Politika

Ahmet Ümit: Vatan dediğiniz şey insandır, yaşamın ta kendisidir

Lale Mansur: Milliyetçi, ırkçı, tek tipçi ideoloji öyle bir şey ki, vicdanı temsil etmesi gereken sanatçılar arasında, barışa kuşku duyulması gereken bir şeymiş gibi bakanlar var.

06 Şubat 2013 09:11

Ahmet Ümit: 'Bir toprak parçası için ölmezsiniz, sevdiğiniz insanlar için ölürsünüz. Vatan dediğiniz şey insandır, yaşamın ta kendisidir. Oturup bunu konuşmak lazım' dedi

Taraf gazetesinden Serkan Ayazoğlu ve Ümit Aslanbay "Türkiye barışını arıyor" başlığı altında birçok ismin PKK sorununa ilişkin görüşlerini aldı. Yazı dizisinin ikinci bölümünde Emekli Büyükelçi ve Taraf yazarı Akın Özçer, oyuncu Lale Mansur ve yazar Ahmet Ümit yer aldı.

Yarın, Ceyda Düvenci, Ömer Faruk Gergerlioğlu ve Hülya Koçyiğit'in görüşlerini belirteceği yazı dizisinde, 'travmanın ardındaki aldatılmışlık duygusu' ele alınacak. Yazı dizisinin ikinci bölümü şöyle:

 

Türkiye barışını arıyor

 

Türkiye barışını arıyor başlığı altında, siyasetten sanat dünyasına birçok ismin barışa ilişkin görüşleri, gazetede yer almaya devam ediyor. Dün Ayşen Gruda'nın açıklamalarının yankı uyandırmasının ardından bugün de Ahmet Ümit sorulmamış soruları yanıtlarken, “Vatan dediğiniz şey insandır, yaşamın ta kendisidir. Bir toprak parçası için sürekli ölümler, ölümler, ölümler olursa bir süre sonra o toprak parçasının bir anlamı kalmaz. Aya neden vatan denilmiyor? Çünkü insan yaşamıyor” diyor. Oral Çalışlar yazısının ikinci bölümüne, “Kürtlerin devletsizleştirme tarihi” ile devam ediyor. İspanya’daki barış sürecini yakından takip eden ve konuya ilişkin analizlerine her geçen gün daha fazla ihtiyaç duyulan Akın Özçer ile yaptığımız söyleşinin ilk bölümünü de bugün veriyoruz.

AKIN ÖZÇER

 

Akın Özçer: İspanya'da sorunlar nasıl çözüldü...

 

İspanya, Basklar; Türkiye ve Kürtler, benzerlikler ve farklılıklar nerede?

Hemen şuradan başlayalım. Paul Wilkinson, Profesör İhsan Bal’ın (AKP’li milletvekili) da doktora hocasıymış. 70’li yıllarda bir kitap çıkarmıştı: Siyasi Terörizm (Political Terrorism). Demokratik yollarla terörle mücadele modelini konu alıyor. İspanya bu modeli birebir uygulamış olan bir ülke. Wilkinson diyor ki, terörle demokratik yollardan mücadele etmek gerekir. Demokratik mücadele deyince ülkenim demokratik bir anayasası olması şart tabii.

İfade özgürlüğü olacak, her türlü fikrin terörle ilintisi olmadığı sürece dile getirilebileceği bir demokratik sistem olacak. Böyle bir ülkenin terörle nasıl mücadele etmesi gerekir? Bir kere terörün içinden çıktığı bölgedeki insan hak ve özgürlüklerine özellikle duyarlı olması gerekir. Yani ülkenin bütününden de daha hassas olması şarttır. İspanya bugün böyle bir ülke.

Türkiye ise bugünkü İspanya’nın çok gerisinde bulunuyor. Demokratik bir anayasası yok. Olmalı ki o bölgeye yönelik daha hassas politikalar oluşturalım. Yüzde 10 barajının sırf o bölgedeki partiye karşı konduğu bir ülkeden bahsediyoruz.

Türkiye’nin sorunu da bu. Doğru düzgün demokratik bir anayasası yok. Ama İspanya’nın öncelikle yaptığı şey anayasaydı; demokratik bir anayasa yaptı. İspanya’yı örnek verince hep itiraz ederler. Özerklikler sistemine dayanıyor diye. Böyle bir anayasanın ülkenin bölünmesini kolaylaştırdığını söylerler. Ama aslında İspanya’yı birarada tutan işte o anayasa.

İspanya dediğimiz zaman sadece özerkliği anlamamak lazım. Anayasanın üç özelliği var. Bir kere en geniş konsensüse dayalı demokratik bir anayasa. Yani bu anayasa mutlaka özerklikler sistemine dayanır, dayanmalıdır demek değil. İspanya’da özerklikler var ama Türkiye’de aynısını yapmak şart değil. Şart olan ifade ve örgütlenme özgürlüğü. Yani birileri “ayrılmak istiyorum” derse, “ayrılıkçı bilmem ne partisi” kurabilmeli. Orada Federalist partiler de, bağımsızlıkçı partiler de var. Anayasa Mahkemeleri de bu partileri kapatmıyor elbette. Kısacası bizde de anayasanın, siyasi partiler yasasının demokrasiye uygun şekilde değişmesi lazım.

Ama şimdi bunların ikisi de yok, nasıl çözüm olacak?

Evet ikisi de yok. İspanya’ya baktığımızda şunu görüyoruz. Terör örgütünün içinden çıktığı bölgede özellikle insan haklarına saygı var. İfade ve örgütlenme özgürlüğü tam olmalı ki, birileri “ben silahı elimden bırakmam” dediği zaman en başta oradaki adam ona “her şeyin siyasetini yapıyorsun, o zaman niye silah kullanıyorsun kardeşim” demeli.

 

Ahmet Ümit: Benim için vatan toprak değil insandır, candır, yaşamdır.

 

Devam eden müzakereleri nasıl buluyorsunuz? Barış sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir an önce akan kanın durması, bu ülkenin sınırları içinde yaşayan bir tek insanın bile burnunun kanamaması için herkesin, her türlü tavizi vermesi gerekiyor. Geçici bir ateşkes değil, kalıcı bir barış için tavizler verilmeli. Bunun için de hem devletin hem de Kürt tarafının samimi olması gerekiyor. Samimiyet ve barışı isteyen bir içtenlikle masaya oturulursa akan kan durur. Benim için vatan toprak değil insandır, candır, yaşamdır. Bir toprak parçası için ölmezsiniz, anneniz, babanız, kardeşiniz, arkadaşınız, çocuğunuz, sevdiğiniz insanlar için ölürsünüz. Vatan dediğiniz şey insandır, yaşamın ta kendisidir. Oturup bunu konuşmak lazım. Meseleye insan yaşamı olarak baktığınız zaman vatan da daha anlamlı bir hale gelir. Bir toprak parçası için sürekli ölümler, ölümler, ölümler olursa bir süre sonra o toprak parçasının bir anlamın kalmaz. Aya neden vatan denilmiyor? Çünkü insan yaşamıyor. Barış sürecine çok temkinliyim. İç dinamiklerden çok dış dinamikler bu sürece müdahale ediyor. Paris’teki üç kadının öldürülmesini de bu anlamda değerlendiriyorum. Arkasında ne olursa olsun, o cinayetler bu barış süreci ile alakalı cinayetlerdir. Normal bir insanın barışa karşı olabileceğini düşünmüyorum.


Bir aydın bu süreçte ne gibi katkılar yapabilir?

Zaten başından beri bu işin içindeyiz. Ben romanlarımda barışı, Türk-Kürt çatışmalarını, Ermeni meselesini anlattım. Tüm romanlarımda bu vardır. Bir sanatçı en iyi bunu yapabilir. Daha önemlisi silahın hiçbir şekilde çözüm aracı olmadığı bir kültür yaratmak için romanlar yazabilir. İnsanları şiddetten uzak tutacak, şiddetim bir çözüm aracı olmadığını anlatacak romanlar yazması gerekir. Çünkü bu topraklar çok kültürlü topraklardır. Bu bir zenginliktir. Demokratik bir ortam yaratamazsanız bu zenginlik bir çatışma sebebi de olabilir.


Size göre barışın dili nasıldır, kullanılan dili nasıl buluyorsunuz?

Biz romanlarımızı yazarken romanın dili bu sürecin dili olsa bu iş çözülür. Bir romancı, anlattığı karakterleri düşman olarak görmez. İyi ve kötü karakterler yaratır ama kötü karakteri de en az iyi karakter kadar sever. Çünkü o romanı oluşturan karakterler insanlardır. Ben bir romanda yazdığım bir katili bile dışlanması gereken biri olarak görmem. Bir insan olarak görürüm. Devletin, medyanın, siyasi partilerin bakış açısının şöyle olması gerekiyor. Karşımızda kim varsa onlar insandır. Bu insanların psikolojileri vardır. Bu insanların, katılmayacağınız politik görüşleri, benimsemediğiniz yöntemleri olabilir. Leşler, köpekler, alçaklar gibi diller barışa hizmet etmiyor, nefreti arttırıyor. Bizim ihtiyacımız hoşgörü. Öfkeden kurtulmak lazım; çünkü öfke bir düşünce biçimi değildir. Düşünce biçimi olmayan duygularla iş yapamazsınız. Ancak sakin duygularla bu işi yapabilirsiniz.

 

Daha önceden de başarıya ulaşmayan barış süreçleri yaşandı, sizce yapılmaması gereken hatalar nelerdir?

İki taraflı hatalar yapıldı. Örgüt barışa uymadı, büyük eylemler gerçekleştirildi, devletin de aynı şekilde görüşmelere uymadığı oldu. Samimiyet sıkıntısı yaşandı. Barış isteniyorsa iki tarafın da buna uyması gerekiyor. Daha öncesinde barış görüşmesi yapılırken bir yerlere baskınlar yapılıyor, bir yerlerde askerler öldürülüyordu. Barış görüşülüyorsa sadece barış konuşulur. Hem savaş hem barış olmaz. Örgütün de silahı bırakması gerekiyor. Bunun başka yolu yok.


Barışın önündeki en büyük engel nedir?

En büyük engel önyargıdır. Önyargı kendi etnik grubunu diğerinden üstün görmektir. Bu topraklarda yaşayan herkes, eşittir, özgürdür, herkesin öteki kadar hakkı olmalıdır. Eğer siz “onların böyle bir hakkı yok, ben daha üstünüm, özgürüm, etkinim” derseniz sorun devam eder. Bunun yerine insanların kendi kaderlerini belirleme, seçme hakkı olursa bu ülke daha güçlü olur. Bunu bir evlilik gibi düşünün. Zorla bir kadını veya erkeği evde tutuyorsunuz. Bu mümkün mü? Bunun gönüllü olması lazım. Bu bazı haklardan vazgeçmek, bazı özveriler de olabilir.

 

LALE MANSUR: Onlarla eşit değiliz diyenler düşünmeli

 

Müzakere ve barış sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Müzakere süreciyle ilgili olarak tabii ki iyimser olmak istiyorum.

 

Size göre barışın dili nasıldır, kullanılan dili nasıl buluyorsunuz?

Bir süre önce Onur Öymen’in dedikleriyle İzmir milletvekilin geçen haftaki akıl almaz lafları şuna işaret ediyor: Barış ihtimalinin karşısında durmanın, hadi vicdandan geçtik, sadece kendi siyasi geleceklerini düşünseler bile aptallık olduğunun gerçekten farkında değiller. Irkçılık kadar tarifi kolay ve belirgin bir kavramın bile tartışılması, özür dilemesi gerekenlerin özür bekleme küstahlığında bulunması, ana muhalefet partisinin Türkiye’nin gerçeklerinden ne kadar uzakta olanlarla dolu olduğunun belirtisi. Herkes (CHP İzmir milletvekili dahil) yarın kendi çocuğu bu savaşta ölebilecekmiş gibi davranıp konuşursa her şey farklı olurdu.

 

Bir aydın bu süreçte ne gibi katkılar yapabilir?

Milliyetçi, ırkçı, tek tipçi ideoloji öyle bir şey ki, sağlıklı bir toplumda ortak vicdanı temsil etmesi gereken sanatçılar arasında bile barışa kuşku duyulması gereken bir şeymiş gibi bakanlar var. Haydi diyelim ki, sizinle aynı dili konuşmayanları düşman biliyorsunuz, barış da “düşman”la yapılır.

 

Sizce yapılmaması gereken hatalar nelerdir?

Son günlerdeki gelişmelerle, her iki tarafın da provokasyonlara pabuç bırakmayacakları bir döneme girdiğimiz konusunda iyimserim. Ama bu kararlılığın devam etmesi gerek. Kürtlerle eşit olmayacaklarını hâlâ düşünenler varsa, geçmiş olsun, biraz yetişkin, okuma yazması ve hatta bir miktar vicdanı olan insanlar gibi düşünmenin vakti geldi. Yoksa siyasetin çöplüğüne bir bakın, kimler var orada...

 

Oral Çalışlar: Geçmişten günümüze Kürt Sorunu (2)

Bu devletsizlik; Kürtlerin yalnız Türkiye’de değil tüm bölgedeki travmatik tepkilerinin ana nedeni. Hemen her Kürt’ün hayallerinin bir köşesinde bağımsız Kürt devleti ideali yattığı söylenebilir.

Kürtlerin dört ülke arasında parçalanması, tesadüfen planlanmış sayılamaz. Ermeni katliamındaki ortaklıkları nedeniyle, Anadolu’nun Batılı devletler tarafından işgaline karşı birlikte direnen Türkler ve Kürtler, bir cezalandırma durumuyla yüz yüze geldiler. Milli Mücadele direnişi onları kader ortağı yaptı. Türkler bu ortaklıktan yeni bir devlet yarattılar. Batılılar bölgenin yeni sınırını çizerken Türkleri cezalandıramadılar, ama Kürtleri dört parçaya bölerek bir anlamda cezalandırmış oldular. Belki de, Kürtlere, Ermeni katliamındaki rolleri nedeniyle böyle bir devletsizlik cezası verildi.


Savaş ortak, sonuç hüsran...

Cumhuriyetin kuruluşu döneminde kurucu önder Mustafa Kemal ve arkadaşları, Cumhuriyeti “Kürtlerle Türklerin beraber” gerçekleştirdiğini belirttiler. Ülkenin ortak ve eşit üyeleri oldukları fikri Kürtlere ifade edildi. Nitekim Anadolu’da direniş başlarken hazırlanan 1921 tarihli Anayasa (Teşkilatı Esasiye Kanunu)’da asıl olarak Kürtler kastedilerek onlara özerklik tanınacağı yer aldı.

Toplam 23 maddelik 1921 Anayasasının 5 maddesi özel olarak özerkliğe ayrıldı. Bu Anayasanın 11. maddesinde vilayetlere tanınan özerklik şöyle ifade edilmişti: “Medaris (medreseler) Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafia (Bayındırlık) ve Muaveneti İçtimaiye (Sosyal Yardım) işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şuralarının salahiyeti dahilindedir.”(1921 Anayasası)

Mustafa Kemal Atatürk, İstanbul’da çıkan gazetelerin başyazarlarına 16-17 Ocak 1923 tarihinde İzmit Kasrı’nda Kürtlere özerklik verileceği yönündeki düşüncelerini şöyle açıkladı: “...Bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) mucibince, zaten bir nevi mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendilerini muhtar olarak idare edecektir.”

Birlikte savaşıldı. Kurtuluşa birlikte ulaşıldı. Savaş bitip de silahlar duvara asılınca, sözler unutuldu. Verilen “özerklik” sözleri yerine getirilmediği gibi, Kürtlerin varlıklarının, kimliklerinin inkar edildiği bir döneme girildi. Bu dönemde irili ufaklı 29 Kürt isyanından söz ediliyor. Bunlar içinde en çok bilinenleri 1925 Şeyh Said, 1930 Ağrı ve 1937 Dersim isyanları. Bütün bunların isyan mı, yoksa devlet provokasyonu sonucu, bilinçli ve önceden planlanmış katliamlar mı olduğu ise ayrıca tartışılabilecek bir konu... Şeyh Said İsyanı bahane edilerek ilan edilen “Takrir-i Sükun Kanunu”, ağır bir baskı döneminin başlangıcı oldu.

Özellikle, Dersim Alevi Kürt katliamında bir soykırım mantığı içinde aileler toplu olarak yok edildi. Asimilasyon amacıyla Kürt aileler topraklarından zorla sökülüp alınarak Anadolu’nun değişik yörelerine, birbirlerinden uzak bölgelere iskan edildi.