Kültür-Sanat

Amida'nın Sofrası'nın yazarı Silva Özyerli, Esat Ayhan'a konuştu: Diyarbakır'da evim, gezdiğim sokaklar, hepsi birer birer yok oldu; geriye bir tek hafızam kaldı

"O topraklara emek vermiş insanlara vefa borcumu ödemek istedim"

19 Ekim 2019 21:16

Bianet yazarı Esat Ayhan Diyarbakırlı Silva ve Amida'nın Sofrası başlıklı yazısında, Diyarbakır’ın yemek kültürünü ve tarihini anlatan Amida’nın Sofrası kitabının yazarı Silva Özyerli’yle yaptığı söyleşiye yer verdi.

Ayhan'ın sorularını cevaplayan Özyerli, kendini tanıtmak için "Memleketim olan Diyarbakır’ın sofra kültürüne ait kaybolmuş veya kaybolmakta olan öğeleri keşfedip nisyana karşı koymaya çalışıyorum" ifadesini kullandı.

Yazar, "Evim, karış karış gezdiğim sokaklarım, babamın emek verdiği taş taş işlediği evler birer birer yok oldu. Ben de yıkıldım. Geriye bir tek hafızam kaldı" diyerek 'o topraklara emek vermiş insanlara vefa borcumu ödemek istediği' için bu kitabı yazmaya karar verdiğini belirtti.

Kendisini şimdiye kadar en çok üzen şeyin "Ermeniler konusunda hiçbir özeleştiri yapmadan, masal formatında "bir varmış, bir yokmuş" gibi anlatanlar" olduğunu söyleyen Özyerli "Bir Ermeni olarak içeriden bir ses verip gerçekleri yazdım. Bu kitapla birlikte masal gibi anlatılmamın önüne geçtiğimi düşünüyorum" dedi.

Söyleşinin tamamı şöyle:

Sevgili Silva Hanım, sizi sosyal medyadan ve hepsi birbirinden nefis ev likörleri ile tanıdık ve sevdik, ilk sorum Silva Özyerli kimdir?

1964’te Diyarbakır’da, kalabalık bir ailede doğdum. Küçük yaşta, okumak üzere İstanbul’a gönderildim. İncirdibi Protestan İlkokulu’nda, Bezciyan Ortaokulu’nda ve ardından Diyarbakır’da Kız Meslek Lisesi’nde okudum. 1982’de Diyarbakır’dan temelli ayrılıp İstanbul’a yerleştim. Son yıllarda yemek ve likör üzerine araştırmalar yapıyorum. Memleketim olan Diyarbakır’ın sofra kültürüne ait kaybolmuş veya kaybolmakta olan öğeleri keşfedip nisyana karşı koymaya çalışıyorum. 

“Amida’nın Sofrası” bildiğim kadarı ile ilk kitabınız, sadece Diyarbakır kültürü ile yetişmiş, yeme-içme meraklıları dışında tüm duyarlı insanlarda bile daha çıkmadan heyecan yarattı, böyle bir kitap yazma isteği nereden doğdu?

Evet, "Amida'nın Sofrası" ilk kitabım. Bu kitabı neden yazdım sorusuna gelince; ben bir taş ustasının kızıyım. Babam ve babam gibi o şehre kültürel, sosyal, mimari ve ekonomik katkı sunmuş, değer katmış binlerce Ermeniden birinin kızıyım sadece.

Her ne kadar hayatlarımız "yarım" kalmış ya da bırakılmış olsa da çocukluğumun geçtiği "Gavur Mahallesi" yorgun ve mağrur bir şekilde yerinde duruyordu. Gitmesek, görmesek de orada yerli yerinde durduğunu bilmek bize yetiyordu belki de

Derken biliyorsunuz yaşananları...

Hendek, barikat, sokağa çıkma yasakları ve yıkım... Bütün bunların yaşandığı o günlerde benim, bütün algım Diyarbakır ve Sur'da gelişen olaylara odaklandı.

Evim, karış karış gezdiğim sokaklarım, babamın emek verdiği taş taş işlediği evler, hayatıma yön veren kadınlar, masallarım hatta masal kahramanlarım birer birer yok oldu. Ben de yıkıldım.

Geriye hafızam kaldı. Bir tek hafızam.

Hafızaya hendek kurulamayacak, barikat ve dahi kurşun işlemeyecekti.

Yerle yeksan edilen Gavur Mahallesi'ni yazmak, ölümsüzleştirmek istedim. Ve bunu yaparken de o topraklara emek vermiş babam gibi insanlara vefa borcumu ödemek istedim. Benim de görevim buydu belki de. 

Hafızamı kağıda dökmeden toprağıma ayak basmayacağıma (ki bu arada yıkılan bir kilise restorasyonu için yardım talebi geldi, durumu izah edip gitmedim. O "yokluk ve hiçlik"le yüzleşmekten, hafızamın yıkılacağından korktum!) dair kendime söz vermiştim. Sözümü tuttum. Şimdi kitabımla gideceğim.

Ben bu kitap yayınlandıktan sonra hem Diyarbakır’a hem de Diyarbakırlıya ve geçmişine dönük düşüncelerin değişeceğine inanıyorum; siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ülkemizdeki kökleşmiş sorunları çözecek, insanı insana dokunduracak, birbirine değdirecek sihirim yok maalesef. Keşke olsa.

Ama bilirsiniz kitaplar ve bilimsel makaleler gibi değil insan hikayeleri, yaşanmışlık ve duygular, dile getirilen gerçekler her zaman insana dokunur. Empati duygusu geliştirir, farkındalık yaratır. İçinde insana dair duygu vardır çünkü. 

Kim olursa olsun herkes, biraz durup düşünecek, özeleştiri yapacak diye düşünüyorum.

Kitap içeriğindeki zengin kültür, batıda yaşayanların küçümsediği, burun kıvırdığı Diyarbakır algısını kıracağını; farklı bir  pencere açacağını; doğuda yaşayanlar ise bu kitapla birlikte neleri, hangi güzellikleri kaybettiklerinin farkına varacak.

Doğusu ve batısıyla herkes bir arada yaşamanın şehre, insana ve kültüre kattığı değerleri hatırlatacak bu kitap. Çünkü kültür, özellikle de geçmişi yüzyıllara dayanan Diyarbakır'in kadim mutfak kültürü insanlarla var olan ve sürdürülen, yaşayan değerli bir kültür. Kitabı okursanız bütün bu dediklerim daha yerli yerine oturacaktır diye düşünüyorum.

Ve gelelim bugüne kadar beni en çok acıtan ve üzen şeye;

Yazdığım kitap Diyarbakır özelinde olsa da, Ermeniler konusunda hiçbir özeleştiri yapmadan, masal formatında "bir varmış, bir yokmuş gibi" gibi anlatanlara, bir Ermeni olarak içeriden bir ses verip gerçekleri yazdım. Bu kitapla birlikte masal gibi anlatılmamın önüne geçtiğimi düşünüyorum.  

Yaklaşık 10 yıldır Diyarbakır Ermenileri üzerine araştırmalar yapıyordum. Bilgiyi de, yükü de çok biriktirmiştim. Bu kitabı değerli kılacak tek şey ise yüzyıl öncesi yapılan ve zamanla yok olan yemekleri ortaya çıkarmam, toprağıyla buluşturmam oldu belki de.

Bunu yani bu çalışmayı beş yıl sonra istesem de yapamazdım. Çünkü bu yemekleri hiç yapmamış, sadece ama sadece tadını hatırlayan yaşları 85-93 aralığında 3-4 kişi kalmıştı geride.

Ve tabii köy, yokluk ve kıtlık yemekleri de bu çalışmaya girdi. 

Herkes benden likor kitabı bekliyordu ama likörümün kökleri nereden geliyordu? Bu kitabımla birlikte onu da anlatmış oldum.

Diğer türlü yazacağım likör kitabı, popüler kültüre hizmet etmekten öteye gitmeyecek, bu kültürün derinliği bilinmeden anlam ve değer bulamayacaktı.