Gazeteci Ümit Aslanbay, geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'la görüşen CHP Antalya Milletvekili Deniz Baykal'ı eleştirdiği için "Sol Şerit" adında bir program yaptığı Halk TV'den kovuldu.
Ümit Aslanbay, başkanlığını Hasan Cemal'in yaptığı Bağımsız Gazetecilik Platformu P24 için bir yazı kaleme aldı. Aslanbay, yazısında şunları söyledi:
"Baykal'ın Cumhurbaşkanı’nın ayağına palas pandıras giderek görüşmesini ve bu görüşmeye kendince bir misyon biçmesini doğru bulmadığımı dile getirdim. Ben TV’nin Baykal’ın kontrolünde olduğunu biliyordum ama beni işten atmak gibi bir tepki vereceğini, verebileceğini tahmin dahi edemezdim. Ve bunu orayı yöneten “Halk TV Alo Fatih”inin eliyle yaptı."
Aslanbay'ın P24'te "Gazetecilik bunu hep yapacak..." başlığıyla yayımlanan (16 Haziran 2015) yazısı şöyle:
Halk TV'nin Baykal'ın kontrolünde olduğunu biliyordum ama onu eleştirdim diye işten atılacağımı tahmin bile edemezdim...
DSP, 1999’da iktidara geldiğinde, “Hükümet düşer, istikrar bozulur” kaygısıyla, ortağı Mesut Yılmaz hakkındaki bütün yolsuzluk dosyalarının reddi yönünde oy kullandı. “Sol”un bugünkü dile çevirirsek, “Hükümet olamamak, kuramamak” kaygısı ile ortaya koyduğu performans DSP’nin yolsuzluk aklama rekorunu kırmasına yol açtı. Tansu Çiller dosyaları ve örtülü ödenek gibi olayları kapatan, Refah ve Fazilet çizgisinin de sorunu aynıydı. İktidar olabilmek, iktidarda kalabilmek. Ama o bile “sol”a yetişemedi. Ardından ANAP VE DYP liderleri karşılıklı birbirlerini akladı. Bugünlere böyle geldik.
Mevzubahis iktidar olunca gerisi teferruat. Ama bunun sağlı sollu merkez siyasetin tiksindirici bir olguya dönüşmesi ve AKP’nin “Yenilikçiler” adıyla ortaya çıkabilmesindeki payı büyüktür.
Bütün bunlar biz gazetecilerin gözleri önünde oldu.
Yolsuzlukların üzerine gidilmesini isteyen seçmen baskısının bugünkü kadar yüksek olmadığı o günlerde, siyasi partiler iktidar olabilmek, iktidarda kalabilmenin gayrı meşru gerekçesiyle büyük çöküşe elbirliğiyle imza attılar; ama bir yandan da, iktidara susamış gazeteci, bakan ve milletvekilleri ile hep istikrar susuzluğu çeken işadamlarını memnun ettiler.
Bugünkü manzara çok farklı.
Seçmenlerin, yolsuzluk dosyalarına tepkisi büyük ve canlı. “İktidar olacağım” gerekçesiyle bunları, seçimin tek ve gerçek mağlubunu, yasa tanımaz birini görmezden gelemezsiniz.
Gelirseniz, 2000’lerin başındaki çöküşten daha sert bir çöküşün mimarı ya da buna kazma kürek sallayan bir gazeteci olursunuz.
Ben bunu yapmadım.
Deniz Baykal’ı gazetecilik hayatımın başından beri, 30 yıldan bu yana tanırım. SODEP ve SHP yıllarından, Necatibey’deki binaya “nerede kalmıştık” diye döndüğü yıllardan bugünlere.
Bir gazeteci olarak, Cumhuriyet’in “SHP muhabiri” olarak.
İşim buydu.
Sonra genel sekreter olduğu yıllara yine aynı binanın koridorlarında “partinin en güçlü adamı” olarak rüzgar gibi geçtiği yılları yaşadık. Genel Başkan Erdal İnönü’nün üst kattaki odasına hapsedildiği yılları.
Genel Sekreter olarak hazırlattığı, sonra sessiz kaldığı ünlü “Güneydoğu Raporu”ndan, kalabalıklar yüzünden meydanlarına giremediğimiz Doğu illerinde, seçim otobüsünün ön camından, üstünden İnönü ile birlikte seçmenleri selamladığı günleri beraber yaşadık…
İsmail Cem ile “Yeni Sol” diye yazdıkları kitap, (imzalı mıydı yoksa) kütüphanemde öylece duruyor. Ecevit’in sadece solu, İnönü’nün ise yeni solu. Tanırım, bilirim.
Yeniden açılan CHP, SHP ve birleşme derken, benim gazetecilik hayatım başka yerlerde sürerken “sol” ve CHP’yi hep takip ettim.
Yıllar sonra Halk TV’de Cumhurbaşkanı’nın ayağına palas pandıras giderek görüşmesini ve bu görüşmeye kendince bir misyon biçmesini doğru bulmadığımı dile getirdim. Sağolsun, yayında sohbet ettiğim arkadaşım da çok yardımcı oldu! O an pek de pişman görünmüyordu.
Ben TV’nin Baykal’ın kontrolünde olduğunu biliyordum ama beni işten atmak gibi bir tepki vereceğini, verebileceğini tahmin dahi edemezdim.
Ve bunu orayı yöneten “Halk TV Alo Fatih”inin eliyle yaptı.
Ve gazetecilik açısından, iktidarın kasıp kavurduğu medya dünyasında bir liman bularak gücü yettiğince konuşan, birinin ağzını tereddüt dahi etmeden kapadı.
İşte işin beni ve gazeteciliği ilgilendiren kısmı da burada.
Birkaç gün önce, benden işten atılan gazetecilerin belgeselini Halk TV’de göstermek için yapımcıların telefonlarını isteyen “Alo Gazeteci” arkadaşımın bunu nasıl yapabildiğiydi.
Baykal’ın bunu nasıl yapabildiğiydi.
Bunu izah etmekte, anlamakta zorlanıyorum.
Ya da izah etmek istemiyorum.
Mesleğimin ilk yıllarında Füsun Abla’nın (Özbilgen) Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’ndeki bir masada gazetecilik hakkında ileri geri konuşan bir milletvekilini azarlamasını hayranlıkla izlemiştim. Cumhuriyet’e randevusuz geldiği için sekreterin yanında bekletilen bakanların öykülerini ise şimdi hatırlamıyorum kimden dinledim. Seçim gezisinde yerleştiğimiz otel odasından bizi çıkarıp, bir parti yöneticisini yerleştirmeye çalışan sorumluya “Bunu yapamazsın” diye bağıran Deniz Som’u “Ben de böyle olabilmeliyim” diye gözledim. Beni şikayet eden milletvekilinin yüzüne telefonu kapatan Erbil Tuşalp’ı can kulağıyla dinledim. Ufuk Güldemir, 28 Şubatçı generallere “Biz gazeteciler öyle itilip kakılacak adamlar değiliz” diye seslendiğinde oradaydım. Daha onlarca örnek.
İyi ki gazeteciliği böyle bilmişim.
Mesleğimin ilerleyen yıllarında daha onlarca örnek gördüm.
Yaptığım işle gurur duydum.
Hele bu son yıllarda işsiz bıraktırılmış, cezaevlerine yollanmış ama dik duruşunu bozmamış gazetecileri gördükçe. Onların önünde ise saygıyla eğiliyorum.
Bugün bildiğim bir şeyi yeniden öğrendim.
Gazetecileri, iktidarın, mutlak gücün hiçbir türlüsü sevmez. Onu dönüştürüp yandaş yapamazsa, işten atıyor ya da öldürüyor.
Ama onlara bir faydası yok.
Gazetecilik bulduğun her aralıktan konuşabilme, yazabilmenin adı. Yani “mesajın kendisi”…
Ve bunu hep yapacak.