoktur, mecbursun,  o yükü taşıyacaksın. Sisifos burada giriyor devreye.

Ölümden nefret eden Sisifos, ölümsüzlüğe heveslenir – biraz Gılgamış’a benzer bu konuda. Tanrılar da onu bu isteği yüzünden cezalandırırlar. Her gün aynı kayayı sırtlayıp  aynı dağın tepesine taşımaya mahkum ederler. Kaya her defasında yere yuvarlandığı için, Sisifos’un çilesi her gün yeniden başlar.

Sizin, benim, hepimizin hayatı gibi bitmeyen bir çiledir bu. Sonuçsuz bir uğraş. Ama gene de hayat işte. Güzellikleri de var. Bu noktada Camus’nün hayat felsefesi başlıyor.

Sisifos tanrıya ve varolan düzene isyan etmiştir, ne yerde ne gökte, otoriteyle işi yoktur. Camus de öyle – tanrıya inanmaz, ama insanın kendinden daha büyük, daha adaletli, daha şefkatli bir yüce varlığa inanma ihtiyacını da yadsımaz. Sadece, böyle bir varlık olup olmadığı konusunda kesin bilgi edinemeyeceğimizi bilir, kendini aldatmaz, dini inançların rehavetine kapılmaz, boş teselli aramaz, gözleri açık, bilinçle yaşamaya çalışır evrenin bilinemezliğini, hayatın anlaşılamazlığını.

İnsanın evreni anlaşılabilir kılma arzusuyla, evrenin temeldeki anlaşılamazlığı arasındaki uyuşmazlığa işaret eder Camus. Saçmalık dediğimiz şey tam da bu uyuşmazlıktır. Bizler bir mutlak doğru peşindeyiz, ama mutlak doğru diye bir şey yok, ya da en azından olup olmadığını bilmemiz mümkün değil.

Öyleyse ne yapacağız? Her gün o kayayı o dağın tepesine taşıyacağız tabii. O otobüs yakalanacak, o metroya binilecek, o işe gidilecek, o ilişkiler yumağı çözülecek, o zorlukların üstesinden bir şekilde gelinecek. Hayatın boşluğunu bile bile hayat yaşanacak. Camus şöyle dile getiriyor bunu:

“Dünya akla yatkın değil, söylenecek tek şey bu. Fakat işte saçma olan da bu, insan yüreği  akla yatkın açıklama bulma özlemiyle yanıyor. Saçmalık, dünya kadar insanın kendisinden de kaynaklanıyor. Bildiğimiz kadarıyla, dünyayı ve insanı birleştiren tek şey bu saçmalık. Nefret iki varlığı nasıl birbirine bağlarsa, saçmalık da dünyayı ve insanı öyle bağlıyor biribirine. Maceramın geçtiği uçsuz bucaksız evren hakkında bir tek bu gerçeği açıkça görebiliyorum.”

Demek ki saçmalıkla yüzleşen insan, gündelik amaçların, hedeflerin, gelecek kaygısının, bildiğimiz her şeyin ötesine bir göz atmış ve karanlığı görmüştür.

Bu durumda insan ne yapar? Hayatın saçmalığına gülebilir elbette, bu haliyle de hayatın güzel olduğunu görebilir. Sisifos – ve tabii Camus- her şeye rağmen bunu yapıyor. Ama bu karanlığı görünce kendi yüreğini de karartan, kötülük yapan, diktatörlüğe heveslenen, zulüm eden insanlar da var.

Camus’nün en ünlü tiyatro oyunu “Caligula”ya adını veren Roma imparatoru, tam da bu tip bir saçmalık kahramanıdır, suç işleyerek meydan okur saçmalığa.

Bunda şaşılacak bir şey yok. Asıl şaşılacak şey, akla yatkın olmayan, tanrının olmadığı, saçma bir dünyada nasıl hala iyiliğin, doğruluğun, adaletin, sevginin  varolabildiği. Bu mucizeyi nasıl açıklayacağız?

Gene Sisifos’a bakarak açıklayacağız elbette. 

Camus, çok ilginç bir şey söylüyor o ünlü denemesinde: Sisifos’u mutlu olarak düşünmek lazım, diyor. İnsan önce buna inanamıyor. Bu koşullarda birisi nasıl mutlu olabilir? O kaya her seferinde sırtlanacak, dağın doruğuna kadar taşınacak, iş bitince kaya yuvarlanıp eski yerine düşecek. “Bu dünyanın tutkuları için ödenecek bedel budur” diyor Camus: Hiçbir şey başaramasan da çabalamak.

Peki mutluluk bunun neresinde? Ah ama işte, diyor Camus, o günlük iş bitip de kayayı ertesi gün tekrar taşımadan önce, dorukta bir lahza nefeslendiği sırada, tekrar aşağıya, ovaya inerken, o aradaki zamanda asıl ilginç birisidir Sisifos, diyor. Biraz soluklanırken gülümsüyor düşüneceğiz Sisifos’u, bir tatmin duygusu vardır içinde. Tarlasını sürmüş köylü, mağazasını kapatmış esnaf, vardiyasını bitirmiş işçi gibi, yorgun  bir tatmin duyar, her şeye rağmen.

Neden? Çünkü bilinçlidir. Kaderi ona aittir, başkasına değil. Kayasından daha güçlüdür o. Feci acılara rağmen tuhaf bir mutluluk hisseder. Saçmalığın mutluluğudur bu. Çünkü mutluluk da saçmadır. Ama vardır işte. Tıpkı gökyüzü ve yıldızlar gibi.

Sisifos’u mutlu hayal etmek gerekir, diyor Camus. Kaya onun “şeysi” olmuştur.

Nesi? Şeysi işte. Herkesin bir şeysi var. Ne diyeceksek ona. Coşkusu, tutkusu, başaramasa da her gün yeniden başlayacağı çabası, yapacak bir işi olması.

Saçmalık, bu felsefeye göre, bir başlangıç noktasıdır, çünkü insandaki delice yaşama açlığına denk gelir. Boş ve anlamsız da olsa, hayatı ve yaşamayı seviyoruz. Bu kadar basit. Çünkü elimizdeki tek şey olduğunu biliyoruz.

 

3.

Böylece Camus, sonunda cevabı bulur: ne intihardır cevap, ne de boş umut; ne hayır ne de tam evet, bir bakıma koşullu evet. Camus saçmalıktan iki sonuç çıkartmıştır: Birincisi tutkudur, yaşama tutkusuna sarılmak. İkincisi de, görevlerinin bilincinde olmak. Camus için, zorda insan gördü mü kayıtsız kalmak imkansızdır. Haksızlığa nerede olsa karşı çıkar. Yani başkaldırır.

Birincisi, kendini tutkuya adamak, saçma da olsa bir şeyler yaratmaya çabalamak – çünkü Camus’ye göre yaratmak fazladan bir hayata sahip olmaktır. İkincisi de başkaldırmak, haksızlığa asla evet dememek. Çünkü insanlar olarak hepimiz aynı gemideyiz.

Camus daima sıradan insanın, ezilen insanın, haksızlığa uğrayanın yanındadır.

Jean Paul Sartre gibi filozof ağır abiler, politik angaje düşünürler, bu yüzden daima biraz küçümsediler Camus’yü, yontulmamış kaba bir taşralı olarak gördüler onu. Militanlığını sulandırılmış buldular, halbuki Camus, sanatçının fazla angaje olmasına inanmaz, ama insan olarak görev ve hak duygusu eşsizdir, dolayısıyla gerçek militandır aslında.

“Başkaldırıyorum, öyleyse varız!”

Bu sloganı yaratması bile Camus’nün nasıl bir insan olduğunu gösteriyor. Evrenin bilinmezliğiyle ilgili şüphesi kadar insan dayanışmasına dair bu kesinlik de onu besler. Komünist Parti’ye gençken üye olur ama Stalinist rejimin çürümüşlüğünü de en erken gören ve reddeden kişilerden biridir.

Cezayir bağımsızlık savaşında adalet ve eşitlik ister, ama bağımsızlığa kuşkuyla bakar, Cezayir’in yerlisi olmuş Avrupalıların haklarını da savunur, kendi rençber babasının emek verdiği, ter döktüğü toprağa bağlıdır, içinde doğduğu toplumun da hakları olduğuna inanır.

Teröre tamamen karşıdır. Arap direnişçilere seslenir: Her konuda yanınızdayım. Ama tramvaya bomba koyarsanız ve benim annem o tramvaydaysa, her şeyden önce annemi savunurum.

İşte Camus’yü tanımlayan budur, kana, toprağa, hakka bu bağlılığı ve sadakatidir ve bu yüzden eleştirilmiş, alay konusu olmuştur. Halbuki onunla alay eden entelektüel çevrelerin yaşadığı gösterişli hayata kıyasla, Camus’nün sahiciliği hemen belli eder kendini, yazdığı her satırda.

Politik angajman sadece insan olarak üzerine düşeni yapmaktır onun için, bir iktidar mücadelesi değildir, çünkü Camus iktidara asla heveslenmez.

Tıpkı Sisifos gibi, Camus’yü de hem trajik hem de özgür kılan şey, bu bilinçli ve gözleri açık, basit, toprağa ve hayatın sıcaklığına yakın duruşudur. Camus’nün “şeysi”, yani başkaldıran adamın güç aldığı şey, sadece ve sadece hayata duyduğu bağlılıktır, yaşama aşkıdır. Bütün saçmalığına rağmen.

Camus’nün bu konuda Kafka ile ne kadar akraba olduğunu da vurgulamak gerek. Kafka’nın romanlarında deliliğin bir mantığı olması, o kabusa benzeyen sistemli görünüş, saçmalığın mantığıdır.

Elbette, bu saçmalığın karanlık bir yüzü olacak.

Bu karanlık yüzü, Camus’yü  ilk şöhrete kavuşturan “Yabancı” ve sonra başyapıtı sayılan “Veba” gibi romanlarda açıkça görebiliyoruz.

“Yabancı” romanında, saçma  kahramanların  en saçması olan Meursault’nun yargılandığı mahkeme ile Kafka’nın “Duruşma” romanındaki kahraman K’nın çıktığı mahkeme çok farklı değildir birbirinden. Aykırı olan bir adamı, kendine benzetmeye çalışan  sistemin dayatması vardır.

Meursault, Cezayir plajında rast gele bir adam öldürdüğü için değil, asıl toplumun önyargılarına evet demediği için idama mahkum olur sonunda. Annesinin ölümüne ağlamayan, ne kadar aykırı olursa olsun hep doğruyu söyleyen, ayrıksı, saçma bir adamdır Mersault, ama sonuna kadar, ölüme kadar kendine sadıktır.

Hani bir kerecik ak yerine kara dese, yargıç onu affedecek, ama demiyor. Doğruyu söylemek uğruna ölümü göze alan bir saçmalık adamı.

Camus, saçmalığın ürettiği sebepsiz güzellik kadar, sebepsiz kötülüğe de hiç gözünü kırpmadan bakabiliyor. Bu cesaret, onu her şeye rağmen büyük kılıyor bence.

Tam da bu yüzden, onu biraz küçümseyen Sartre bile, Camus genç yaşta bir trafik kazasında öldüğü zaman, onun ardından en büyük güzellemeyi yapıyor: “Önüme hangi mesele gelse, o ne düşünürdü diye kendime sormadan edemem.” Bütün siyasi kavgaya, fikir ayrılığına, rekabete rağmen söylemiş bunu Camus’nün ardından.

Başkalarına bunu dedirten adam, “Politikayı yok edip yerine doğruluğu koymalıyız” diyen adam, ömür boyu tuttuğu günlük defterinde kendine şunu söylüyor:

“Kışın ortasında keşfettim ki, içimde ölümsüz bir yaz duruyor.”

Bir de öyle bir Camus var işte. Saçmalığın aydınlık yüzü, her sabaha bayram sabahı gibi uyanan, güneşli bir Camus. Akdeniz ışığıyla ruhu yıkanmış bir Camus. O ışığın keskinliğinde kötülüğe kılı kıpırdamadan bakabilen, ama iyiliği aramaktan vazgeçmeyen Camus. Yani asıl benim olan, kendime en yakın hissettiğim Camus.

Nobel ödülünü alırken yaptığı konuşmada şunları söyleyen Camus: “Günümüzde yazar, tanımı gereği, tarihi yapanların hizmetinde değil, tarihe tahammül edenlerin hizmetinde olacaktır. Aksi takdirde, yalnız kalır ve sanatından mahrum olur.”

Camus, sınırsız hırsların kurbanı olan modern insanı görüp tanıdı, romanlarında yansıttı, ama kendisi daima  hırslarını gemlemeye çabalayan ve haksızlık karşısında bile  aşırıya kaçmayan birisi olmaya çalıştı; onun sınır tanımadığı tek konu, yaşamaya olan iştahıydı. Sizin ve benim gibi, tutkularını yaşamaya çalışan, sıradan bir insan. Sisifos’un kardeşi. Saçmalığa her gün başkaldıran, her gün saçmalığı taşıyan ve her gün saçmalığa gülebilen insan. Saçmalığa karşı, kendi gizli “şeysi” olan insan. Bizden biri.

Genç öldüğü için biraz ikonlaştırdık Camus’yü, James Dean gibi başkaldırı ilahına dönüştürdük, ağzında sigarasıyla, şık ve “cool” bir imge yarattık, bunların hepsinde bir gerçeklik payı vardı belki, ama asıl Camus’yü bugün, çevremizdeki saçmalıklara bakarken, bir an yüzümüzü güneşe çevirmişken, bir çocuğun elinden tutarken, haksızlığa direnirken, annemize bağlılık gösterirken hatırlıyoruz.

Aralık güneşi kar topluyor; Akdeniz ışığı kışın gümüşüyle parlıyor. 2014 yılına az kaldı. 2013 zor bir geçiş yılıydı, dönüşüm yılıydı. Gezi Parkı’nda haksızlığa direndik, hala direniyoruz. Bir çok insan kaybettik, hala keybediyoruz. Kimimizin yakınları göçtü, kimimizin sevdikleri hastalandı. Politik çatışmalar kızıştı. Hayat mücadelesi devam ediyor.

Camus’nün doğduğu 1913 de zor bir geçiş yılıymış. Herkesin cinnet geçirdiği, büyük bir savaşın eşiğinde insanlığın topluca yaratıcılığa sığındığı, kabuslar gördüğü garip bir yıl. 2013 de ütopik rüyalarla, kötü kabuslar arasında salınan bir yıldı.

Cesaretimi her kaybeder gibi olduğumda, Camus’nün sözlerini hatırladığım bir yıldı; Sait Faik’in hayaleti gibi uzaktan “Hişt! Hişt!” demedi bana, usulca yanıma geldi, elimden tuttu ve fısıldadı: “Yaşamanın umutsuzluğu olmasa, yaşama aşkı da olmazdı.”

2014  kutlu olsun.