Medya

Adnan Özyalçıner: Yaşamadığı şeyleri, Sennur da varmış gibi ona anlatıyorum, yazdıklarım sevdadandır

"Sabahları Sennur’la alışık olduğumuz saatte kalkıyorum, hâlâ birlikteyiz"

07 Ekim 2016 14:52

Geçtiğimiz yıl hayatını kaybeden şair ve yazar Sennur Sezer'in eşi Adnan Özyalçıner "Sennur’un yaşamadığı şeyleri, Sennur da varmış gibi ona anlatıyorum. İleride kitap da olabilir. Sennur’la konuşmaların ilk ikisi Sözcükler dergisinde yayınlandı. 10 tane kadar Sennur’la konuşmalar bölümlemesi var. Devamı gelir, gelmemesi olanaksız çünkü. Sennur’la ilgili bir olayı hemen defterime yazıyorum. Hâlâ birlikteyiz" dedi. Özyalçıner "Sennur’a şiirler yazmışsın, şiiri denemişsin, neden ondan sonra şiir yazmadın diye sorabilirsin. Sennur’a yazdıklarım, sevdadandır. Ben şiir yazmadım ama şiirleri öykülerime taşıdım. Yazacağım şiirleri, öykülerime, metnin içine taşıdım" ifadesini kullandı.

Evrensel'den Kadir İncesu'ya konuşan Adnan Özyalçıner'in açıklamaları şöyle:

1967 yılında evlendiğiniz Sennur Sezer’le nasıl tanıştınız?

Sennur’la beni Doğan Hızlan tanıştırdı. Yıl, 1960. Yazın başlangıcı. İlk öykü kitabım Panayır çıkalı dört-beş ay olmuş. Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik yapıyoruz o sıra. Ben, Kemal Özer, Konur Ertop bir de Doğan Hızlan.
Bir gün baktım Doğan Hızlan düzeltme yaptığımız bir masa dört beş sandalyelik küçük odamıza esmer, dalgalı saçlı güzel bir kızla çıkageldi. Ben masanın başındaydım. Kemal’le Konur masanın iki yanında karşılıklı oturmuş gelen yazıları düzeltiyorlar. Doğan birlikte geldiği kızı, ortadan:
Sennur Sezer, genç şairlerimizden diye tanıttı.
Konur’la Kemal’i bilmem de ben adını duymuştum. Şimdi ilk kez karşılaşıyordum.
Tanışmanın ardından Sennur hemen karşıma oturdu. Doğan, konuşmasının arasında Sennur’un öykülerimi çok beğendiğini, benimle tanışmak istediği için getirdiğini söyledi. Öykülerimi beğenmek beni de beğenmek miydi bilemedim. Bir şey diyemeden masanın çekmecesini açtım, kitabımı çıkardım.
Adınıza imzalayayım, dedim kısaca.  Sennur, aldırışsız bir rahatlıkla:
Bende kitabınız var, deyince kitabı masadan alıp çekmeye koyarken aynı rahatlık içinde:
“Yok yok, kaldırmayın kitabı, kız kardeşime, Aynur Sezer’e imzalayın.” dedi.
Öyle de yaptım. Göz göze geldiğimiz o ilk günden sonra Sennur’la iyi arkadaş olduk. Yenikapı’daki Kemal Bey’in kahvesinde öteki yazar şair arkadaşlarla birlikte geçti günlerimiz. Edebiyat matinelerinde, Türk-Alman Kültür Derneğindeki söyleşilerde, resim sergilerinde, çok sık olmasa da Beyoğlu’da laterna çalınan bir meyhane olan Boncuk’ta.
Bu sıkı arkadaşlığımıza karşılık ikimiz de evlilik karşıtıydık. Benim çevrede, Sennur’un dışındaki kız arkadaşlarımla gönül ilişkilerim de olmuyor değildi.
Sennur’la arkadaşlığımız birbirimize olan dostluk ilişkilerine, güvene dayanan bir arkadaşlıktı. 1964’te Sennur, ilk kitabı “Gecekondu” yayımlanırken son okumasını Konur’la bana yaptırdı. Nasıl bulduğumuzu da içtenlikle sormuştu ikimize. Konur’un ne dediğini bilmiyorum ama ben, popüler etkiler bulmuştum. O zamanlar, rüzgarı hızla esen İkinci Yeni şiirinin dışında bir şiirdi Sennur’un şiiri. Sağlam bir şiir izleği olduğunun ayırdına daha sonra varabilecektim.
Askerlik dönüşüm 1966 güzüydü. Sennur, Varlık’ta çalışıyor. Gelir gelmez ona uğrayamamıştım. Gocunduğunu iletmiş arkadaşlara. Haberi alır almaz, pek yapmadığım bir şey ama bir demet çiçek alarak Varlık’a uğradım. Bağışlanmamı dileyerek.
 Ne olduysa ondan sonra oldu. Bir gönül bağı oluştu aramızda. 9 Eylül -Sennur’un da, benim de hiç unutmadığımız, her yıl evlilik yıl dönümümüz gibi kutladığımız- tarihinde gönül gönüleydik artık. O yılı, 1967’nin uzun bir bölümünü sevgililik, nişanlılık, sevdalık günleri olarak geçirdik. 1967 yılının 3 Ağustosu’nda İstanbul’da Büyükşehir Belediye binasının geniş salonunda resmi olarak evlendik. Sennur’un evlilik tanığı Behçet Necatigil, benimkiyse Mehmet Seyda’ydı. Düğün yapmadık. Nikahımızda bütün sanat-edebiyat topluluğu hazırdı. Çok yaşlı olmasına karşılık Eflatun Cem Güney, bütün törenlere pek katılmayan Fazıl Hüsnü Dağlarca da nikaha geldiler.

"Basamakları birlikte tırmandık"

18 Ekim 1969’da kızımız Ayşe Bengi, 23 Nisan 1972’de oğlumuz Ahmet Emre dünyaya geldi. Ayşe Bengi’nin oğlu torunumuz Adnan Taylan (Sakin) doğdu. Yıl: 1993. İkimiz de onu birbirimizi sevdiğimizden çok sevdik. Sennur’la, çocuklarımla, torunumuzla birlikte uzun yıllar yaşadık. Güzel günlerimiz de oldu, acı günlerimiz de. Yılmadık, bezmedik hiç. Yaşamamızı sürdürdük. Mücadelemiz, umutlarımızla birlikte.
Ben, Sennur’la tam kırk dokuz yıl birlikte kaldım. Yarım yüzyıla bir kalaya kadar. Birlikteliğimizin kırk dokuzuncu yılında 9 Eylül 2015’te “Ha Gayret!” diyerek bir kutlama bildirimi yazdıydım. Şöyle: “99(19)66’dan 99(20)15’e 49 yılın 49 basamağını Sennur Sezer’le birlikte tırmandık. El ele tutuştuk. Gönül gönüle de olduk, kavga da ettik. Hem kişisel, hem toplumsal acılara göğüs gerdik; sevgiye sarılarak. 50’ye bir basamak kaldı.
Ha gayret!”
Gayret, bana düşüyor artık. Birlikte olmasam da kitapları var. Onlar destek olacak, bundan böyle, bana.

"Bana yazdığı şiiri çok seviyorum"

Sennur ablanın da sana “silah arkadaşım benim” diye seslendiği bir şiiri de anımsıyorum...

Evet, “Bir Sevgi Şiiri”ydi o… Sennur çok güzel bir şiir yazmış. Bir başka şiirinde söylediği “Sevdadır kısaltan geceyi” dizesi de çok hoşuma gidiyor. Bence, o, sevdasını yüklemiş şiire… Her şeyin çözümü sevdada.. Bütün sıkıntıların çözümü sevdada… Umutları getirecek olan sevda…  Dikkat ettim, Sennur onu söylemiş. Hep sevdaya bağlamış. Yani, Sennur’un umudu o sevdada aslında… Onun için bana yazdığı şiiri çok seviyorum.
 
Adnan abi, senin de Sennur ablaya dizelerin var...

Ben şiiri öykülerime taşıdım. İşe öykü yazmayla başladım, öyle de sürdürüyorum.
Bir de Sennur Sezer’e sevgililik dönemimizde, “Sennur’a Dizeler” başlığıyla on beş, on altı kadar başlıksız şiir, “Sunu” başlığıyla da dört şiir olmak üzere 20 şiir yazdım. Kahverengi plastik kapaklı bir deftere, şiir formunda 20 şiir.
Defteri düzenlerken 18.3.1967 tarihinde şu ikiliği yazmışım:
“Gün gün çoğalırken dizelerim
Çoğalıyorken seninle yüreğim”
Ondan sonra, daha da şiir yazmadım.

Onların kitaplaşma durumu var mı?        

Hayır. Sennur’a şiirler yazmışsın, şiiri denemişsin, neden ondan sonra şiir yazmadın diye sorabilirsin… Sennur’a yazdıklarım: “ Sevdadandır.” Ben şiir yazmadım ama şiirleri öykülerime taşıdım. Yazacağım şiirleri, öykülerime, metnin içine taşıdım.

Neden? Onları kimse okuyamayacak mı?

Okuyamayacak! Defterde kalacak. Sana başka bir şey göstereyim. Ülkü Tamer’in çektiği bir fotoğrafın arkasına şunu yazmışım:  
“Sennur’a
Bütün ağaçlar çiçeksiz
dingin heykeller güzün.
Bir ilkyaz başlattın bende
Gün ortası karanlığında mevsimin
Işıltılı bir hüznü sürsün
Bundan böyle yüreklerimiz.”
26.XI.1966/İstanbul

Adnan abi, bu şiirle mi evlilik teklifi ettin?

Herhalde…

Adnan abi biraz İtalyan jönlerine benzer halin var. Nikah masasında da öyle görünüyorsun...

Öyle… Sen belki hatırlar belki hatırlamazsın… O zamanlar Orhan Günşiray vardı. Biraz Orhan Günşiray havası var. Biz James Dean genciydik. James Dean gibi ataktık… O zaman doğru dürüst mont yok… James Dean’in montu vardı, biz de mont edinip, giyerdik.

"Hala birlikteyiz"

Adnan abi bir günün nasıl geçiyor?

Sabahları, Sennur’la alışık olduğumuz gibi her gün 07.30-08.00 arası kalkarım. Uyanmamış da olsam, kedimiz Düğme gelip beni uyandırır. Her gün iki gazete alıyorum.

Yazma süreci nasıl işliyor?

Her gün ufak tefek bir şeyler yazıyorum.  Ufak notlar alıyorum. Bak ne anlatacağım sana: Balzac’ın Paris’te yaşadığı çatı katının tek bir penceresi var. O pencere de bir duvara bakıyor. Balzac da sabahları masasına oturduğu zaman ilk olarak o duvarı yazıyor, bir sayfa… O yazıdan sonra ise kendi çalışmasına geçiyor. Ben de aşağı yukarı her sabah duvara bakarak değil ama gördüğüm, yaşanan veya yaşanacak olan bir şeyi bazen 2 sayfa, bazen 1 sayfa, bazen 10 satır, bazen de 2 satır olarak defterime yazıyorum. Her sabah mutlaka yazdığım bir şey var. O defterlere şunu da yazıyorum. İki Temmuz’da Sivas yangını dolayısıyla Asım Bezirci ve Rıfat Ilgaz’ı anmak için mezarlarına gittik. Oradan Sennur’un mezarına da gittik. Orada olan bitenleri de bir öykü gibi deftere yazdım. Sennur’a bildiriyorum. “Sennur’la konuşmalar” diye benim bir düşüncem var. Sennur’un yaşamadığı şeyleri, Sennur da varmış gibi ona anlatıyorum. İleride kitap da olabilir. Sennur’la konuşmaların ilk ikisi Sözcükler dergisinde yayınlandı. 10 tane kadar Sennur’la konuşmalar bölümlemesi var. Devamı gelir, gelmemesi olanaksız çünkü… Sennur’la ilgili bir olayı hemen defterime yazıyorum. Hâlâ birlikteyiz.

"Birbirimizin elini bırakmadık"

İki edebiyatçının evliliği bir avantaj mıdır, dezavantaj mıdır?

İkisi de. Ama biz, yaşam yolunda da, yazın yolunda da terazinin kefesini avantaj yönünde tutmaya çalıştık hep. Ona gayret ettik. Evlilik öncesindeki beş yıllık saf arkadaşlığımız bizi ayakta tuttu, birbirimize omuz vermeyi sağladı. Yoksa saymakla bitmeyecek ortak kitaplarımızı nasıl yazabilirdik? Yaşam yolunda da, yazın yolunda da birbirimizin elini bırakmadan nasıl yürüyebilirdik. Gelecek umududur ikimizi de hep avantajlı kılan, bence herkesi de avantajlı kılacak olan. Bunu unutmamalıyız.

Adnan abi geldiğimden beri kapının yanındaki yerinden hiç kımıldamayan bir kedi var...

Adı Düğme, 8 yaşında… Kızım bir apartman boşluğunda bulmuş… Biberonla besledi, hayatta tuttu. Sennur’un kedisiydi. Sennur otururken, göğsüne çıkardı… Son zamanlarında, nefes darlığı çektiği dönemlerde kedinin sıcaklığının, dokunuşunun iyi geldiğini söylerdi.
Benimle de arası iyi. Kendisini sevdirir, ben de severim. Ama bir süre sonra hırlıyor, “Neden Sennur yok?” der gibi…

 

Fotoğraf: Kadir İncesu