17 Kasım 2024 00:00
Bir bağın, doğup büyüdüğümüz evin, bahçesinde neşeyle koştuğumuz ilkokulun, tarihî bir binanın, serpildiğimiz sokakların yıkılıp üzerine yeni ve hiçbir geçmişi olmayan beton binaların yapılışı bazılarına büyük hüzün verir. Hoyratça değişip dönüşen her şeye hüzünlü bir öfke ve melankolik bir özlem taşıyanların sayısı azımsanmayacak kadar fazla. Tüm bu hoyratlığın karşısında duran şey elbette hafızanın tâ kendisi.
Kimisinin şanslı bir aileden geliyorsa eski albümlere tutunduğu, kimisinin hafızasındaki kareleri diri tutmakla yetindiği mekân belleğinin en büyük kurtarıcılarından biri ise bir zamanların haberleşme aracı olan kartpostallar olabilir.
Yalnızca hatırladıklarımızı değil, hiç görmediğimiz zamanları da önümüze seren, bir zamanların WhatsApp’ı olan ancak bugün çoktan mazi olmuş kartpostallar… İçi kıpır kıpır geçmişin izlerinde gezinenler için kent ve mekân hafızasının peşinden koşabilecek daha iyi bir izlek yok. Benim de kişisel hikâyemde, 1950’li yıllardan 2000’li yıllara kadar çekilmiş olan yüzlerce kartpostaldan oluşan bir koleksiyon var. Her biri sahaftan, eskiciden, bit pazarlarından ve internetten özenle seçilmiş kartlardan oluşuyor.
Görüp de özleyen, görmeden merak eden herkes için kartlarda neler yok ki… Bankaların ilk tabelaları, eski kaldırım bankları, belediye ve valilikler arasındaki büyüklü küçüklü çay bahçeleri, onları süsleyen rengârenk şemsiyeler, masalarında içilen gazozlar, içkili park restoranları, etrafı yeşillikle çevrili kaldırım taşları, kent meydanlarındaki sarı-mavi-kırmızı top ışıklar, tuhafiyeciler, yorgancılar, parfümerilerle dolu sokaklar, hemen her kentin bomboş caddelerinde süzülen vosvoslar, serçeler, kırmızı körüklü otobüsler, demirden yapılmış bebek arabaları, yüksek katlı binalardan ari sokaklar, sahillerinin halk plajı olduğu zamanlar, sayfiyelerin henüz üç beş beyaz evden ibaret olduğu nadide görüntüler…
Keskin Color, Ticaret Matbaacılık, MATAM Matbaacılık, Karaca Ofset, And Matbaacılık gibi matbaaların çektikleri fotoğraflardan oluşan bu kartpostallar Türkiye’nin en az 50 yılına ışık tuttu, milyonlarca eve giren kartlar bir dönemin görselli ve yazılı en kısa haberleşme aracı oldu.
İnsanların kırtasiyelerden, tezgâhlardan hususi kart baktığı, yollamak için PTT yollarını arşınladığı, bugün WhatsApp’tan saniyeler içinde gönderilen “Vardım, merak etme!” haberi için kimi zaman iki satırlık söz, kimi zaman uzun yazılarla gidilen görülen yerleri de gösterdiği, ulaşmanın, haberleşmenin hakiki mesai gerektirdiği zamanlar…
İşte bu yüzden bir kartpostal, yalnızca önündeki mekân belleğiyle değil, arkasındaki hikâyeyle de hakiki bir kıymete sahip. Kartpostalların peşinden koşanların sahafta kutuların, kitapların arasında eski mektupları toplayanlardan pek de farkı yok. Benim de anlatmak istediğim hikâye aslında böyle başlıyor.
Ankara’nın ünlü Ayrancı Antika Pazarı’na bir öğlen yolum düştüğünde ben de karılaşacaklarımdan habersizdim. Pazardaki bütün tezgâhlar arasında bir kartpostal kutusu dikkatimi çekti. İçinde hem görsel hem de yazılı anlamda doyacağım çok sayıda kart duruyordu. Tek tek önlü arkalı bakarken bu sefer başka bir şey dikkatimi çekti. Bir süre sonra elime aldığım her kart aynı isme yollanmış çıkıyordu. Bir anda elimde aynı isme gönderilmiş 70’den fazla kart birikti. Kimisi yurtiçinden kimisi yurtdışından gönderilmişti. Arkaları dolu dolu yazılıydı.
Heyecanla hemen hepsini alıp bir bankta okumaya başladım. 1975’ten 1986’ya kadar aynı kadına yazılmıştı kartlar. Bazıları Ankara’daki ev adresine, bazıları ODTÜ Kütüphanesi’ne gönderilmişti.
Kartların yurtdışından gönderildiği yerlere ve arkalarındaki hikâyelere bakılırsa aristokrat bir aile oldukları şüphesizdi. Annesiyle yaşayan, muhtemelen 40’lı yaşlarının başında bekâr bir kadındı, iki erkek kardeşi ve yeğenleriyle kusursuz bir ilişkisi vardı. 1970’lerin ODTÜ Kütüphanesi’nde saygın bir görevde olan bu kadının hem kendisi hem de yakınları sanatla da pek içli dışlıydı.
Brighton, Hindistan, Tayland, İsviçre, Fransa, İspanya, Brezilya, Almanya, Venedik, Budapeşte, Japonya, Mısır, San Francisco, Boston, New York, Los Angeles’tan atılmış onlarca kart. Kimisi Miami’deki bir antikacıdan alınmış, kimisi Florida’daki Cocoa Village’den. Eyfel’in yakınında bir sanat galerisi, İsviçre’deki bir tıp kongresi, Tayland’daki bir gezi…
“Canım Oçiciğim, dünyanın bu köşesinden kucak dolusu sevgiler!”, "Sevgili kardeşim, kartını aldım, hatırlanmış olmak ne güzel!" yazıyordu kartların bazılarında.
Hakikaten de Oçi Hanım’a* dünyanın her bir köşesinden kucak dolusu sevgiler yollanmıştı yıllarca…
Bazıları sadece gidilen yerleri değil, biriken özlemleri de anlatıyordu. Birçoğu seçkin gezi hikâyelerinin, anlık hâllerin anlatıldığı kartların arasından aniden “Bazen içimden beraberce elbise diksek, saklambaç oynasak diye geçiriyorum” diyen çocukça özlemler de beliriyordu.
Zamane mizahı da eksik değildi üstelik. 1976’da Nevşehir Göreme’den atılan bir Kapadokya kartının arkasında, “Sevgili Oçi, oyuk oyuk yerler buralar. Çok ilginç. Hiç görmüş müydün Göreme’yi? Seni -göreme-yeli de çok oldu…” yazıyordu.
Yine de yurtdışından atılanların çeşidi ve seçkinliğine karşılık, yurtiçinden atılanlar daha çok tayin olan iş arkadaşlarının gittikleri yerlerden attıkları tebrik kartlarına benziyordu.
Peki bu kartlar neden ortalığa saçılmıştı? Sahaf gezginlerinin, gazetecilerin, yazarların, hikâye kovalayan herkesin bildiğince fazla tahmin yoktu. Ya ölmüş birinin evi kapatılmıştı ya huzurevinde yerleşen birinin evi dağıtılmıştı ya da yıkılan evlerin birinden çıkmıştı bunlar. Benim bir tahminin daha vardı ve sonunda yanılmamış olmak beni hiç şaşırtmamıştı…
Kartların gönderildiği ev adresi evime çok yakındı. Topladığım kartları adreslerinin önüne giderek yâd etmek gibi bir alışkanlığım var. Ankara’da yaşıyorsanız, 50 yıl önceki binaları bile yerinde bulacak kadar şanslısınızdır. Fakat sahiplerini bulup iade ettiğim birkaç kart dışında genelde evlerin sakinleri artık çoktan değiştiği için kartlar bana kalır. Bu kartlar için de aynı ritüelle yürüyerek Küçükesat’taki Bardacık Sokağa vardım.
Kart adresinin köşesiyle apartman levhasını peş peşe getirdiğim bir fotoğraf çektim. Acaba şimdi yerinde kimler oturuyordur diye kapı ziline yanaştığımda zilde bizzat ismini görünce bir an ürperdim. Çoktan ölmüş olabileceğini düşündüğüm kadın, apartman zilinin köşesinde adıyla soyadıyla duruyordu. Zil yeni olduğuna göre, kadın yaşıyordu! Aniden ne yapacağımı bilemediğim için önce heyecanla evime gidip kadını araştırmak istedim.
Bilgisayar başına geçtiğimde önce hiçbir şey bulamayacağımı düşünürken önüme bir anda bir ölüm ilânı düştü ve sonra bir ilan daha:
“Başsağlığı Pirayende Altınoğlu'nun vefatını derin üzüntüyle öğrendik. Kendisine rahmet, ailesi ve yakınlarına başsağlığı dileriz.” *** “Gazetemiz yazarlarından Mehmet Fuat’ın annesi Pirayende Altınoğlu'nun vefatını derin üzüntüyle öğrendik.” *** Ve sonra bir ilân daha… *** “Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı Bulutlar geçiyor; haberlerle yüklü, ağır Sayın Pirâye Altınoğlu'nu saygıyla uğurluyoruz.” *** Pirayende Altınoğlu, yani Nâzım Hikmet’in büyük aşk yaşadığı Pirâye’nin ölüm ilanıyla ne ilgisi vardı karttaki kadının? Biraz daha arşivlere daldım ve nihayet bir ölüm ilanıyla daha karşılaştım. *** “Altunizade ailesinden merhume Nurhayat Sayıt ile merhum Muhtar Sayıt'ın kızları, merhume Fahamet Başar'ın kızkardeşi, merhume Selma Sayıt'ın ablası, Suzan Yasavul ile Mehmet Bengü'nün anneleri, Metin Yasavul ile merhume Izgen Bengü'nün kayınvalideleri, (….) Pirayende Altınoğlu vefat etmiştir. Cenazesi 23 Mart Perşembe günü öğle namazından sonra Altunizade Camii'nden kaldırılacaktır. Dost ve akrabalara duyurulur. Çiçek gönderilmemesi, Darülaceze Vakfı'na bağışta bulunulması rica olunur.” |
***
Elimde 70’den fazla kartını tuttuğum ve kapısına kadar gittiğim Oçi Hanım, ölüm ilânına göre Pirâye’nin yeğeni çıkmıştı. İlânda Pirâye’den “Oçi Hanım’ın büyük halası” diye bahsediliyordu...
Önümde müthiş bir tarih duruyordu, hızlıca hazırlanıp apartmanının önüne vardım. Tedirgin etmemek için önce apartman görevlisinin kapısına varıp dışarıya davet ettim. Durumu izah ettim. Öğrendiğime göre hakikaten de hiç evlenmemiş, uzun yıllar annesiyle yaşamış bir kadınmış, iki erkek kardeşi seneler önce ölmüş. ODTÜ’den emekli olmuş:
“Süper Baba’da Sermet vardı ya, değişik gözlüklü. Hah, o da dayısıydı hanım teyzenin, babası da TRT’de tiyatrocu mu neymiş, çok sanatçı gelirdi eskiden buraya.”
Baba tarafından Pirâye’nin, anne tarafından İsmet Ay’ın yeğeni, Mehmet Fuat’ın da kuzeni olan bu kadın üç merdiven yukarımda duruyordu. İçim içimi yiyince apartman görevlisi durdu ve “Çok iyi etmişsiniz ama hanım teyze biraz aksidir, aklı da hâlâ yerindedir ha!..” diyerek sustu: “Epeydir bakıcısıyla yaşıyor, ben de gençliğimden beri buradayım, hâlâ çekinirim hanım teyzeden.”
70’li yıllardan bu yana kendisine gönderilen onlarca kart bulduğumu, uygun görürse kendisine vermek istediğimi ve tanışmaktan mutluluk duyacağımı söylemesini isteyip apartman görevlisi rica minnet Oçi Hanım’ın yanına uğurladım.
Birkaç dakika sonra “Yok ablam, ‘İn midir, cin midir?’ diye yolladı” diyerek geldi yanıma. Bir kez daha rica ettim, bu kartların onun olduğunu, sokağa atmanın ayıp olacağını, sahipsiz kalmalarını istemediğimi söylemesini rica ettim.
Bu kez biraz daha beklettikten sonra tekrar yanıma geldi, “Yok, istemiyor” dedi. “Çok yalnız artık. Senlik bir durum yok abla, kadın istemiyor” diye devam etti. Neyi istemediğini sordum, “Kartları” dedi. Ne dediğini sordum, “Dur, yazdım hatta” dedi ve ihtiyaç defterini çıkardı: “Biliyorum elindekileri. Ben attım kartları. Hatırlamak istemiyorum hiçbirini, bilerek attım hepsini!.. Rahat bıraksınlar beni. Kartlar da onun olsun!”
***
Ben cevabı hakikaten almıştım. Yukarı çıkıp sohbet etsem bu kadar mutlu olur muydum bilemedim. Heyecanla kapısına vardığım bu tarih kokan kadın, onlarca hatırasını bir bakıma bana bırakmıştı. Ne ölmüş de evi kapatılmıştı ne huzurevinde yerleşmiş de evi dağıtılmıştı ne de yıkılan evlerin birinden çıkmıştı bu kartlar. Tam da tahmin ettiğim gibi olmuştu ve beni hiç şaşırtmamıştı...
Ölmeden önce demansa yakalanan ve uzun süre tedavi gören Pakize Suda’nın, hastalığı ilerlemeden önce söylediği söz hiç çıkmaz aklımdan: “Her şeyi unutarak ölmek istiyorum”
Oçi Hanım, “aklı hâlâ yerinde” olduğuna göre sonunu kendisi seçmişti ve hatıralarını tek kalemde çöpe atmıştı.
Oçi Hanım, hatırlamak istemiyordu. Bu dünyadan göçmeden önce elindeki son kozu oynamıştı ve yıllarca hatırlanmak için gönderilen kartların hiçbirini görmek istemiyordu.
Unutmayı seçmek… Artık hatırlanmayacak kadar yaşlandığı için mi, yoksa bir zamanlar hatırlanmanın ve hatırlamanın güzelliğini anlatanların artık hayatta olmayışı canını yaktığı için mi, bilmiyorum.
“Sevgili Oçiciğim, kartını aldım, hatırlanmak ne güzel!” diyen o kartları yırtmadan bir poşetin içinde çöpe atmak, onun gibi bir kadın için hiç de kolay olmasa gerek. Üstelik, bir zamanlar dünyanın her bir köşesinden kucak dolusu sevgiler almışken…
Nâzım Hikmet'in büyük aşkı Pirâye’nin yeğeni, Mehmet Fuat’ın kuzeni, Bardacık Sokağın hanım teyzesi Oçi Hanım geçenlerde bir ölüm ilânıyla daha önüme düştü. Bu kez ilâna çıkılan kendisiydi. Yıllarca emek verdiği, kartların diğer adresi ODTÜ Kütüphanesi hatırlamış ve veda etmişti ona.
Şimdi bu yazıyla ben de kendisine veda etmek istiyorum.
Sevgili Oçi Hanım, kartlarını aldım, hatırlanman ne güzel!..
Eserleri infial yaratan Sayna Soleimanpour: Ben neden kadın cinayetlerini güzelleyeyim? |
© Tüm hakları saklıdır.